MÜSTEHCEN VE ÇIPLAKLIK KAVRAMLARI ÜZERİNE
Biliyorum, birçoğu bunları ‘zaten’ herkes biliyor, şimdi burada tekrar konuşmanın yazmanın ne âlemi var diyecek ve bana kızacaktır. Zaten diyenler ile işimiz kolay okumayı bırakırlar, olur biter. Zaten diyenlerin dışında kalanlardan birçoğu gözünü kapatsalar ve başlarını bir başka yöne çevirseler bile yine de kulaklarıyla nedir, ne diyecek acaba, diye merak edeceklerdir. Biz merak edenlerle yolumuza devam edebiliriz. Elbette merak edilecek olan benim yazacaklarımdan çok bu iki sözcüğün anlamı içinde gizli, gizemli hallerdir. Ne kadar baştan itici gibi görünseler de bu iki sözcük dünyanın her yerinde ve her zaman merak uyandırmıştır. Bu iki kavramın arkasındaki anlam her insana az ya da çok çekici geliyor.
Gerçekten, nedir bu kavramların anlatmak istedikleri, bu kavramların kökü, kökleri nerelere uzanıyor? Bunlara birlikte öz atalım, biraz kurcalayalım mı?
Daha önce de Kavram Mutfağı’ nda “Dekolte, Tesettür, Müstehcen, Pornografi, Erotizm başlığı altında: https://alicanpolat.com/dekolte-tesettur-mustehcen-pornografi-erotizm/
ve Namus başlığı altında: https://alicanpolat.com/n-a-m-u-s/ yazılar yayınlamıştım. Şimdi bu yazıyla konunun üzerinde biraz daha duracağız.
TDK Türkçe Sözlükte (s.537) Arapça bir sözcük olan müstehcen için açık, saçık edepsizce (olan) açıklaması yapılmış.
Dijital ortamda yayınlanan TDK Güncel Sözlük’ te de müstehcen sözcüğü açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız sözleriyle tanımlanmıştır.
Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ ında (s. 876) müstehcen sözcüğünün Arapça hücnet’ ten türetildiğini, istihcân edilmiş, açık saçık, edepsizce olan ((bi-edephâne, perde-birûnâne=edep perdesini yırtarcasına, yüzsüzce) anlamlarına geldiğini görmekteyiz. Müstehcen sözcüğü Arapçada eril bir sözcük, müennesi yani dişili de müstehcene imiş. Benzer bir sözcük de müstehcin. O da, istihcan eden, çirkin, fena, kötü gören anlamlarına geliyor. İstihcan, Ferit Develioğlu’na göre (s.524) çirkin bulma, ayıplama anlamına gelmektedir. Kökü yine hücnet sözcüğüdür.
Şemseddin Sami’nin Kâmûs-î Türkî sinde (s.1036) Develioğlu’nun açıklamalarında ile aynı anlatımlar vardır. Aynı sözlüğe göre hücnet kusur, ayıp anlamlarına gelmektedir. Kelâm ve lisân hakkında kullanılırmış.
İlhan Ayverdi’nin dijital Kubbealtı Sözlüğünde müstehcen Arapça (ﻣﺴﺘﻬﺠﻦ) bir sıfattır. İstihcān “çirkin bulmak, ayıplamaktan türetilmiştir. Edep ve hayâ duyguları ile bağdaşmayan, edep ve ahlâka aykırı, açık saçık, ayıp, müstehcen sözler, müstehcen sahneler, müstehcen neşriyat gibi şeylerdir.
Sevan Nişanyan Sözlerin Soyağacı adlı kitabında (s.339) Arapça müstehcen (mustahcan) sözcüğünü çirkin sayılan, ayıplanan olarak açıklamaktadır.
Söz arasında hecin sözcüğünü de anabiliriz. Hecin ilk anlamı ile hörgüçlü deve anlamına geliyor. Kim bilir deveyi belki de çirkin buldukları içindir! İkinci anlamı ise soyu bozuk, soysuz, melez…
Yine anlam yakınlığı dikkate alınarak hiciv, hicap ve mahcup sözlerini anımsamakta yarar var. Bunlar arasında ortak noktalar çirkin, ayıp, alay ve yergi kavramlarıdır.
Meydan Larousse (s.9-162)’ de bu sözcüğün Arapça hücnet sözcüğünden geldiğini, önce istihcan şekline sonra da müstehcene evrildiğini anlatmaktadır. Türkçede sıfat haliyle yani müstehcen olarak kullanılmaktadır. Anlamı açık saçık, edep ve haya duygularına aykırı, yakışıksız olarak açıklanmaktadır. Müstehcin de ayıp sayan, çirkin gören anlamına gelmektedir. Hukuk açısından kişinin ar ve hayâ duygularını rencide eden her türlü resim, yazı, fotoğraf ve hareketler müstehcenlik olarak değerlendirilmektedir. Müstehcenlik toplumun anlayışına göre değişen bir kavramdır.
