N A M U S

 

N A M U S

Anlamı – Kapsamı – Kökeni

N A M U S

Üzerine sözler verilen, yeminler edilen, uğruna cinayetler işlenen bu sözcük nedir, ne anlama gelir, kökeni nerelerden gelmektedir?

++ TDK sözlüğüne göre namus :
1966 yılı basımında insanın ahlak kurallarına karşı beslediği bağlılık duygusu olarak anlatılmıştır.
Sonraki basımlarında ise
a) Toplum içinde onur ve ahlak kurallarına sıkı sıkıya bağlılık.
b) Doğruluk, dürüstlük, erdemlilik, ahlaklılık şekilde anlatılmaktadır.

++ Meydan Larousse da
namusu, ahlak, şeref, haysiyet kurallarına sıkı sıkıya bağlılık olarak tanımlamaktadır. Ayrıca bu madde içinde namus sözüne, namusuna dokunmak ve namussuz sözcüklerine de örnekler verilmektedir.

++ Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğünde namus:
a) Toplum içinde onur ve ahlak kurallarına sıkı sıkıya bağlılık,
b) Doğruluk, dürüstlük, erdemlilik, ahlaklılık şeklinde tanımlanmakta ayrıca namusun
c) Cinsel erdem ve iffet anlamına da yer verilmektedir.

++ Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlük’ ünde namus :
a) Ahlak kurallarına karşı beslenilen bağlılık duygusu
b) Ar, edep, haya
c) Temizlik, doğruluk olarak anlatılmaktadır.

++ Bir başka kaynakta, Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı adlı kitabında namusun yasa, töre, onur anlamına geldiği üzerinde durulmaktadır.

Not: Birçok sözlükte bağlılık değil de sıkı sıkıya bir bağlılıktan söz edilmektedir. Kanımızca “sıkı sıkıya” tanımlaması ile Ortodoksça bir bağlılık, yani körü körüne, katı kuralcı, dogmatik bir anlayış anlatılmak istenmektedir.

Dilimizde bu sözcük ile birlikte başka anlatımlar da vardır. Namusum üzerine söz veriyorum, yemin ediyorum gibi. Namus belası, namus davası, namusunu temizlemek, namus cinayeti vb. ları gibi… Namuslu bir iş veya namuslu-namussuz bir insan gibi…

Namus kavramını anlatabilmek için Fransızlar honneur, İngilizler honor sözcüklerini kullanıyorlar. Anlamları onur, namus, şeref, haysiyet vb..
Ayrıca Fransızcada
Parole d’honneur : Namus sözü
Dame d’honneur : Geline eşlik eden nedime
L’egion d’honneur: Onur ödülü, şeref madalyası
Affeire d’honneur : Düello anlamında kullanılmaktadır.

Namus sözcüğü dilimize Arapçadan, Arapçaya da eski Yunancadan girmiş. Sözcüğün Yunancadaki kökeni nomos’ tur. Arapçaya girişinde ses uyumu kaygısı ile “o” yerini “a” harfine bırakmıştır. Ayrıca sözcüğün prononciation’u yani telâffuzu da “a” harfinin biraz daha uzun okunmasıyla sağlanmıştır.

İlkçağ Yunan felsefesinde yazılı olan veya olmayan “yasa”, “yerleşik kural”, “gelenek görenek” yahut “töre” anlamında nomi-nomos terimi kullanılmıştır…

Nomos’un felsefi söylemde yerini alması MÖ V. yüzyılda doğa (physis) anlayışının giderek fiziksel alandan etik alana kaymasıyla gerçekleşmiştir.

Doğada bir düzen varsa ona koşut olarak insan toplumunda da aynı veya benzer kurallar olmalı ilkesinden hareketle bir terim arayışı doğmuştur.

Doğanın yasalarına karşı toplumda insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ve uzlaşmayla oluşturulmuş kurallar bütününe yasa yani nomos denmiştir…
++++
NOMOS – ANOMOS – KAOS

