KENTSEL DÖNÜŞÜM KAVRAMI VE ANLAMI
Başlıktaki sözcükleri kısaca ve tek tek inceleyelim:
Kavram sözcüğünün anlamı sözlüklerimize göre, bir şeyin, duygunun, olayın ya da düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı ya da anlamıdır.
Biz buna nesnelerin ve olayların ortak özelliklerini bir araya toplayan ve sınıflandıran zihinsel bir işlem de diyebiliriz.
Eskiden kullanılan ve (ﻣﻮﻫﻮﻡ) Arapça vehm kökünden türetilmiş olan “tahayyül etmek, zannetmek anlamına mevhum sözcüğü vardı.
Şimdilerde bu kavram karşılığında ‘daha havalı olsun diye’ Fransızca’ dan alınma concept/ konsept sözcüğü kullanılıyor. Aslı Latincede conceptum sözcüğüdür.
Bir de yine Latince notio sözcüğünden Fransızcaya alınmış sonra oradan da dilimize girmiş olan nosyon/ notion sözcüğü var. Bu da aynı anlamlarda kullanılmaktadır,
Dönüşüm TDK sözlüklerine göre bir durumdan başka bir duruma geçme; şekil değiştirme, tahavvül (=tahvil edilmiş olma, değişim), transformasyon anlamlarına gelmektedir. Transformatör sözcüğü dönüşüm, istihâle (=şey ve olayların hal, durum değişikliği) anlamına kullanılmaktadır.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi; şey, olay veya düşüncenin kendisi olduğu yerde aynen durmakta ancak onun şekli, görünüşü, anlamı değişmektedir. Örneğin bir transformateur alternatif akımın frekansını değiştirmemekte, gerilim ve şiddetini istenen değere getirmektedir. Bu alette elektrik denilen şey aynı kalmakta onun voltajı ve amperi değişmektedir. Aynı elektrik bir amperden bir ampere ya da bir voltajdan diğerine dönüşmektedir.
Ülkemizde çoğunluğun üzerinde kuşku duymadan kabul ettiği anlayışa göre kentsel dönüşüm kavramı içinde yer alan dönüşüm sözcüğü ile öngörülen yenilenme, kırık, hasarlı veya eskimiş yapıların iyileştirilmesi yani renovasyonu/ rénovation değil bazı gerekçeler öne sürülerek eskinin atılması yerine veya başka bir yere yeninin yapılmasıdır.
Yine bizde öngörülen dönüşüm batıdaki rekonstrüksiyon anlamında da değildir. Reconstruction ya da rénovation veya restauration işleminde eskiye bağlı kalındığı halde kentsel dönüşümde eskiden kopuş ve kaçış ardır. Tamir, onarma değil tadilat ve hatta eskiyi silip süpürüp yerine başka bir mimari stille ve bambaşka amaçlara uygun olacak şekilde yapılar yapmaktır. Bizdeki kentsel dönüşüme Rönesans/ renaissance da diyemeyiz. Rönesans yani yeniden doğuşta antik dönem bilim ve sanatı ele alınıp en ince noktalarına kadar bir oya ya da telkâri işler gibi işlenmiştir. Oysa kentsel dönüşümde bunların hiçbiri yoktur. Tek var olan şey en kısa yoldan, en kısa zamanda ve en çok rantsal değerin yaratılması amacıdır.
Kentler ve kentlerdeki yapılar, meydanlar, parklar, anıtlar, heykeller ve insanın yaşadığı, barındığı yerler yaşanmışlıkları, oralarda geçen anıları, alışkanlıkları ve kültürel bir mirası içinde saklar. Batıda eski kent dokusunun kaybolmaması için eski yapıların rölövesi/ çıkarılarak işi başlanılmıştır.
Örneğin II. Büyük Savaş sırasında yerle bir olan birçok Avrupa kenti bu yolla eski haline getirilmiş, binaların değil savaşın izlerini silmiştir. Varşova sokaklarında dolaşırken yerel rehberimize binalarınızı iyi korumuşsunuz, örneğin şu karşımızdaki binanın ön cephesinde 200 yıl öncesinin tarihini okuyorum, ne güzel dediğimde bana verdiği cevap: “Bu cadde gördüğünüz binaların hepsinin inşaat tarihi 1945 ile1960 tarihleri arası” dır şeklinde olmuştu. Varşova gibi Dresden veya başka birçok kent de aynıdır.