Müstehcen karşılığı olarak Latincede obscenus sözcüğü bulunmaktadır. Bu sözcük tüm Batı dillerine de fonetik ve morfolojik küçük ayrımlarla geçmiştir. Fransızca müstehcen karşılığı olarak licencieux (libidonus) obscène ve scabreux impudique (utanmaz) kullanılmaktadır. Bu sıfatları çapkın, ahlaksız müstehcen kaba ve utanmaz, uygunsuz olarak çevirebiliriz. Hatta bunların arasına yüzsüzce sıfatını da ekleyebiliriz. Obscurantisme (= gericilik, aydınlanmaya karşı çıkış, gerçeği karartma) terimi de bu kökten türemiştir.
Müstehcen, kurulu düzeninin anlayışlarına açıkça aykırı olan, rahatsız edici, itici, ahlaksız şey veya hareketleri anlatmada kullanılan bir niteleme sıfatıdır. Sözcük anlamı içinde bir iğrençlik, aldatma, yüzsüzlük, sahtekârlık, ataklık, pislik ve ahlaksızlığı barındırmaktadır. İngilizce bu konuda sanırım daha zengin bir çeşitliliğe sahip. Lust, hardcore, seductive, sensualite, nymphomaniac gibi eş sözcükleri de görebiliyoruz.
Latincede porna olan sözcük de Batı dillerine porno veya porn olarak geçmiştir. Porno konularının basım ve yayım yoluyla çoğaltılıp yayınlanmasına da pornographie deniyor.
Müstehcen kavramına yüklenen anlamlar zaman, coğrafya ve kültürle bağlantılı olarak değişiklikler göstermiştir. Eski Sümerlerde, Mısırda, Yunan ve Roma kültüründe farklı, Uzakdoğu kültüründe farklıdır. Örneğin İbn-i Batuta Hindistan seyahati sırasında Khajuraho’yu ziyaret etmiş ve Jain tapınağını süsleyen çok fazla sayıdaki heykellerle erotik fantezi denebilecek insan ilişkilerinin ayrıntılı şekilde resmedildiğini görünce düşündüklerini, şaşkınlığını “fesuphanallah” diyerek ifade etmek gereksinimini duymuştur…
Bazı topluluklarda eşcinsellik doğal sayılırken bazılarında şiddetle protesto edilmektedir. Söylencelerde Ad kavminden, Sodom ve Gomora’ dan söz edilmekteyse de bunları ilişkin yeterli bilgi ve belgeye rastlanılmamıştır.
Bazı toplumlarda cinselliğin her türünün konuşulması, yazılıp çizilmesi adeta bir tabu zırhı içine alınmış iken bazı toplumlarda pek de öyle olmamaktadır. Örneğin gençlerin ergenlik çağına girmeleri, hele de genç bir kızın ilk regl olması hep utanılacak saklanılacak bir şey olarak algılanmaktadır. Buna karşın SriLanka’nın bazı bölgelerinde regl aile ve akrabalar arasında bayram havası içinde kutlanabilmektedir.
Cinsellik Batı kültüründe de zaman içinde büyük değişiklikleri uğramıştır. Fransa’da Marquis de Sade ile ortaya çıkan olaylar ve erotik, pornografik yazılar hayli sarsıcı olmuştur. Onunla birlikte Sadizm adıyla yeni bir kavram doğmuştur,
Freud ve diğer psikologlar yaşamdaki cinsellikle ilgili derinlemesine araştırmalar yapmışlardır. Freud’la birlikte cinsellik yeni bir anlam kazanmaya başlamıştır.
ABD’ de Alfred Kinsey raporları cinsel yaşamda adeta bir devrim niteliğindedir.
Konu aslında bu anlatılanların dışında çok geniştir, alt alta yazarken bile bir çoğu bir çırpıda akla gelmemektedir. Ancak kök ve anlamını kavrayabilmek için sanırım bu kadarı yeterlidir.
Türkçe ve yabancı dillerdeki sözlük anlamlarına bakıldığında, bir şey veya eylemi müstehcen olarak niteleyebilmek için o şey veya eylemin
a) cinsellikle ilgili olması
b) ortada bir çıplaklığın olması veya çıplaklığın çağrıştırılması
c) içinde bulunulan topluluğun (ahlak, hukuk, gelenek veya din) anlayışlarına aykırı olması
d) amacının baştan çıkarıcılığı
e) temasının çirkinlik ve kabalık içermesi
f) genellikle bu işten para veya benzer bir çıkar sağlanmak istenmesi, iyi niyetten uzak oluşu
g) içinde kişileri aldatmaya yönelik unsurlar bulunması ve
ı) bu işlerin yüzsüzlükle yapılmasıdır.
Bunlara başkaca ayırıcı özellikler eklenebilir veya duruma göre bazıları çıkarılabilir. Bunların biri veya birkaçı bir arada bulunduğunda sesli, yazılı görsel olan şeyler için müstehcen sıfatı kullanılabilir.
Ancak bu unsurlardan yalnızca birinin varlığı her zaman onu müstehcen olarak nitelemeye yetmez. Yukarıda sayılan özelliklerden çıplaklık başlı başına müstehcen olarak kabul edilemez.
Aynı sözlüklerde Türkçe olan çıplak sözcüğü, üstünde bulunması gereken giysi, süs, örtü veya benzer şeylerin olmaması durumunda o kişileri anlatmak için kullanılan bir nitelemedir.
Çıplak gözle bakmak veya görmek, görünmek deyişi ile de görmeye yardımcı bir alet kullanılmaya gerek bulunmayışı ifade edilmek istenmektedir.