İnsanlar topluluk halinde yaşamaya başladıktan ve özellikle avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmeye başladıktan sonra aralarındaki ilişkileri düzenleyen bir dizi kurallar yaratmaya başlamışlardır. Topluluk halinde yaşamanın birincil koşulu bu kurallardır. Bu kuralların ilki de insanın başka bir insana veya topluma karşı verdiği söz ya da sözlerdir. Bu durumu daha sonraki yıllarda Roma’ lılar “pacta sunt servanda” yani verilen söz tutulur, sözün sahibi onun hizmetçisidir şeklinde ifade etmişlerdir.
Antik çağda bu kurallara nomos denmiştir. İnsanların belirledikleri bu kurallara uygun hareket etmesi beklenmiştir.
Kurallara, töreye, geleneklere uygun davrananlara nomoslu, yani namuslu, ahlaklı ve erdemli gibi nitelikler yüklenerek yüceltildiği, bu insanlar da saygı değer kabul edilmişlerdir.
Bu kurallara, yasalara uygun davranmayanlara karşı da toplulukça veya topluluğu oluşturan insanlarca aşağılayıcı, dışlayıcı bir tavır geliştirilmiştir, bununla da kalmayarak o kişileri yine başka kurallarla cezalandırma yoluna gidilmiştir..
Nomos sözcüğünün anlamına kısaca kural dersek kuralsız davranışları da anomos başlığı altında toplayabiliriz. Anomos sözcüğü Fransızcaya ve İngilizceye anomie olarak girmiştir. Eski Yunancada  ánomos ἄνοµος yasadışı, kural tanımaz anlamına geliyor. Anomos sözcüğü olumsuzluk bildiren önekle nomosun birleştirilerek elde edilmiştir.( an+ nomós ) Anomos giderek anomi halini almıştır.

Not: a) Anomi sözcüğünü sosyoloji terimi olarak Fransız sosyolog Émile Durkheim 19. yüzyıl sonlarında intihara ilişkin araştırmasında öne çıkararak yaygınlık kazanmasına aracılık etmiştir. Durkheim’e göre kişinin toplumla olan bağlarını koparması bir anomie durumudur. Bu durumda olanlara da anomique denmektedir.

Not: b) Nomos sözcüğü daha sonraki yıllarda Arapçaya girmiş oradan da dilimize namus olarak alınmıştır. Nomos sözcüğü önceleri yasa, kural töre anlamına kullanılırken daha sonraları anlam kayması olmuş ve namus insanların yasaya, töreye uygun davranmasından çok cinsiyetçi bir içeriğe bürünmüştür.

Bir toplumda nomosun yerini anomos almış ise başka bir anlatımla nomosa, yasalara, kurallara olan güven sistematik bir tarzda zedelenip yıpranmış ise toplumda adalet ve eşitlik zarar görmüş ise kaba güç egemen olur. Sorunlar bu kaba güç ile çözümlenmeye çalışılır. Tıpkı nomos öncesi durum gibi. Bu da toplumsal bir kaostur. Kaos acı, gözyaşı ve kan demektir. Kaostan kurtulmanın yolu nomosu yeniden egemen kılmaktır. Bunun yolu da günümüzde, toplumdaki yasama, yürütme ve yargılama erklerinin ayrılması, hukukun üstünlüğü ilkesi, tarafsız ve bağımsız bir yargı ve yargıç güvencesidir.

Son günlerde artan bir hızla toplumun varlık nedeni olan ve toplumu yaşatan kuralların dışında kimi güç odaklarının topluma, toplumun işleyişine egemen olmaya başladığı derin bir kaygı ile izlenmektedir. Mafya tarzı söylem ve eylemlerle toplum bir belirsizliğe, bireyler karamsarlığa itilmektedir.
Toplumda yönetimi üstlenmiş olanların bir an önce yasanın, yasaların eşit, bağımsız, tarafsız ve adil gücünü egemen kılmaları ya da görevi bu işi yapacak olanlara bırakmaları biricik çözüm yoludur.

Buraya kadar elimizden geldiğince anlatmaya çalıştığımız gibi “ nomos “ kavramı yasa, kural anlamına gelmektedir. Bir düzeni ifade etmekte kullanılmaktadır.
Bu gün dilimize de girmiş birkaç kavramın da burada üzerinde durmakta yarar var. Örneğin: Otonomi, gastronomi, astronomi ve metronom gibi.
Bu kavramların hepsi nomos-nomi yani belli bir şeyin kurallaştırılmasıyla ilgilidir. Otonomi yendi yönetim kuralını koyan, astronomi yıldızlar arasındaki doğal kurallar, gastronomi yeme içme ile ilgili, sindirimle ilgili kurallar ve metronom seslerin bir zaman aralığındaki düzeni kuralları gibi… Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ama bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.

Dikkat edilecek olursa nomos kavramının buraya kadar anlamının cinsellik ile hiç ilgisi bulunmamaktadır.