Kentsel dönüşüm bir insanın soldan sağa veya sağdan sola dönmesi gibi anlaşılması zor bir kavramdır. Avrupa tarihinde I. ve II. Büyük Paylaşım Savaşları sonrası kentsel dönüşüm, daha doğrusu hasarlı binaların onarılması veya yerine yenilerinin yapılması söz konusu olmuştur. Savaşlarda yıkılan kentlerin inşası “kentsel dönüşüm” olarak planlanmıştır ve şehirlerin kültürel ve tarihsel değerlerini korumak öncelik olmuştur. Doğrusunu söylemek gerekirse buradaki kentsel dönüşüm kavramı bizim yakıştırmamızdan ibarettir. Avrupalının bizimkine benzer kavram üretme derdi hiç olmamıştır.
Bizdeki anlayış ve beklenti var olan binanın yok edilmesi değerli olan arsasının kullanılarak daha büyük bir ekonomik değer yaratılması amacını taşımaktadır. Uygulamaların hemen hemen tümü bu yöndedir. Üç katlı binanın yıkılarak yedi veya on kat yepyeni bir bina yapmak, eskiden örneğin o arsanın imara uygun alanı % 45 ise bunu % 70 ve daha yukarılara çıkarmak dolayısı ile yeni dairelerin yapılması yolu ile oluşacak rantı arsa sahipleri, müteahhitler hep birlikte paylaşmak. Yeni iş ve kazanç kapıları açmak, inşaat sektörüne yeni alanlar yaratmaktır.
Kentsel dönüşüm ile amaçlanan şey depremde hasar görmüş veya olası bir depremde yıkılacak veya hasarlanacak binaların onarılması, güçlendirilmesi veya yenilenmesi olduğu halde uygulamada yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi afeti veya afet tehlikesini fırsat bilerek yeni ekonomik değerler yaratmak olmuştur.
Kanımızca bu anlayış olası bir depreme hazır olmak bir yana sorunları daha da büyültüp karmaşıklaştırarak işin içinden hiç çıkılamaz hale sokmaktadır.
Kentsel sözcüğü kent sözcüğüne (+sel) eki takılarak bulunmuş ve kentle ilgili şeyler anlamına gelen bir sözcüktür.
Türkçe kent sözcüğü Farsça şehr, şehir sözcüğünün karşılığıdır. Türkçede şar, belde ve balık sözcükleri de yerleşim yerleri için kullanılan sözcüklerdir.
TDK şehir sözcüğünün anlamını yirmi binden çok nüfusu olan, bu nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı olarak açıklamaktadır. Bu tanımı biraz daha yumuşatarak içinde veya yakın çevresinde endüstriyel imalat, ticaret ve hizmet sektörünün faaliyet gösterdiği, merkezi veya yerel yönetim birimlerinin bulunduğu yerleşim yerlerine kent ve daha çok tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yapıldığı kırsal alanlara da köy, (mezra, belde, bucak, nahiye) diyebiliriz.
Bu duruma göre il ve ilçe belediye sınırları dışındaki, kırsal alanlarda bulunan yapılar kentsel dönüşüm kapsamının dışında kalmaktadır.
Kentsel dönüşüm kavramı da TDK sözlüklerinde kentin imar planına uymayan veya dayanıksız olan binaların yıkılıp yerine yeni toplu yerleşim alanlarının yapılması olarak açıklanıyor.
Bu tanımdan anladığımız kadarıyla yapılar imar planına uyan ve uymayan olarak ayrılıyor. Ama bu imar planlarını yapanlar göz ardı ediyor. Yeni imar planının, özellikle kent masterplanının ne olduğu veya olacağı konusu ise geçiştirilmektedir.
Dayanıklılığın neye karşı bir dayanıklılık olduğu da açıklanmıyor. Öngörülen tehlike deprem mi, sel, fırtına gibi doğal bir afet mi yoksa radyasyon vb. bir olası afet mi, bir açıklık bulunmuyor.
Bu tanımlamada binalardan söz ediliyor. Bina kamuya veya özel mülkiyete ait, içinde oturulacak, çalışılacak yapılardır. Maden ocakları, fabrika alanları, köprü, baraj, örneğin bir termik santral, bir rafineri bu tanımlamanın içinde midir? Cümlenin devamından ve yerine yeni toplu yerleşim alanları sözlerinden biz bu kuşkuyu giderecek bir açıklık göremiyoruz.
Tanımda yıkıp yeniden yapmaktan söz ediliyor. Tanımlamada yapılacak olanların kendisi ve yapılma yöntemi toplu yerleşim alanları olarak işaret ediliyor. Dayanaksız olanların dayanıklı hale getirilmesi üzerinde durulmadığı gibi yapılacak yapıların toplu yerleşim alanları olacağı da ifade edilmektedir. Örneğin tek katlı, iki katlı konutların yerine çok katlı toplu konutların yapılması gibi.