Çıplak dağ, çıplak ova veya hukuk dilindeki çıplak mülkiyet terimi de onu örten veya tamamlayan bir şeyin bulunmayışını, o şeyin yalın halini anlatmada kullanılır.
Eğer insan konu edilecek olursa; doğduğunda veya dinsel inanışlara göre ilk yaratıldığında yavrusu hayvanlar âlemindeki diğer tüm canlılar gibi çıplaktır. İnsanın bu çıplak doğuşuna, çıplaklığına elbette müstehcen denemez. Doğa veya yaratıcı güç öyle uygun görseydi örtüler içinde doğumu sağlayabilirdi! İnsan örtünüyor ise bu müstehcenlikten kurtulmak için değil doğa koşullarından etkilenmemek, bebeğin soğukta üşütüp hasta olmaması içindir.
Çıplak kavramından anlaşılan şey kişiden kişiye büyük farlılıklar göstermektedir. Çıplak denince öncelikle ve özellikle kadın bedeni akla gelmektedir. Genel olarak erkeğin üreme ve boşaltım organlarının örtüsüz oluşu çıplak ve müstehcen olarak değerlendirilmektedir. Kadın olunca bu iki organa meme ve meme uçları da katılmaktadır. Kadın olunca kimi kültürlerde iş iyice uç noktalara vardırılmaktadır. Örneğin çok sözü edilen şairlerden birisi kadının peçesiz olmasını perdesiz bir eve benzetebilmektedir. Bu anlayışta olanlara geleneksel örtünme biçimi yetmemekte başörtüsünden başka türban adı altında daha çok politik ve din taraftarlığının bir simgesi olacak şekilde bir de türban gerekli görülmektedir. Bu anlayışta olanlar için kadının yüz ve bilek başlangıcının dışında kalan tüm bedeninin bir örtüyle sarılı olması gerekmektedir. Bu giysilerin beden çizgilerini belli etmemesi de gerekmektedir. Kadının en başta saçı kapalı olmalıdır. Afganistan ve benzeri ülkelerde kadının yüzü ve elleri de kapanmalı, burka adı verilen giysiyi giymelidir. Tesettür adı altında peçe, türban, şal, başörtüsü, ferace ve kara çarşaf kadına uygun görülen giysiler arasındadır. İslami anlayışta buna tesettür deniyor. Kadının bedeninin tamamı veya tamamına yakın kısmı mahrem olarak kabul ediliyor. Mahrem kuralının çiğnenmemesi için kadının evde kalması, dışarıya çıkmaması öngörülüyor.
Ülkemizde de bu aşırılıklar günden güne artmaktadır. Geçen gün bir hanım tiyatro sanatçımızın cenaze namazı kılınacağı sırasında tabutunun üzerine konan portresi kapatılmıştır. Bunun anlamı bazılarınca kadının bir portre fotoğrafı bile tesettür kurallarına aykırıdır. Bunu anlamak gerçekten çok zordur. Bir kimsenin yüzünü gösteren portre fotoğrafını müstehcen saymak gibi akla aykırı bir durum söz konusudur.
Etiopia gezimiz sırasında özellikle Omo kabilesi arasında dolaşırken bu giysilerin hiçbirini giymemiş hatta anadan üryan dolaşanları görünce bizler çok şaşırdık ama onların hiçbiri bir diğerinin giysili veya çıplak oluşu ile zerre kadar ilgilenmiyorlardı. Çıplaklık, kimseye bir zararı yoksa kimseyi baştan çıkarmıyorsa niçin gizlensin? Gizlenmenin anlamı, amacı nedir? Amaç bir şeyi gözlerden uzak tutmak ama uzak tutulan şey ne? Bu konuda verilecek yanıt çok farklıdır.
Çıplaklık kültüre olduğu kadar, coğrafya ve iklime göre de değişmektedir. Soğuk bir iklimde giyilen giysiler sıcak bir bölgeden farklıdır. Plajda giyilen giysiler ile bir okulda giyilecek giysiler de farklıdır. Bir inşaat işçisinin veya bir fabrika işçisinin giydikleriyle masa başında çalışanın giydikleri farklıdır. Çöl rüzgârlarından, insanın yüzünü tüfeğin saçmaları gibi delik deşik eden kum taneciklerinden koruyabilmek için yüzünü koruması, kapatması doğaldır.
Zaman içinde de insanların giyinme şekilleri çok farklılıklar göstermiştir. Giyinme zorlu doğa koşullarından korunmanın dışında bir zevk konusu haline gelince bunları biçimlendiren modacılar ortaya çıkmıştır.
Konu sağlık olunca da çıplaklık cinsel dürtüleri, insan erotizmini harekete erojen bir obje değil anotomik bir gerçekliktir. Hasta ve hekim Hippokrates andının sınırları içinde karşılıklı güven ve disiplinle hastalığı iyileştirmeye, hastalar da iyileşmeye çalışırlar.