Ancak ilerleyen zaman içinde nomos kavramında bir anlam kayması olmuş, bu kavram insanların arasındaki cinsel ilişkiler için de düzenleyici olmaya başlamıştır.Yani toplumun kurallarına uygun cinsel ilişki veya uygun olmayan cinsel ilişkiler de bu kavramla sınıflandırılmıştır.

Roma Kültüründe yaptığımız yolculukta karşımıza “homo sacer” kavramı çıkmaktadır. Diğer bazı suçlar yanında insanların cinsel kurallara (cinsel nomos’lara) aykırı davranışları nedeniyle de öldürülebilecekleri öngörülmektedir. Ancak bu şekilde cezalandırılacak kişilerin dinsel bir ritüel ile kurban edilmesi yasaklanmıştır. Çünkü tanrılara adanan kurbanın kusursuz olması gerekmektedir. Bu duruma gelmiş kişi ise yurttaşlık hakları elinden alınmıştır. O artık bir hukuk öznesi, süjesi bile değildir. Yasalar önünde aşağılanmış bir insandır.

Daha sonra Ortadoğu coğrafyasından çıkan üç büyük dinin uygulamalarında terimin diğer anlamları törpülenmiş cinsiyet yönü çokça öne çıkarılmıştır.
Öngörülmeyen yani toplumca kabul edilmiş kurallara aykırı, evlilik ilişkisi dışında yapılan cinsel ilişkiler çok ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Roma’da yeni filizlenen homo sacer terimini, recim (cezalandırılacak insanın bedeninin yarı yarıya kuma, toprağa gömüldükten sonra taşlanarak öldürülmesi) cezasının zaman zaman uygulandığını biliyoruz.

Yahudilikte de recim cezası bulunmakla birlikte Müslümanlıkta hayli yaygınlaştığı görülmektedir. Hıristiyanlıkta ise recim cezasına sıcak bakılmamıştır. “İlk taşı içinizde en günahsız olanınız atsın” sözü bu konudaki görüşü açıklamaktadır. Recim cezası uygulamasında zani-zaniye ayrımı yapılmamış olsa da bu cezanın daha çok kadınlara uygulandığı bir gerçektir.

Bu tarihlerden önce de, örneğin Hammurabi döneminde zina yapanın suda boğularak öldürüldüğü belgelerden anlaşılmaktadır.
Antik Yunanda ve devamı Roma’da diğer kültürlerden biraz farklı bir anlayış bulunuyor.
Atina’da para karşılığı cinsel ilişkide bulunanlara porne deniyormuş. Yine bunların arasında itibarlı fahişeler varmış. Bunların adlarına hetaire veya hetaere deniyormuş. Hetaireler güzellikleriyle olduğu kadar yetenekleriyle ve akli melekeleriyle de toplumda üstün tutuluyorlarmış. Aristophanes’in mizahi anlatımlarından anlayabildiğimiz kadar kadın için ciddi bir ceza öngörülmezken evli bir kadınla suçüstü yakalanan erkek ( moikos=zani) yakalayan tarafından cezalandırılmaktadır. Ancak bu cezada bıçak kullanmaması gerekmektedir. Amaç bu kişinin a) canını yakmak ve b) toplum içinde rezil etmektir. Bu cezalardan bir tanesi kasık kıllarının yolunması ve bir başkası da (Bulutlar adlı oyun) erkeğin anüsüne turp sokulmasıdır.

Bilinen en ünlü hetaire ise Phryne’dir.
Phryne tanrıça Aphrodite kadar güzeldir. Onunla birçok senatör az ya da çok ilişki içine girmiştir. Girmeyenler de hayranlık ve saygılarını gizleyememişlerdir.

Gérôme'un Güzelliğiyle Öne Çıkan "Phryne" Tablosu Üzerinden Van Gogh'un Güzellik Yorumu

 

Phryne – Aphrodite

gece gündüz demedim
yol yolak, yalın yapıldak
kazan kepçe misali aradım, durdum
buldum sonunda
karadeniz’in bir kıyısında
costanta’da, bir eli çenesinin altında
kara kara düşünüyordu roma sürgünü
bilse bilse o bilir dedim
merakımı körelteyim istedim
sordum kısık sesle
söyle bana
aphrodite mi güzel, phryne mi
şaşırdı
onca aşk görmüş geçirmiş ovidius
ovidius sakalını karıştırdı
ben bilmem, praksiteles’e sor dedi
sağ ol dedim, kardaş sağ ol
yağladım tabanlarımı
koştum knidos’a
nefes nefese
söyle dedim, söyle
ıskarpelasını yere bıraktı
gözünü terasa çevirdi
sen karar ver dedi, güzel mi
elbette güzeldir
güzel olmasa verir miydi
bithynia kucak dolusu altını
ya phryne
phryne ölümlüydü, öldü dedi
kalakaldım
oyuncağı kırılmış çocuk misali
ellerini gösterdi
ama aphrodit yaşıyor dedi
gücüne gitmesin tanrıların, tanrıçaların
sakın kıskanmasın lesvos’un sappho’su
onu benim ellerim yarattı, yüreğim yaşatıyor