Kentsel Dönüşüm ile ilgili yasal düzenlemeler 31.05.2012 tarihinde yürürlüğe giren Afet Riski Taşıyan Alanların Dönüştürülmesi Hakkında 6306 sayılı Kanun ve çok sayıda KHK çevresinde kümelenmektedir. TBMM’ni dolduran sayın vekillerimizin işlerine karışmak gibi olmasın ama böyle bir yasanın öncelikle başlığının terminolojik ve anlambilim açısından gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Diğer yasal düzenlemeler, başta 3343 sayılı imar ve iskân yasaları, toplu konut idaresi yasası, 5393 sayılı belediyeler yasası, 5983 sayılı kooperatifler yasası olmak üzere birçok yasanın da alanına yayılmaktadır.
Ayrıca 02.07.2013-28695 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe konan 6306 sayılı yasanın uygulamasına ilişkin değişiklik yönetmeliği çok ayrıntılıdır. Bunun yanında konuya ilişkin AYM iptal kararları uygulamada çok büyük bir uzmanlık gerektirmektedir.
Konu başta hukukçuların, mimar ve mühendislerin, jeologların ve meteorologların alanına girmektedir. Hiç kuşkusuz bu alanların her birinde yapılacak çalışmalar altın değerindedir. Bu yazımızda bunlardan söz etmeyeceğim. Kentsel Dönüşüm kavramının ne anlam ifade ettiği ve toplumda bu kavramdan ne anlaşıldığı üzerinde durmak istiyorum. Bu konu ile ilgili olarak çıkarılan yasa başlığında bile kentsel dönüşümden söz edilmemekte afet riski taşıyan alanların dönüştürülmesi ifadesine yer verilmektedir. Ancak halk arasında ve kamuya dönük tüm iletişim araçlarında kentsel dönüşüm kavramı kullanılmaktadır. Başka bir anlatımla bu yazı bir terminoloji sorununa dikkat çekmek amacı taşımaktadır.
Yasal düzenlemelerin ve sözlüklerimizdeki tanımlamaların başlangıcı 17.08.1999 büyük Kocaeli depremidir. Ondan önce “Kentsel Dönüşüm” kavramı literatür bilgisi düzeyindeydi. 1999 depreminde resmi açıklamalara göre 20 binden çok yurttaşımızın ölümü, on binlerle ifade edilen binada yıkım ve hasar insanlarımızı çok ciddi olarak düşündürmeye başlamıştır. Bundan daha da ürkütücü olanı bilim insanlarının, jeologların açıklamalarına göre Kuzey Anadolu Fayı’ nın kırılması sonucu meydana gelebileceği öngörülen ve merkezi İstanbul olan büyük depremin yaratacağı kaos korkusudur. Can kayıpları yanında büyük yıkım ve hasarın ekonomide yaratacağı sıkıntılar halkı da merkezi ve yerel yönetimleri de önlem almaya yönlendirmiştir.
Şimdi de biraz gerilere gidelim. İnsanlar iki ayaklarının üzerinde durma becerisini ve ellerini de kullanmayı öğrendikten sonra yavaş yavaş avcı ve toplayıcılıktan hayvanları ehlileştirmeye, yetiştirmeye ve tarım yapmaya başladılar. Böylece göçerlikten yerleşik yaşama ayak atmış oldular. Bu yolla mağara kovuklarından kurtuldular ve daha konforlu olabilecek yapılar inşa etmeye çalıştılar. Daha sonra ürün bolluğu artık değer ve mülkiyet konuları yaşamlarına girdi. Daha büyük konutlar, işyerleri yaptılar. Doğa olayları ile başa çıkmaya çalıştılar. Kimisinde başarılı oldular, kimilerinde doğanın kör güçlerine yenildiler. Doğa olaylarının nedenlerini ve sonuçlarını anlamaya ve irdelemeye çalıştılar. Doğanın yıkıcı güçlerinden korunma yollarını araştırdılar. Daha sağlam yapılar yapmaya çalıştılar.
Yıllar yılları kovaladı, tarım ve hayvancılığın yanında üretimi artıran ve hayatı kolaylaştıran aletler, araç gereçler ürettiler. Bunları daha iyi ve daha ucuz yapanların birbirleriyle yaptıkları değişim yani ticaret gelişti. Latince manu (el)+ factum (yapım) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türeyen bir manifaktür kavramı ortaya çıktı. Manifaktür üretim bölgeleri kuruldu. Hem bu ekonomik faaliyetler ve hem de nüfus belirli merkezlerde toplanmaya başladı.
Elbette antik dünyanın insanları çok görkemli yapılar, yollar, köprüler ve tapınaklar inşa ettiler. Teb, Tebai, Giza, Hattuşa, Babil, Persepolis vb… Buralarda yapılanlar daha çok dinsel ve kamusal yapılardı. Halk, halktan insanlar daha mütevazı yerlerde yaşıyorlardı. Göbeklitepe ve Karahantepe gibi yeni buluntular ise gizemini koruyorlar.