Tıp Fakültesinin I. Sınıf öğrencilerinin anatomi dersinin uygulamalı ilk saatini göz önüne getiriniz. Lise öğreniminden pat diye bu laboratuvara girdiklerinde bu gençlere kadavra önce korkunç gelecek ve hepsi de irkileceklerdir. İkinci olarak kadavranın çıplaklığı o korkuyu unutturacak, bu kez kikirdemeler başlayacaktır. Öğretim görevlisinin “arkadaşlar… “ diye başlayan söylevi ise korkuyu, irkilmeyi de ayıp veya utanma kavramlarını da silip süpürecektir. Bu duygulardan kurtulanlar öğrenimlerine devam edecekler kurtulamayanlar arka kapıdan çıkıp gidecekler, kendilerine başka bir dalda eğitim olanağı arayıp bulacaklardır.
Doğada esas olan çıplaklıktır. Bir giysiye gereksinim duyma ve bu gereksinimi karşılama işin başlangıcından yüzbinlerce yıl sonrasında gerçekleşmiştir. Kedi köpek, aslan kaplan neyse insan da oydu. Üşümediği sürece giyinmeyi hiç düşünmedi. Ayıp ve günah kavramları ise günümüzden geriye doğru baktığımızda bize dün kadar yakın şeylerdir. Doğa öncesinde yani semavi dinlerdeki anlayışta, insanın atası olduğu söylenen Adam, Âdem cennette çıplaktı. Havva, Eve yaratıldığında o da çıplaktı. Örtü çok gerekli bir şey olsaydı her şeye kadir olan, her şeyin sahibi olan yaratıcı güç hiç kuşkusuz ikişer üçer metre bezi onlardan esirgemezdi.
Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi çıplaklık da örtünme de biz dünyalıların buluşlarıdır. Durup dururken de insanlar örtünmemişlerdir. Soğuktan sıcaktan veya yağmurdan yağıştan korunmak için düşünüp taşındılar derken sonunda avladıkları hayvanın derisine sarılmayı veya bir ağacın yaprağını kullanmayı akıl edebildiler. Âdem baba ile Havva anayı incir yaprağı ile gösteren resimler doğanın acımasızlığının da bir anlatımıdır. İslam’ın en çok sözü edilen yorumlarından biri olan Kısas-ı enbiyâ göre Adn adı verilen cennette yaşarlarken adı bilgi, bilme ağacı olan ağacın yasak meyvesi olan elmayı yedikten sonra kovulmuşlar ve Âdem Serendip adasına (Srilanka), Havva ise Etiyopya’ya gönderilmiştir, deport edilmişlerdir.
Daha sonra ise eş zamanlı olarak biri doğuya öteki batıya doğru hareket ederler ve şimdiki Mekke kentinin yakınlarında Arafat dağında buluşurlar. Arafat dağında incir yaprağı onların imdadına yetişir. Şimdi bile yalnız kaldıklarında karı koca arasında mahrem, namahrem konusu olmadığına göre dünyada neden şu törpü gibi incir yaprağına sarıldılar anlamak kolay değil ama öykü, inanış böyle. Fazla kurcalamaya gelmez. Arafat dağı şimdiki gibi kalabalık da değil in yok cin yokken utandılar veya birilerinin eşlerini kıskandılar da diyemeyiz.
Doğada çıplaklık esas iken nasıl oldu da çıplaklık “tehlikeli” bir hale geldi? Niçin çıplak oluşu müstehcen kavramı içine soktuk? Bu soruları inancı veya inançsızlığı ne olursa olsun herkesin tekrar tekrar sorması ve kendisi için inandırıcı bir cevap bulması gerekmektedir.
Yukarıda müstehcen kavramının anlamlarını incelerken
a) kaba,
b) çirkin,
c) iğrenç,
d) ahlaksızca, edepsizce,
f) şehvetli
g) utanmazlık,
i) baştan çıkarıcılık ve benzeri özelliklerini saydık.
İnsan utanma, ayıplanma duygusunu gizleyerek, örterek yok edemez. İnsanın bedeninden, bedenini bir parçasından utanması veya utanır hale gelmesi, getirilmesi o kişi kadar belki ondan daha çok toplumun iyileştirilmesi gereken bir hastalığıdır.
Charles Bukowski bakın ne güzel anlatmış.
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar.
Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…
Ben bu sözlerin üzerine ekleyecek bir şey bulamıyorum.
Eğer ahlak, edep gibi duygular inceleniyorsa çıplaklığın suçu ne?
Bir heykeltıraş, bir ressam, ozan, tiyatrocu veya bir edebiyatı çıplak (nu) olanı konu yapabilir. Eğer çıplaklık kötü bir şey olsaydı Praksiteles Knidos Aphrodite’sini nasıl yontabilirdi. Çıplak doğaldır, müstehcen ile arasındaki fark birisinin amacı sanat iken diğerininki paradır veya paraya benzer çıkarlardır. Birinde temiz, güzel duygular ötekinde kirli pis amaçlar vardır.
Ahlak ve edep topluluk halinde yaşayan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde saygılı veya saygısız olma durumlarından ortaya çıkmaktadırlar. Toplumun bir bireyi olarak her iki cinse ve ara cinslere bağlı kişiler mutlak anlamda eşit haklara sahiptir. Hepsi özgürdürler, herkes birbirinin haklarına ve özgürlüklerine saygı duymak, saygı göstermek zorundadırlar.
Yine yukarıda libidodan söz ettik, bu son derecede doğaldır. Bu içgüdüsel dürtülerimiz olmazsa yaşam durur, yok oluruz.