Açıklama

Aphrodite : Güzellik Tanrıçası
Phryne : Aphrodite heykeli için modellik yapmış Knidos’lu fahişe
Knidos : Bu günkü Datça
Praksiteles: En güzel Aphrodite heykelini yontan heykeltıraş.
Knidos Aphrodite’i en güzel Aphrodite heykeli
Bytinia: Bu günkü İzmit’i de içine alan bir uygarlık
Ovidius: Romalı şair, Romanya’ya sürgün edilmiş
Costanta: Köstence – Romanya’nın Karadeniz kıyısında bir kent

Jean-Leon Gerome’un tablosu ilgi çekicidir. Yargılanmak üzere meclis önüne getirilen Phryne’yi savunan avukatı bu varlığı mı cezalandıracaksınız diye üzerindeki mavi örtüyü bir el hareketiyle kaldırır, atar. Çırılçıplak kalan Phryne utanmıştır ama cinsel organını değil el ve kolu ile gözlerini kapatmıştır. Meclisin yaşlı erkek üyeleri ise gözleri fal taşı gibi açılmış bu güzelliği seyretmektedirler. Bu resim için Van Gogh tarafından yapılan yorum ise ayrı bir tartışma konusudur.

Bu noktada farklı kültürlerin cinsel suçlar ve bu suçlar için kabul ettikleri cezalar arasında farklı anlayış ve uygulamaların olduğunu görüyoruz.

Ama bu anlayışların hepsinin ortak bir noktası bulunmaktadır. Neolitik dönem öncesinde üretim tarzı toplayıcılık ve avcılıktı. Bu üretim tarzı içinde ailenin yapısı bildiğimizden farklıydı. Neolitik dönem ile birlikte kadın ile erkek arasındaki işbölümü biraz daha netleşmiş kadın daha çok evde, mağarada çocuklarıyla ve ev işleriyle, ehlileştirilmiş hayvanlarla uğraşırken erkek dışarıda avlanma, uzak bölgelerde toplayıcılık ve klanın, ailenin güvenlik işlerini üstlenmiştir. Bu aşama içinde erkek var olan fizik gücünü daha da geliştirmiş ve kadın karşısında görece bir üstünlük elde etmiştir.
Neolitik dönem başlangıcında ve ilk dönemlerinde kadın yine de yaratıcı ve üretici güçlerin simgesi olarak tanımlanmış, doğa bu yaratıcılık bağlamında değerlendirilmiş ve bir ana tanrıça kültü oluşmuştur. Ancak bu devam etmemiş üretim sonucu ortaya çıkan değerler üzerinde erkeğin söz, karar ve tasarruf alanı güçlenmiş ve anaerkil toplum yapısı yerini ataerkil toplum yapısına bırakmıştır.
Bu toplum düzeni genel olarak pagan inanışların gücünü kaybetmesi ve tek tanrılı dinlerin güçlenmesiyle iyice yerleşmiştir. Toplumda üretim araçlarını elinde tutan sınıflar ve bu sınıflardaki erkek cins kadını da kendi mamelekinden bir parça gibi görmeye başlamıştır. Erkeğin, ister farkında olsun ister olmasın bilinçaltında yatan dürtü mülkiyetin korunup büyütülmesidir. Kadının başka bir erkekle cinsel ilişki içinde olması doğacak bir çocuk düşünüldüğünde erkeğin mülkiyet hakları için çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. İşte bu yüzden kan bağı bilerek ve isteyerek hep öne çıkarılmıştır. Daha sonra da milliyet ve kültür birliktelikleri insanları ayrıştırmıştır. Buraya kadar anlattıklarımıza tarih çarkının doğal işleyişi olarak bakmak, değerlendirmek gerekir.