İşte bu gelişmeler içinde Anadolu’da, Ege Kıyılarında Priene’ de Miletos’lu Hippodamos adında bir kent planlamacısı çıktı. Hippodamos, MÖ 479 yılında Miletos ve yakın çevresinin Persler tarafından yıkılıp yakılmasından sonra, kentlerin dikdörtgen planlı sokak sistemini düzenlemiştir. Bu sistem literatürde ızgara plan olarak da adlandırılmıştır.
İnsanoğlu başlangıçtan günümüze kadar kurduğu kentlerde hep bir düzen aramış ve kent planları yapmış, kısmen de uygulamıştır. Izgara plan da bu arayışın bir sonucudur. Hippodamos kent planı konusunda yeni bir anlayış geliştirmiştir. Bu plan içinde yer alan yapıların yalnızca fiziki ve estetik görünüşleri değil bu alandaki toplu yaşamın gereksinimleri de göz önünde tutulmuştur. Dinsel yapıların kamusal alanların yerleri ayrı ayrı belirlenmiştir. Kent planlarında, adalet ve eşitlik ilkelerine uyulmuş, evlerin parsel büyüklükleri ve parsellerdeki evlerin büyüklükleri ve gereksinime uygunlukları hesaplanmıştır. Yönetici ile diğerlerinin konutları arasında fark gözetilmemiştir. Kamu yapıları ve dinsel yapılar da bu ızgara planı içinde yapılmışlardır.
Bu plan yalnız bir bölgede uygulanmakla kalmamış birçok yerleşim yeri, site ızgara planlı bu yapılanmayı kabul edip uygulamıştır. Tüm dünyada bu tarz kentler Hippodamos planlı olarak anılmaktadır. Priene antik kenti Hippodamos Planı’nın uygulandığı ilk ve en önemli kent olarak tanınır. Sokaklar birbirlerini dik açılı bir şekilde kesmektedir. İlk olduğu söyleniyor ise de bir Urartu kenti olan Zernaki Tepe (İÖ. 800) de benzer özellikler taşımaktadır.
Anadolu’da kazısı yapılan Klazomenai de güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Günümüzde ızgara planlı kentler denince benim aklıma ilk gelen yerlerden birisi Barselona’dır. Kentin 1860 yılında tasarlanan, Avinguda diagonal, bir baştan bir baştan bir başa verevine uzanan caddesi görülmeye değerdir. Caddenin özellikle havadan, uzaktan dronla çekilmiş fotoğrafının güzelliği bir yana ızgara düzenli cadde ve sokaklarının toplu yaşamın gereksinimlerine uygunluğu hayranlık uyandırmaktadır. Örneğin üç sokakta bir kreş, beş sokakta bir ilkokul, on sokakta bir sağlık kuruluşu, karakol, oyun parkı gibi…
Yalnız, Barselona mı? Aynı yıllarda Paris’te uygulanan Georges Eugène Haussmann planı ondan da güzeldir. Place de l’Etoile et rues avoisinantes, Champs Elysée, Concorde…
Bir de güzeller güzeli İstanbul’umuza bakalım. Küçük bir tarihi yarımadayı bile vandallığın istilasından koruyamamışız. Yol açmak bahanesiyle 1950’lerde tarihi surları parçaladık. Beyazıt meydanını bu hale getirdik. İstanbul’un yedi tepesi gökyüzünü yırtan, parçalayan kuleler, gökdelenler arasında yok olup gitti. Kentin kimliğini simgeleyen panoramik silueti, profili yok oldu. Kentleşme adına kente ihanet ettik. Şimdi de Kentsel Dönüşüm sloganı altında ve taşı toprağı altın kafasıyla koca kenti bir tabuta sokmaya çalışıyoruz. Kentsel dönüşüm ile İstanbul tarih sayfalarına göç edip gidecek, yerine insanlık uygarlığının tanımadığı başka bir ucube gelecektir. Şu ana kadar yapılmış olanlar bile çok acı vermektedir.
Kentsel dönüşüm gibi ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği bir garip kavramın arkasına sığınmadan ülkemiz gerçeklerini, doğal yapısının özelliklerini bilen, inceleyen bilim ve sanat insanlarına başta İstanbul olmak üzere tüm kentlerimizi ve ülkemizin her karış toprağını teslim etmemiz gerekmektedir. Bunun için yakın, orta ve uzun vadede nasıl bir Türkiye hayal ediyorsak önce bunu ortaya koymamız bunu gerçekleştirmek için de planlar yapmamız gerekmektedir. Örneğin yer kırığının üzerine asla bir sanayi kuruluşu yapmayın diye feryat eden, KAF kavramını jeoloji dünyasına kazandıran İhsan Ketin adlı bilim insanımızın uyarılarına kulak açmamız gerekir. Ama ülkemiz politikacıları bilim ve sanat insanlarını sevmediklerinden ve onlara düşman olduklarından TÜPRAŞ gibi stratejik önemi olan ve en küçük bir yıkımda değil Marmara Bölgesini ülkemizi her yönden yok olmanın eşiğine getirecek bir projeyi tam da o fayın üzerine inşa etme aptallığını gerçekleştirmişlerdir. Hangi kentimizi niçin ve neye dönüştüreceğiz?