Yaşamda bedenin gereksinimlerini karşılamak için yiyip içme, varlığımız için dış tehlikelere karşı barınma ve savunma ayrıca üçüncü olarak da soyumuzu sürdürebilmek için ürememiz gerekmektedir. Ürememizi sağlayan güç bu libidodur. Bu libido sayesinde biz kendimize en uygun olan eşi, partneri arar buluruz. Bütün sorun bu işin, bir kişinin tek başına karar verip uygulayabileceği bir şey olmayışıdır. Ataol Behramoğlu’nun güzel ve anlamlı şiirinde söylediği gibi, “Ölümdür yaşanan tek başına,/ Aşk, iki kişiliktir.” İki kişi olunca da; kendisinde bunu hak olarak gören kişinin aynı hakkı, aynı özgürlüğü karşı tarafa da tanıması gerekmektedir. Aynı şeyi iki kişinin birlikte istemesiyle güller açmakta, bülbüller ötmekte, dereler çağıldamakta ama tek kişi bir şeyler yapmaya kalkışınca kızılca kıyametler kopmaktadır.
Kişilerin, özellikle erkeklerin bu işi yalnızca kendi bildikleri gibi yapmaya kalkışmaları, karşı tarafın hak ve özgürlük alanlarını çiğnemeleri üstelik bunu namus, ahlak ve din gibi şeylerin arkasına sığınarak yapmaları toplumda derin yaralar açmaktadır. Taciz, tecavüz ve cinayet olayları her geçen gün artmaktadır. İşin en düşündürücü yanı bu duyarlıkların en çok yaşandığı, yasaklamaların en çok olduğu ülkelerde bu olaylar daha da fazla olmaktadır. Bunlara koşut olarak insanın kendisinde ve toplumda huzursuzluk dayanılmaz noktalara gelmektedir.
Çıplaklığın kendisinin daha baştan çıkarıcı olduğunu söylemek olanağı yoktur. Karşı tarafın çıplaktan etkilenmesi, çıplak olana farklı anlamlar yüklemesi onu baştan çıkarıcı yapmaktadır.
İnsanın çıplak ya da giyinik karşı cinse olan ilgisini bir kazanç kapısı olarak gören anlayış kişilerin sensuel/ şehvet duygularını kötüye kullanarak çıplak olanı séduction/ kıştırtma konusu haline getirir.
Bu olaylar karşısında kanımca, olayların nedenlerini başka yerlerde aramak çözümlerini de başka yöntemlerle bulmak gerekmektedir. Bir şey için yasak konması ister istemez o şeye olan merakı artırır. Kaldı ki; cinsellik yaşanacak, ayıp, günah ve müstehcen gibi kavramlarla saklanacak, gizlenecek, yasaklanacak bir şey değildir. Toplum halinde yaşamanın birinci koşulu kişileri özgür bırakmak ve birinin özgürlüğünü yaşarken diğerinin özgürlüğüne zarar verilmemesini sağlamaktır. Bu sanıldığı kadar zor da değildir. Kuralların belirlenmesinde ve uygulanmasında öncelikle saydamlık ve kuralın insan doğasına uygun olması koşuluna uyulması gerekmektedir. Kuralların inandırıcı olması ve herkese eşit uygulanması olmazsa olmaz bir koşuldur. Sözü edilen bu özgürlük alanlarının, bireylerin her birinin bu toplumun bir parçası, bir bileşeni olduklarının kabulü ve hepsine, herkese hiç mırın kırın etmeden saygı duyulması gerekmektedir.
Başlı başına çıplaklık kaba mıdır, iğrenç midir? Eğer gerçekten böyle ise insanlar neden onu kendi tekellerine almak isterler? Belki de insanlar ifade zorluğu içindeler, güzel yerine içlerindeki başka dürtülerin tutsağı olarak kaba, çirkin ya da iğrenç diyebiliyorlar.
Sorgulamanın tam da bu noktasında güzel nedir sorusunu düşünmemiz gerekiyor.
Yalnız insanlar değil hayvanlar ve bitkiler, tüm canlılar güzele doğru sürekli bir evrim içindedirler. Tüm canlılar güzelleşmek isterler.
Günümüzde insanların kişisel bakım ve güzellikleri için ne çok para, emek ve zaman harcadıklarını hiç sıralamayalım. Güzel, güzellik ve estetik konularında insanlık tarihi boyunca yazılanları, çizilenleri, yapılanları sadece saymaya bir ömür yetmez. Ayrıca güzellik dediğimiz şey bir kişinin veya bir grubun tekelinde de değildir. Hatta soyut bir kavram olarak güzel cinslerden birine ait ve onun tekelinde de değildir. Veysel, “Gözelliğin on paretmez o bendeki aşk olmazsa” derken güzelliğin doğuştan ve sonradan kazanılan bir şey olmakla birlikte onu takdir edene gereksinim duyduğunu çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.
Soyut bir kavram olarak güzel denen şeyi ve güzelliği bir kişi değil toplum birlikte yaratırlar. Dünün dünyasında “bir dirhem et bin ayıp örter” anlayışı geçerli iken şimdi o kilolardan kurtulmak için avuçlar dolusu paralar harcanmaktadır.