Ancak burada konumuzun başına dönerek şu soruları ısrarla sormak gerekiyor.
NAMUS, kimin namusu?
NAMUS konusunda erkek niçin bu kadar büyük bir görev üstleniyor?
NAMUS ile korunmak istenen kadının sağlığı ve özgürlüğü mü, erkeğin adına onur, iffet, şeref, haysiyet ve başka ne dersek diyelim mülkiyetinin, kadın üzerinde kurduğu hegemonyanın korunması mı?
NAMUS kavramı içinde sevginin ve aşkın yeri neresidir?
NAMUS için çok çeşitli yasaklar ve yaptırımlar icat ederken özellikle kadının seçme, istediği ile aşk yaşama veya istemediği bir insanla cinsel birliktelikleri yaşamama ve çocuk yapma veya yapmama özgürlüğü niçin düşünülmemektedir?

Kocası tarafından fuhşa yani istemediği insanlarla para karşılığında cinsel ilişkiye zorlanan ve kabul etmediği için fiziki tacize uğrayan, ölümle tehdit edilen bir kadının “ o öldürmeden ben onu öldürdüm” diyerek mahkemede savunma yaptığını gazetelerde okuyor, görüntülerini televizyonlarda görüyoruz. Aynı kadın eğer o beni öldürmüş olsaydı, takım elbisesini giyecek, sizlerin huzurunda biraz boynunu bükecek ve yasal indirimlerden yararlanacak bir miktar ceza alacak ve yine infaz yasasının sağladığı olanaklardan da yararlanacak bir süre hapis yattıktan sonra elini kolunu sallayarak dolaşabilecekti. Aynı kadın benim takım elbisem yok, annemin bana aldığı bu tişörtü giyiyorum diyor. Ve benim boyun bükmemi bekliyorsanız boynumu bükmeyeceğim, ben yapmam gerekeni yaptım diyerek savunmasını tamamlıyor.
Tekrar sormak gerekir.
NAMUS bu kadının iffeti, bu kadının özgürlüğü mü, yoksa namus erkeğin “şerefi” midir? Toplumda erkeğe boynuzlu, boynuzsuz denmesine karşı ataerkil düzenin kendisinin bir savunması mıdır?

İster kadın ister erkek olsun, birinin diğerine sadakati asla tek taraflı değildir.
Saygı ve sevgi bir terazinin iki kefesi gibidir.
Şunu da hemen belirtmekte yarar vardır: Kadın toplumun kabul etmediği bir davranışta bulunuyorsa bu eylemini tek başına yapmıyor. Bir başka erkekle bu “yanlış” şeyi yapıyordur.

Böyle bir eylem sonunda kadın kirleniyorsa erkek niçin kirlenmiyor? Bu eylem ile kadının veya kadının içinde yaşadığı topluluğun namusu zarar görüyorsa erkeğin veya erkeğin içinde yaşadığı topluluğun namusu niçin zarar görmüyor?
Ceza yasaların ortak bir özelliği cezaların kişiselliği bir başka özelliği de suç işleme kastının veya kusurunun olup olmadığı ilkesidir. Toplumda yaşanan olaylara baktığımızda kadının bilerek ve isteyerek bu “suçu” işlediği durumlar çok enderdir. Kaldı ki birçok olay kadının istememesine karşın erkeğin şiddet kullanarak veya hileli yollar kullanılarak gerçekleşmektedir.

İster kadın ister erkek olsun, evlenirken birbirlerine verdikleri sözü şu veya bu nedenle sürdüremeyecekleri kanısına varıyorlarsa o sözleşmeyi karşılıklı konuşarak sona erdirebilmelidirler. İki taraftan birinin kendi düşüncesinde ısrar etmesi ve bu ısrarını fiziksel güç kullanarak kabul ettirmeye kalkışması asla kabul edilemez.

Toplumun evlilik kurumunu düzenleyen kurum ve kuralları evlilik sözleşmesini ne kadar kolaylaştırıyorsa o evliliğin sona ermesini de gerektirici nedenlerin ortaya çıkması halinde aynı şekilde kolaylaştırıcı olmalıdır.

Ortada bir çocuk varsa bu çocuğun anne ve babanın bir malı olmadığı, o çocuğun toplumun bir bireyi olduğu düşünülerek gerekli önlemleri devletin hiç duraksamadan ve tam olarak yerine getirmesi gerekir.

Toplumda geçerli olan, adet, töre, gelenek, din ve hukuk kurallarında ve konuşmakta olduğumuz dilde insan özgürlüğüne, aşka ve sevgiye engel tüm kural ve anlayışlar ayıklanıp atılmalıdır. Ne yazıktır ki; toplumların kültürlerine bir kene gibi yerleşmiş olan ve kadını hedef alan cinsel nitelikli küfür ve hakaretler mutlaka yok edilmelidir. Bu belki zordur ama imkânsız değildir.