Feodalizmin gerileyip kapitalizmin gelişmesiyle birlikte modern kentler doğmaya, büyümeye başladı. Kapitalizmin diğer adı burjuvazi (bourgeoisie) yönetimidir. Burjuvazi sözcüğünün içinde bourg/ kent kökü dikkatimizi çekmektedir.
Kapitalist sistemin başat gücü yani üretim araçlarını elinde tutan burjuvazi buharlı makinelerin icadıyla ve diğer teknolojik icat ve buluşların devamında seri üretime geçmiş ve üretim süreci içinde çok fazla sayıda işçi çalıştırmıştır. Feodal dönemde ve kolonyalist ekonomi içinde köle ve benzerleri çalıştırılırken burjuva yönetiminde çalışanların, işçilerin durumu değişmiştir.
Feodal bir beylikte çalışanlar beyin arazisi içinde yer alan barınaklarda yaşarlardı. Çalışanlar, günün yirmi dört saati işgücünü derebeyinin emrine hazır tutarlardı. Özellikle yeni kıta başta olmak üzere, Afrika’da aynı sistem uygulanıyordu. Zaman değişti, işçinin, kölenin 24 saat işverene verdiği işgücüne karşılık onların hayatta kalmalarını sağlayacak para ve parayla ölçülebilir değerler burjuvaziye ağır gelmeye başladı. Kölelik burjuvazinin vicdanının sesini dinlediği için, insafa geldiği için kaldırılmamıştır. Köle çalıştırmanın pahalı olması yüzden burjuvalar kölecilikten vazgeçip ücretli köle-işçi çalıştırmaya geçtiler. Ayrıca sistem onlara da ürün satıp ayrıca para kazanmayı öngörüyordu.
Bu sistem içinde günlük çalışma saatleri dışında işçi işyerinden ayrılıyor, “özgürce” gezip dolaşıyor, barındığı evinde oturuyordu.
İşçi çalışma saati başında işyerine geliyor, kartını basıp iş elbisesini giyiyor ve işine koyuluyordu. Ancak işçiler kentin banliyölerinde dağınık yerlerde oturdukları için bazı günlerde işçilerden bazıları işyerine erken ve bazıları geç gelebiliyorlardı.
Bu aksamayı önlemek için burjuvazi önce onları servis araçları ile toplamaya başladı. Daha sonra onların belli yerlerde (işçi gettoları) oturmalarını sağladı. Onların ücretlerinden kira kesintisi yaptı, sonra kira yardımı yaptığını söyledi.
İşçiler de kendi aralarında kooperatifler kurarak fabrikalara kolay gelip gidilecek yerlerde evler yapmaya başladılar.
Bütün amaç üretimin verimini aksatmadan artırarak sürdürmekti. İşçilere öğlen yemeği verilmesinin bile nedeni zamandan tasarruf etmekti.
Gerek kooperatifler kurulması ve gerekse daha önce yapılmış evlere işçilerin yerleşmesi veya yerleştirilmesi şeklinde işçilerin yaşayacakları alanın ayrılması “ilk kentsel dönüşüm” projesidir.
Bu proje içinde en önemli neden fabrikalarda üretimin, verimin dolayısıyla işveren kârının artırılmasıdır. Birincisi kadar önemli olan ikinci bir neden ise kentsoyluların oturdukları güzide, mutena semtlerin işçilerin gettolarından ayrılması, kentsoyluların aristokrat yaşantılarının kirlenmeden devamıdır. Bu analizde görüldüğü gibi işçilerin daha iyi, daha güzel, depreme, sele dayanıklı evlerde oturması gibi bir amaç, bir hedef yoktur, olmamıştır. Çünkü işverenin kafasında işçi değil işe yatırdığı sermaye ve sermayenin getireceği kâr vardır. O sistemin doğası gereği yalnızca bunu düşünür. 19. Yüzyılda 1830, 1848 işçi ayaklanmaları olmasaydı bu gün sahip olunan insan hakları vb. şeylerde bile söz edemeyecektik. Yani daha iyi konut vb. şeyleri işçiler, emekçiler kendileri “söke söke” almışlardır.