Dünyada çoğulcu, plüralist bir güzellik anlayışı vardır. Bukowski’ ye kulak vermeli doğayı örnek alarak her bir güzele saygı duymalıyız. Güzelin çirkin olandan farkını sanat tarihçileri, estetikçiler inceleyip kurallarını belirlemişlerdir. Tüm canlılar gibi insan da doğası gereği çirkinden uzaklaşır güzele doğru bir eğilim içinde olur. Örneğin nasıl ki insan ateşin yakıcılığını bildiği için ateşe elini uzatmazsa, yaşamak için gereksinimi olan suya yönelirse çirkin olan şeylerden de kaçar yaşamının konforu için güzel olan şeylere veya kendine göre güzel olan kişi veya kişilere yaklaşır. Bu açıklamalara karşın güzel nedir sorusuna Alexander Gottlieb Baumgarten bundan 250 yıl kadar önce yayınladığı “Aesthetica” adlı eserinde yanıtlar arayıp bulmuştur. Ona göre estetik, güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu araştırma sanatıdır.
Bir şeye güzel diğerine güzel değil, çirkin dedirten şey insan yaşamından kaynaklanmaktadır. İnsan güzel kavramına ulaşmak için doğayı taklit etmektedir. Doğada var olan Fibbonaci oranları, simetri, uyum ve ritim Baumgarten’in da değindiği insan belleğine yerleşirler ve bu duyumsal bilgiler zihnindeki değerlendirmeler ile örtüşerek güzel dediğimiz kavramı oluştururlar.
Şimdi bu kısa değerlendirmeden sonra insanın cinselliğini, cinsel organlarının çıplak veya kapalı oluşunu çirkin, kaba veya iğrenç olarak değerlendirebilir miyiz?
Bana göre böyle bir değerlendirme ya on binlerce yıldır beynimize kazılmış olan yanlış algılar ve insanın kötücül bencilliğinin sonuçlarından başka bir şey değildir. Açık seçik bir ikiyüzlülüktür. Senin mülkiyet, egemenlik alanına girdiği anda bu şeyler güzel, çok güzel olacak eğer senin egemenliğin alına girmeme olasılığı varsa çirkin, kaba veya iğrenç olacak, bu kabul edilemez.
Bunlara karşın bir yanlışlık, kabalık, edepsizlik, yüzsüzlük ve utanmazlık yok mu? Var…
Hukuka, ahlaka ve din kurallarına aykırılık var mı, var.
Bu kötücül şeyler çıplak olan şeyi örterek önlenebilir mi? Hayır…
Saklayarak, gizleyerek, RTÜK’ ler aracılığı ile sansürler uygulayarak, ekranda görüntüleri buzlandırarak, akla gelen gelmeyen yasaklar koyarak hukuk, din, töre ve ahlak kurallarını uyulması sağlanabilir mi?
Sağlanamadığını tarihteki örneklerinden ve yaşanmakta olanlardan görüyor, anlıyoruz.
Bunların hiçbirinde çıplak kavramının eylemli bir rolü yoktur. Bu saydığımız şeyler dikkat edilecek olursa sürekli ve kadın bedeni üzerinden konuşuluyor. Öncelikle bu konunun nedenlerini bulup ortaya çıkarmamız gerekir.
Bu konuda tarih yazıcıları, düşünürler, sosyologlar, antropologlar, psikologlar, sanat tarihçileri, biyolog ve zoologlar bize yardımcı olabileceklerdir. Bu meslek sahipleri insanın doğasıyla birlikte yaşama biçimlerini de incelemişler ve bu gün bizim yaşantımızda çok önemli bir yer tutan aile kavramının dün böyle olmadığını, dün kadın ve erkeğin toplumdaki yer ve rollerinin daha farklı olduğunu söylüyorlar. Cinsellik ve üreme eylemleri de bu güne benzememektedir. Avcı, toplayıcılıktan neolitik döneme geçilmesiyle birlikte üretim ilişkileri, üretim ve yetiştirme yöntemleri, bunlara paralel olarak da topluluğun kültürel yapısı şekillenmeye başlamıştır. Artık mağara kovuklarından çıkıp daha konforlu kulübelere geçilmiştir. Üretim ve yetiştirme işlerinin yapıldığı yerlerin ve üretilen, yetiştirilen şeylerin saklanması ve korunması zorunluğu ortaya çıkmıştır. Bunların gerçekleşmesiyle bir eşten doğan çocuk, anne ve babanın zorunlu birlikteliğini getirmiştir. Artık elde edilen ürün öncelikle bu ilk çekirdek aile içinde paylaşılmakta, yabancılara karşı birlikte savunma yapılmaktadır. Ancak kısa zaman sonunda bu yeterli olmamış komşu aileler yan yana gelip birleşmeyi bir klan oluşturmayı daha uygun bulmuşlardır. Klan içinde kümes, ağıl ve ekenekler üzerinde ailenin, öncelikle de aile bireylerini doğuran, onlara hayat veren ve onları büyütüp besleyen kadının sözü geçerli olmaya başlamıştır. Bu da uzun sürmemiş erkek dışarda yabancılara ve doğaya karşı kullandığı gücünü aile içinde de kullanarak egemenliği ele geçirmiştir.