Bin yıllardır süregelen ataerkil kültürün bir sonucu olarak kadının bedeni kendi kişiliğinden kopartılıp soyutlanarak kadının evde, tarlada ve işliklerde istenilmeyen, beğenilmeyen işleri yapması çocuk doğuran, onları emziren, doyuran büyüten bir makineye, basit bir araca çevrilmiş olması kabul edilemez. Kadının zaman içinde işbölümüyle ortaya çıkan küçük farklılıklar dışında erkekten eksik bir yanı bulunmamaktadır. Dişi varlığın genetik yönden daha zayıf, daha kırılgan olduğu erkeklerin bir hüsnü kuruntusundan ibarettir. Bir aslan ailesinde avlanma işlerinin daha çok dişiler tarafından yapıldığı unutulmamalıdır. Bunun karşılığında süslü yelesi ile etrafına çalım satan ormanların taçsız kralı erkek aslan ise emzirme dışında çocukların bakımı ve korunmasıyla ödevlidir. Kadın toplumda her işi başarıyla yaptığına ve yapabildiğine göre erkeğin sahip olduğu haklardan aynı şekilde erkekle eşit olarak yararlanmalıdır. Kadının yarım miras payı veya tanıklığının erkeğe göre eksik, yarım değerde oluşu XXI.Yüzyıl uygarlığı için ancak tarihsel bir değeri olabilir.

Kadın bedeni, yaratılmış olan güzellik metaforları ile sözde onların rızaları ve istekleri doğrultusunda modalar oluşturulup tecimsel bir konuya dönüştürülmekte ve kadına değil onlar üzerinden para kazanmak isteyenlere hizmet etmektedir.
Kadının görsel güzelliği erkeğin erotik istekleri ve fantezileri doğrultusunda şekillenmektedir. İçinde yaşadığımız ekonomik sistem erkeğin kışkırtılan erotik istek ve dürtülerinden yararlanarak başlı başına bir sektör oluşturmaktadır. Kadın erotizmin bir öznesi değil onun bir nesnesi, aracı haline getirilmiştir. Kadın için erotizm zevk alınacak ve istenecek bir şey olarak değil katlanılacak ve bazı kişisel veya toplumsal ödevleri yerine getirecek canlı bir araç, bir köle durumuna getirilmiştir.
Kadının zevk alması hoş karşılanmamış, ayıp ve günah sayılmıştır. Dünyada başta Sudan ve Ethiopia olmak üzere birçok ülkede geleneksel ve dinsel bahaneler öne sürülerek kadınların sünnet edildiği bilinmektedir. Bu insana yapılabilecek kötülüklerin en başında gelen bir vahşettir. UNICEF’ in 2016 yılı raporuna göre 27 Afrika ülkesi, Endonezya, Irak Kürdistan Bölgesi ve Yemen olmak üzere 30 ülkede üreme organları sünnet adı altında sakatlanan kadın sayısı 200 milyonun üzerindedir.

Toplumda geçerli kadın erkek cinsel ilişkisi türünün dışındaki cinsel eğilim ve ilişkilere karışı dünyamız nedeni anlaşılamayan bir hiddet, şiddet ve ikiyüzlülük içindedir. Bu şiddet insanların öldürülmesi noktasına kadar uzanmaktadır. İran, Afganistan gibi birçok ülkede acı örneklerine rastlanılmaktadır. LBGTİ başlığı altında toplanan bu insanlara karşı hoşgörü gösterilmemektedir. Oysa bu insanların yararı veya zararı kendisine ait yaşama biçimlerini kendi aralarında sürdürmeleri hiç kimseyi ilgilendirmemektedir, ilgilendirmemelidir.

ABD başkanlarından Bill Clinton ile Monica Lewinsky arasında yaşanmış olayları tüm dünya basını diline dolamışken Federal Mahkeme bu olayların kişilerin kendi özgürlüklerine ait bir konu olduğunu gerekçe göstererek herhangi bir yaptırım öngörmeme adilliğini ve basiretini göstermiştir.