Bu analizler acımasız gibi görülebilir ancak örneğin kapitalizmin doğduğu büyüdüğü İskoçya’da Edinburgh’ta 18. Yüzyılda, çok değil bundan 200 – 300 yıl kadar önce kentin altında ışıksız bodrumlarda yaşayan fakir insanların yaşama koşullarını düşününce az bile diyebilirsiniz. (The Real Mary King’s Close Edinburgh, İskoçya). Bunlara Londra’nın VIII. Henry dönemindeki Covent Garden semtinde yaşayan “çiçekçi kızların” yaşamlarını ekleyebilirsiniz.
Avrupa’da “kentsel dönüşüm” ün bu acıklı öyküsüne kısa, küçük dokunuştan sonra bu gün bizde büyük deprem sonrası esen kentsel dönüşüm rüzgârına geçebiliriz.
Bizdeki projenin görünüşteki çıkış nedeni canlı yer kırıkları üzerinde bulunan ülkemizin olası depremlere karşı daha güvenilir binalara kavuşturulmasıdır. Aynı şeyler sel ve başka doğal afetler için de geçerlidir. Böyle bir düşünceye ve bu düşüncenin gerçekleştirilmesine aklı başında hiç kimse karşı çıkmaz, çıkamaz. Ancak ilk bakışta görünmeyen nedeni kentte zaman içinde değerlenen arsanın rant değerleridir. Bu konudaki uygulama örneklerini gören birçok kimse de kentsel dönüşüm yerine Rantsal Dönüşüm kavramını kullanmaya başlamıştır.
Rant nedir, nasıl oluşur? Bu iki sorunun cevabını araştırarak devam edelim. Rant bir kimsenin veya kuruluşun kendi kullanımı dışında kalan bir malın, mülkün ya da paranın, belirli bir süre sonunda, hiç emek vermeden sağladığı gelirdir. Bu işlerden çıkar sağlayanlara da rantiyeci denilmektedir. Rantiye sınıfının yapması gereken biricik şey enflasyon oranlarının da üzerinde artan, artırılan fiyatlar karşısında beklemektir. Öngörülen süre, kararlaştırılan vade dolduğunda faizini alacak malı, mülkü de kendiliğinden değerlenecektir. Kapitalist sistem içinde emek yanında toprak ve sermaye de bir üretim aracı olarak kabul edilir. Rant toprak ve yatırım dışı paranın ödülüdür. Bu ödülü de işçiler alın terleri ile onlara vermektedirler. Toplumda öylesine bir algı oluşturulmuştur ki; artı değerden yani işçinin ürettiği değer üzerinden kendisine verilmiş olanın üstünde kalan kısımdan toprak veya para sahipleri için pay ayrılması işin doğası sayılmaktadır.
Rantın – haklı haksız oluşunu bir yana bırakalım, rant bir kez yukarıda belirttiğimiz gibi enflasyon sarmalı içinde oluşur ikinci olarak da bu ekonomik sistem içinde arz ve talep dengesine göre ortaya çıkar. Söz konusu olan kent arsaları olup arz sınırlıdır. Talep ise nüfus artışı ve nüfus hareketlerine koşut olarak sürekli bir artış halindedir. Arzın talebi karşılamaması nedeniyle piyasada fiyatlar yükselecektir.
Herhangi bir toplumda tarihsel süreci içinde geçerli olan üretim biçiminin bir sonucu olarak önce tarım alanları çevresinde sonra da imalat, hizmet ve ticaret merkezlerinin çevresinde nüfus yoğunlaşmıştır.
Ülkemizde adına kentleşme dediğimiz nüfus hareketlerinin ilk nedeni zaman içinde köy ve kent yaşamları arasında çok ciddi farkların oluşmasıdır. Sağlıktan eğitime, barınmadan ulaşıma kadar birçok alanda köylerimizin yaşamı kolaylaştıran çağdaş konfor araçlarından yoksun oluşu, köylerin çekiciliğini azaltmıştır. Toplumda çok yanlış bir değer yargısı yüzyıllardır düzeltilememiştir. Osmanlı döneminde itilip kakılan köylü Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte milletin efendisidir dense de uygulamada öyle olmamıştır. Her şeyden önce köylü görgüsüz ve bilgisiz olarak değerlendirilmiş ve ötelenmiştir.