Yabancılara karşı güvenli hale getirdiği toprağı, tüm hayvanların ve yetiştirilen ürünlerin sahibi olduğunu ilan etmiştir. Eş ve çocuklarını da üretim araçlarının parçası olarak gördüğünden kendisini onların da sahibi saymıştır. Erkek sahibi olduğu toprağa yabancının doğrudan girememesi gibi eşi olan kadının da başka birisinden çocuk yapıp kendisinden olmayan yabancının egemenlik alanına girmesini istememiştir.
Friedrich Engels 1884 tarihinde yayınladığı Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adını taşıyan eserinde konuyu ayrıntılarıyla incelemiştir.
Engels’in de sözünü ettiği gibi özel mülkiyet sona erdirilmeden toplumun aile yapısının değiştirilmesi erkeğin patriarkal/ ataerkil bir anlayışın ürünü olan kıskançlık girdabından kurtulmadıkça, kadının şey olmaktan çıkıp, çıkarılıp toplumun eşit, özgür bir bireyi olarak kabul edilip saygı duyulmadığı sürece bir çözüm sağlanamayacaktır.
Bu sistem içinde çözüm sağlanacağını düşünmek fazla bir iyimserliktir. Bu çözüm sağlanmadıkça kadın güzelliği ve bedeni üzerinde daha çok konuşulacaktır. Bu konuların para ettiğini çok iyi bilen ve bu dalda çok para kazanan özel mülkiyetçi anlayışlar da çözümü istemeyeceklerdir. Kadının güzel olmak ve güzel görünmek gereksiniminin arkasında ne gibi nedenler vardır? Her canlı gibi doğal isteğinin dışında, kadın niçin güzel olmak zorunda kalıyor veya bırakılıyo? Bu ve benzer sorular birçoklarına yersiz gibi gelebilir. Öyle düşünenlere biraz daha düşünmelerini öneririm. Ekonomik bağımsızlığına kavuşsa, çocuk ve yaşlılık sorunları toplumun kurum ve kuruluşlarınca gerektiği gibi karşılanmış olsa neler değişir?
Bir başka yönüyle bakınca çıplaklık ve müstehcenlik başlığı altında bir sorun varsa bunun nedenleri kadından daha çok erkektir. Eğer fuhuş ve pornografi sektörü kazanç sağlıyorsa yalnızca erkeği veya kadını sorumlu saymak doğru değildir. Bu işi kârlı bir sektör haline getiren bu ekonomik sistemlerdir. Fuhuş denen şeyin kötülüğü üzerinde bir görüş birliği varsa unutmamalı ki bu iş iki taraflıdır. Zinanın iki tarafı vardır. Kadın zaniye ise erkek de zanidir. Ve unutmamalıdır ki; pornografi de öyle, sektörün üreticisi kadar tüketicisi de vardır. En basit ekonomi kuralına göre her hangi bir ürün veya hizmetin alıcısı yoksa o ürün ve hizmet asla üretilmez, üretilemez. Müstehcenlik fuhuş ve pornografi gibi aynı şekilde ortam bulduğu sürece büyür.
Ortam uygun değilse, toplumda iyi güzel duygular ve güzellikle incelmiş zevkler geliştirilirse müstehcenlik de azalır. Eskiden genel tuvaletlerin kapısının arkası toplumun cinsiyet aynası gibiydi, şimdi o görüntüler yok oldu. Bunun nedeni yapanlarını yakalayıp cezalandırmak değildi. Toplumun anlayışı değişince istenmeyen durum kendiliğinden son buldu. Bu gün dünyada fuhuş ve pornografi sektörler dudak uçuklatan, akıl almaz cirolara ulaşıyorsa bunların üzerinde düşünmek zorunlu olmuştur. Çünkü bu iki sektörün gelişmesi aile yapılarını ve bireylerin özgürlük alanlarını yıpratmaktadır. Müstehcenlik de giderek toplulukların dillerine ve oradan eylemlerine yansıyarak toplumda şiddetin yaygınlaşmasına neden olmaktadır.
Sorunları yok sayarak, üzerlerine gizlilik örtüsü örterek, onları saklayarak, sansürleyerek üstesinden gelinemez. Yasakçı önlemler pisliği halının altına süpürmek demektir. Sorunun kökenlerinin, dayandığı nedenlerin doğru saptanması ve doğaya ve insan gereksinimlerine uygun, akılcı çözümler bulunmasını gerektirmektedir.
Konu konuyu açıyor ve yazı uzayıp gidiyor biz bu yazıyı iki küçük öykü anlatarak toparlayıp bağlayalım.