Kadına karşı yaygın şiddet gösterilerine karşın el altından bu tür ilişkilerin teşvik edildiği de bilinmektedir. Bunun örneklerine tarihte ve günümüzde sıklıkla rastlanılmaktadır. Eşcinsellik zaman, coğrafya ve kültür farklılıklarına göre bazen görmezden gelinebildiği gibi bazen de ağır yaptırımlara uğramaktadır. Örneğin bir eski Yunan özdeyişine göre “bir kimse evindeki hizmetinin görülebilmesi için kadın, zevklerini yaşayabilmesi için erkek” arkadaşlar edinmelidir. Yine antik dönemde Lesvos Adasında yaşayan Sappho’ya karşı toplum hoşgörüyle bakmıştır. Osmanlı toplumunda ise eşcinsellik büyük bir günah olarak kabul edilmesine karşın gerek saray çevresinde ve gerekse diğer toplum kesimlerde hiç de anımsanamayacak boyutlara ulaşmıştır. Bu gün Emirgân Parkının öyküsünü bilenler konunun bu boyutunu gözlerinde canlandırabilirler. 1687 yılında Derviş İsmail tarafından kaleme alınmış “Dellakname i Dilküşa” adlı kitap özellikle İstanbul hamamlarında dönen dolapları tüm çıplaklığı ve ayrıntıları ile anlatmaktadır. Anadolu’nun bazı bölgelerinde yapılan oturak alemlerinde konuşulanlar halk arasında çeşitli söylentilere neden olmuştur. Lale Devri’nin ünlü şairi Nedim’ in yine çok ünlü şiiri Sadabat başlı başına bir inceleme konusu olabilir. Eskiden okullarda Türkçe ve Edebiyat derslerinde Divan Edebiyatı ve aruz vezni anlatılıp örneklendirilirken bu şiirin bir bölümü öğrencilere sansür edilmekteydi. Eğer bu şiirin tamamı veya sözünü ettiğimiz kitap bu gün yazılıp basılmaya kalksa ya da yeniden hortlatılmaya çalışılan tekke ve zaviyelerde süre giden taciz, tecavüz ve bademleme olayları yazılmaya kalkışılsa büyük olasılıkla üzerinde mürekkebi bile kurumadan toplatılırdı. Fransa’da Marquis de Sade toplumun ikiyüzlülüğünü gösterir öyküleri ile psikolojiye konu olmuştur. Özellikle batılı topluluklarda görülen ve “ kralın ilk gece hakkı” diye bilinen uygulama feodalizmin çirkin yüzünü göstermektedir.
Bütün bu anlatılanlar namus kavramının en çok üzerinde durulduğu, insanların birbirlerini öldürdükleri, düellolar yapıldığı toplumlarda ve dönemlerde öne çıkmaktadır.

01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı YTCK ile 765 sayılı TCK arasında cinsel suçların düzenlenmesi konusunda büyük farklar bulunmaktadır. Özellikle bu düzenlemelerle korunan hukuki yararlar arasında çok önemli farklar vardır. Eski yasanın 416-424 maddeleri arasında düzenlenen cinsel suçların başlığı “Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler” iken yeni yasada bu konu 102-105. maddeler arasında “Kişilere Karşı İşlenen Suçlar” arasında “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenmiştir. Bu öyle basit bir değişiklik değildir. Bu düzenleme ile cinsel suçlar aileyi ve genel ahlakı ilgilendiren bir konu olmaktan çıkarılmış ve cinsellik kişisel bir özgürlük olarak ele alınmıştır. Başka bir anlatımla merkezde artık toplum ve aile değil kişinin kendi değerleri yer almaktadır. Bu değişikliğin tüm toplum katmanlarınca dönüp dönüp okunmasında büyük yararlar vardır.

Yasanın 102. maddesinde Cinsel Saldırı, 103. maddesinde çocukların Cinsel İstismarı 104. maddesinde Reşit Olmayanla Cinsel İlişki ve 105. maddesinde de Cinsel Taciz konuları ayrıntılı olarak hükme bağlanmıştır.
Bu maddelerin ve yaptırımı olan cezaların yeterli olup olmadığı elbette tartışılabilir. Toplumda beliren yeni gereksinimlere göre değişiklikler yapılabilir. Bunlar hukuk tekniği ile bir çözüme ulaştırılabilir.

Yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi yeni yasamız merkeze insanı alarak devrim niteliğinde önemli bir aşama sağlamıştır. Ne var ki yasa ile getirilen bu önemli gelişmeler toplumda bireyler tarafından yeteri kadar özümsenmemiş uygulayıcısı olan mahkemelerimiz de gerek ceza yasalarında ve gerekse infaz yasalarında yer alan hükümleri yanlış yorumlayıp, yanlış uygulayarak yasanın amaçladığı sonuçların sağlanmasına engel olmuşlardır.