Vitrindeki leziz Milka çikolatalarını ve çikolata paketinin üzerindeki mor ve beyaz renklerle boyanmış, sağılmaya hazır ineği ayrıca arkada Alp dağlarının bahar manzarasını görünce yurdum insanının ağzının suyu akmaktadır. Ama yurdum insanı bu sütten yapılan çikolataları kimlerin, nasıl, hangi koşullarda yaptığını düşünmemektedir. İsviçre denince de ya bankada para sayan beyefendiyi veya şalelerde konuk ağırlayan baronesleri gözünün önüne getirmektedir. Oysa İsviçre orta büyüklükte bir ülkedir. Bankacısı da, terzisi, kunduracısı da var köylüsü de… Alp dağlarının eteklerinde otlayan o şirin inekleri İsviçre köylüsü sağmakta, hayvanların bakımını yapmakta, yemini vermektedir. Ancak güzelim ülkemizden farklı olarak bu köylüler çiftlikte, ağılda, ahırda hayvanların her türlü tımarını yaptıktan sonra hemen oracıkta duşunu almakta, giyinip süslenmekte ve akşam barda bir arkadaşı ile buluşup bir şeyler yiyip içtikten sonra bir konser salonunda sevdikleri müziği dinlemektedirler. Köylü A’ nın arkadaşı onun köylü mü, kentli mi olduğunu bilmemekte ve merak da etmemektedir. Çünkü köy ile kent arasında ekonomik, sosyal ve kültürel bir uçurum farkı olmadığı gibi köy ile kentte yaşayanların görünüşleri arasında da hiçbir fark yoktur. İsviçre köylüsü Anadolu’nun bir köyünde olduğu gibi hastasını kızakla bilmem kaç km. gidip doktora yetiştirmek zorunda kalmamaktadır. İsviçre köylüsünün giysisine hayvan kokusu sinmiş değildir.
“Kentsel Dönüşüm” kadar bu sorunların da dikkate alınması zorunludur. Köylerden kentlere göçü kontrol altına almadan, köyleri de kentler kadar yaşanır hale getirmeden yalnızca kentlerdeki yapıları yıkıp yapmakla bu işin üstesinden gelinmesi boşa kürek çekmekten farksızdır. Alışılmış deyimi ile bataklığı bırakıp sivrisinek avına çıkmaktır.
Kentlerimiz de yaşanır olmaktan çıkmışlardır. Trafikten, hava kirliliğine kadar her şey sorun olmaktadır. Kent alanlarını genişleterek veya yatay mimariden dikey mimari denen sisteme geçerek de sorunlarımızı çözemeyiz. Nüfus yoğunluğu arttıkça sorunlar kaçınılmaz olarak büyümektedir. Köylerden kentlere göç edenlerin alışkanlıklarını sürdürmeleri, kent kültürünün gereklerine ayak uyduramamaları da ayrı bir sorundur.
Topraksız köylü ister istemez kentlere kaymıştır. 1940’lı yıllarda düşünülen toprak ve tarım reformu yapılamadığı gibi köy enstitüleri sistemi de yine egemen güçler tarafından engellenmiştir. Bunun yanında tarım ve hayvancılık alanlarında üretimin maliyetinin yükselmesi, toprağın veriminin azalması köylerden kaçışı da beraberinde getirmiştir.
Nüfus artışı da gerek köylerde ve gerek kentlerde insanları yeni toprak ve arsa aramaya yönlendirmiştir. Köyden kente göçler plansız, programsız sürüp gitmiş, kente göç eden ve kentlerde çoğalan nüfus barınma gereksinimlerini karşılamak için gecekondu yapımına başlamıştır.
Köylerden kentlere göç hareketi kent çevrelerinde faaliyet gösteren işverenlerin de işgücü gereksinimlerini ucuz yoldan karşıladığı için adeta özendirilmiştir.
Bir yandan da son yıllarda düzensiz göçmenlerin öngörülebilecek olanın çok üstünde yasal olan veya olmayan yollardan ülkeye gelmiş olması sorunları daha da artırmıştır.
Bütün bu nedenlerle kentlere dolan insanlar ek arsa ve konut gereksinimi yaratmışlardır. Taşı toprağı altın anlayışı ile insanlar kentlere akın etmektedir. Köyde açlık çekeceğime, bir kente gider inşaatta işçi olarak çalışabilirim, hiç olmazsa bir apartmana kapıcı olurum anlayışı göçlerin nedenleri arasındadır.
Türkiye’ mizde tarım ve hayvancılık alanları bir plan içinde değil babadan görme, geleneksel olarak belirlenmiştir. Aynı şekilde sanayi kuruluşlarının yer belirlenmesi (lokalizasyonu) ve ulaşım sistemi göçü hızlandırmıştır. Köylerde geçinemeyen, büyük geçim sıkıntısı çeken insanlar “doğduğun yer değil doyduğun yer” diye doğal bir zorunluluk gereği kentlere koşmuşlardır. Göç hala devam etmektedir.
Son yıllarda artan maliyetler yüzünden zarar eden köylüler topraklarını satmakta ve kentlere gelmektedirler. Köylüler bir yandan gübre, mazot, su ve ilaçlama kalemlerindeki maliyet artışı diğer yandan babadan kalma, geleneksel geri teknolojilerle yaptıkları extansif tarım ve hayvancılıkla yabancı ülke üretici ve yetiştiricileriyle rekabet gücünü kaybetmekte ve yoksulluğa düşmektedirler.