İlk öykümüz: Kral çıplak
Masalımız her zaman olduğu gibi “bir varmış bir yokmuş” diye başlıyor. Eski zamanlarda, ülkelerin birinde bir kral yaşarmış. Kralımız kibirli, her şeyin en iyisinin kendisi ve kendisine ait olan şeyler olduğunu düşünürmüş. Ve aynı zamanda süsüne püsüne de çok düşkünmüş. Günlerden bir gün komşu ülkelerden birinin üst düzey bir yetkilisinin ziyarete geleceği haberi gelmiş. Kralımız bu karşılaşmada kendisinin çok güzel görünmesini ve gelen konuğun kendisini çok beğenmesini istiyormuş. Bunun için de ülkenin dört bir yanına haberler salınmış. Ülkesinin en iyi kumaşçıları, terzileri saraya akın etmişler. Kral terzilerden tüm hünerlerini göstermelerini ve kendisine çok güzel bir giysi dikmelerini istemiş. Terziler diktikleri giysileri birer ikişer getirip göstermişler. Terzinin biri elinde askıyla huzura gelmiş, buyurun demiş. Kral nerede diye soracakmış ama terzi daha atak davranmış ve bu elbiseyi ancak akıllılar görebilir, sıradan kişiler göremez demiş. Kralımız akılsız duruma düşmemek için evet demiş ve görünmez giysiyi kabul etmiş terziyi de ödüllendirmiş. Bu görünmez giysi ile halkın arasına çıkmış, konuğunu neşe içinde karşılamış. Herkes ve gelen yabancı konuk şaşkınmış ama krala karşı hiç birinin bir şey söylemeye cesareti yokmuş. Kralımız ise şen şakrak konuğunun elini sıkmaya hazırlanıyormuş. Tam o anda seyirciler arasında bulunan bir çocuk “kral çıplak, kral çıplak” diye bağırmış.
Gerçekte kral terzinin görünmez elbisesi içinde çırılçıplakmış ama çevresinde onu seyreden halk biraz çıkarlarını düşündüğünden biraz da korkusundan sesini çıkaramıyormuş. Halkın arasına karışmış olan çocuğun bir çıkarı bulunmadığından henüz korku denen şeyle de tanışmadığından gerçeği, olduğu gibi söyleyivermiş.
Söylemek gerekir ise kralın çıplak olduğu gerçekliği mi yoksa gerçekliği görmezden gelen halkın suskunluğumu doğru bunu içtenlikle düşünmeli ve korkusuzca söylemeliyiz. Gerçeği saklayarak üstünü örterek doğruyu bulamayız.
İkinci öykümüz: Gerçek kuyuda
Doğru olan gerçek mi, gerçek olan doğru mu? Antik Yunanda Sokrates öncesi dönemde atomcu felsefenin temellerini atan ilk düşünürlerden Trakia bölgesindeki Abdera kentinden Leukippos’un öğrencisi Demokritos bize ulaşabilen fragmanlarının birinde doğru olan konusunda kuşkularını ve gerçeklik hakkında hiç bir bilgimiz olmadığını, onun bir yerlerde hep saklı olduğunu söylüyor.
Demokritos’ un bu sözlerini değerlendiren 19. Yüzyılın büyük sanatçılarından Fransız Jean-Léon Gérôme gerçeğin gizliliği hakkında birkaç tane resim yapmış. Yazılarımdan birinde Pygmalion öyküsünü ve Galatea tablosunu anlatırken bir diğer yazımda ise Namus başlığı altında fahişelikle suçlanan hetaera Phryne’nin yargılamasını anlatırken bu sanatçıdan da söz etmiş, her iki yazıma onun bu ünlü tablolarının fotoğraflarını eklemiştim. Gérôme, Demokritos’un bu hipotezinden hareket ederek resminde öyküyü şöyle anlatıyor: Tablonun tam adı, insanlığı hızla cezalandıran iyi silahlanmış gerçektir. Dayanağı ise Demokritos’un “Gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü gerçek kuyunun dibindedir” sözüdür.
Satürn’ün ya da Zaman’ın kızı olan Hakikat/ gerçek, adaletin ve erdemin annesidir. Bu nedenle hakikat/ gerçek alegorik kutsal bir tanrısallıktır.
Tabloda, karşımızda duran kompozisyon: Gördüğümüz kuyu, Paris’teki Cluny müzesinin kuyusudur. Ressamın modeli öne çıkarmak için kuyu ve çevresinde biraz değişiklikler yaptığı anlaşılmaktadır. Neyse, önemli olan öyküsü; gerçek ile yalan bir gün bir yerde karşılaşırlar. Yalan gel, birlikte yıkanalım der. Sonra ikisi de giysilerini çıkarırlar ve bu kuyunun serinletici sularına dalarlar. Öyküye göre yalan yalan rahat durmaz ve yalancılığını yapar ve birden bire sudan çıkar gerçeğin giysilerini kapıp kaçar. Gerçek kuyudan çıktığında buna çok kızar, öfkeyle bağırıp çağırır. Kuyunun başında olanlar ise onu bu halde görünce aşağılarlar. Gerçek üzülür ve utanır, kuyuya geri döner. Yalan ise halkın arasında ışıltılı giysiler içinde dolaşır, durur.
Anlaşılacağı gibi yalan hep gösterişli örtüler içindedir. İnsanları kolayca kandırır. Gerçek ise süslerinden, giysilerinden ayrılmış, çıplak haldedir ve utancından kuyunun içinde saklanmaktadır.
Biz de doğruyu bulmak için giysilere kanmamalı onun altındaki çıplak gerçeği araştırıp öğrenmeliyiz. Örtüler altına gizlenen yalanın şey bizi aldatmasına izin vermemeliyiz.
Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız sorunlar bilinmez şeyler değil aksine bunlar bilinen ve yakınılan konulardır. Yazımız bilinen bu sorunlar hakkında çözüme dönük araştırmalar yapılması için bir bilinç oluşturmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Saygılarımla…
07.01.2024
Ali Can Polat