Bir anda kadın hakları ve kadına karşı şiddetin önlenmesi amacıyla İstanbul Sözleşmesi imzalanırken öte yandan bu yasa ile sağlanması öngörülen olumlu sonuçları boşa çıkaracak şekilde toplumun kurum ve kuruluşları adeta seferber olmuşlardır. Bir yandan işlenen suçlara, taciz, tecavüz ve cinayetlere gözyaşı dökülürken öte yandan feodal kalıntıları ve ataerkil aile yapısını daha da sağlamlaştıracak, pekiştirecek ve yaygınlaştıracak çoğu dinsel ve geleneksel alışkanlıklar teşvik edilmektedir.
İstanbul Sözleşmesi adıyla anılan sözleşmeden tek taraflı olarak bir gece yarısı kararı ile çıkılmış olması bu ülkede yaşanan talihsizliklerin en büyüklerinden biridir.

Ceza yasamızın ilgili maddelerinde ve bu maddelerin gerekçelerinde gösterildiği gibi öncelikle bazı sözcük, terim ve kavramlarımızın gözden geçirilmesi yeni bir terminoloji oluşturulması ve bu yeni söylemin topluma benimsetilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.

Yazılı ve görsel medyalarda içki ve sigara içimini buzlama ile gösteren anlayış şiddet ve aşağılamalar konusuna sıra gelince, kadının ikinci cins olarak anlatılmasına sıra gelince sessiz kalınmaktadır. Bütün bunlara üzülerek tanık olmaktayız. Toplumun önünde olan ve topluma örnek olacak kişilerin hal ve hareketlerinde tutum ve tavırlarında daha duyarlı olmalarında yarar vardır. Şiddet içeren sahnelerin ayrıntılarına kadar göstermenin zararları topluma dikkate anlatılmalıdır. Elbette bir sanat yapıtında veya bir dizi filmde gerçekçi olunacaktır ama kötülüğün ödüllendirilmesi, iyiliğin cezalandırılması anlamını taşıyan anlayışa da artık bir son verilmelidir.

Namus, ırz, haya, iffet, edep, onur, şeref, haysiyet, vakar, dürüstlük gibi terimlerin yeniden anlamlandırılması bazılarına göre ayrıntı imiş gibi, havanda su dövmek gibi gelebilir ancak doğru bir terminolojinin, sorunu tanımlama ve çözmede çok önemli bir yeri vardır. Örneğin namus denen şeyin bir aileye, bir aşirete ait bir şey olmadığı doğrudan kişinin kendisine ait olduğu baştan kabul edilirse bu terimin öznesi durumunda olan mağdur o kişi suçlu karşısında kendisini daha güçlü hissedecektir. Öte yandan yaptırımlar da bu yönde geliştirilirse önemli ölçüde bir yol alınabilir.

Yapılması gereken yazımızın başında da belirttiğimiz gibi namus sözcüğünü insanın özellikle de kadının iki bacağı arasına sıkışmaktan kurtarmak ve unutturulan ilk anlamına kavuşturmaktır. Namus insanla toplum ve insanla diğer insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, insanların aralarında uzlaşarak oluşturdukları kurallardır. Bu kuralların başında
a) verdiği sözde durmak,
b) yalan söylememek ve
c) başkalarına ait olana el uzatmamaktır.
Bu kurallara uyma haline erdem ve onur diyebiliriz. Onur o kişinin iyi ya da kötü veya namuslu ya da namussuz olduğunu gösterir en önemli sıfatıdır. Cinsel konulardaki düşünce ve eylemleri ise tümüyle o insana ait bir konudur. Bu konuya başka insanlarının ve toplumun burnunu sokmaması gerekir. İnsanlar şiddet kullanmadan ve hile yapmadan başkaları ile anlaşarak ve uzlaşarak istediğini yapma haklarına sahiptir. Bu hak temel insan haklarının bir sonucudur. Toplumda barış ve huzur içinde yaşamanın koşulu bu temel insan hakkına herkesin ama demeden, duraksamadan uyması gerekir. Toplumu düzenleyen dogmaların, çağını doldurmuş din kurallarının, örf, adet ve geleneklerin, görgü kurallarının ayıklanması ve yürürlükteki yasaların da buna göre yeniden düzenlenmesi zorunludur..
Bu sonuçların elde edilebilmesinin ve kalıcılığının sağlanabilmesinin en önemli koşulunun toplumda üretim araçları üzerindeki mülkiyetin topluma mal edilmesi ve üretici bir güç olarak kadının üretim ilişkisi içinde erkeğe eşit koşullarda hak ettiği yeri alması ve böylece ekonomik bağımsızlığını kazanması olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Saygılarımla…

Av. Ali Can Polat

 

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.