Kanımızca ülkenin önce yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, flora ve faunasının, tarihi ve kültürel zenginliklerinin bir envanteri çıkarılmalı, doğal kaynaklarımız kadar olası deprem ve sel gibi doğal afetler olasılıklarının harita ve istatistikleri çıkarılmalıdır.
Nüfus hareketleri, göçler dikkatle izlenmelidir. Nüfus artışının kontrol altına alınması zorunlu olmuştur.
Bağımsız, özgür ve egemen ülkelerin yaptığı veya yapabildiği gibi sanayi kuruluşları ülkenin stratejik hedefleri de göz önünde tutularak yeniden lokalize edilmeli, yerleştirilmelidir. En azından yeni sanayi kuruluşlarının metropollere, büyük kentler çevresine yığılmasının önüne geçilmelidir. Aynı şeyler ulaşım ve iletişim ağları için de gereklidir.
Tarihte yaşanmış örneklerden anlaşıldığı gibi ekmek kapısı neredeyse insanlar oraya yönelmektedirler. Eğer yeni bir işyerini, örneğin İstanbul’a, İzmit’e, Marmara bölgesine yaparsak bunun anlamı Bitlis’in, Bayburt’un köyünde zor koşullarda yaşayan, geçim sıkıntısı çeken insanlara buraya gelin diye davetiye çıkarmak, onları göçe zorlamak demektir.
Geçmiş zamanların birinde bir devlet büyüğümüz protestoculara karşı “siz eğer orada bu fabrikanın kurulmasına izin vermezseniz ben de Çankaya köşkünün arkasındaki bahçeyi veririm” demişti. Sanki Çankaya’nın bahçesi babasının tapulu malı, sanki bu protestocular o fabrika buraya kurulduğunda veya kurulmadığında ellerine fazladan bir şey geçecek! Çankaya’daki devlet büyüğümüz fabrika kurulacak size yeni bir ekmek kapısı açılacak dedi. Halkımızı ikna etti. Yargı da yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. 26 Temmuz 1998 tarihinde fabrikanın temeli atıldı. Sonra yeni göçler oldu, kentlerimiz plansız, projesiz ve denetimsiz biraz daha büyüdüler ve biz 17 Ağustos 1999 tarihinde bir deprem yaşadık… Yıkıldık, öldük, sakat kaldık. Yükümüz biraz daha ağırlaştı.
Köylerden kentlere göç mutlaka durdurulmalıdır. Köyler yeniden yaşamak için çekici hale getirilmelidir. Köylü gerçekten milletin beyefendisi, hanımefendisi olmalıdır, olabilmelidir.
Köyde yaşamın kolaylaşması için hizmetin köylüye götürülmesi gerekmektedir. Bunun için Anadolu’da gerektiği kadar eğitim ve sağlık kuruluşu hizmete sokulmalıdır. Anadolu mahrumiyet bölgesi olmaktan çıkarılmalı, mecburi hizmet gibi bir uygulama olmamalıdır.
Samana kadar her tür tarımsal ürünü dışarıdan almak zorunda kalan ülkemizin yeniden kendi kendine yeten ülkeler sınıfına girmesi için tarımın mutlaka desteklenmesi, köylünün kooperatifleşmesinin özendirilmesi, tarım ve hayvancılıkta en yeni bilimsel ve teknolojik yeniliklerin izlenmesi ve buna göre yatırım ve üretim yapılması zorunludur.
Enerji kaynakları yönünden zengin sayılamayacak olan ülkemizde güneş, rüzgâr enerjisi ve termal enerjinin kullanılması sağlanmalı, bunun için yatırımlar yapılmalıdır.
Türkiye’mizin doğal kaynaklarının ve coğrafi konumunun bize fırsatlar sunması yeterli değildir. Bu fırsatların aklın ve bilimin gösterdiği yolda, doğamıza zarar vermeden insanımızın yararlarına uygun şekilde kullanılması da gerekmektedir. Komşularımızla, diğer ülkelerle barışçıl iyi ilişkiler bize daha az savunma harcaması yapmak ve aradaki farkı halkın refahına kullanmak olanağı verecektir.
Adına Anglosakson özentisi ile “Kanal İstanbul” dedikleri ve aslında hayali, yapay bir ucube olan bir “İstanbul kanalı” dünyanın incisi İstanbul’umuza yapılabilecek ihanetlerin en büyüğüdür. Bu düşünce İstanbul’un doğasına, flora ve faunasına tarihine, kültürüne, günlük toplumsal yaşamına % 100 aykırıdır. Stratejik açıdan ülkemizin Montreux Sözleşmesi ile sağlanmış olan kazanımlarını yok edebileceği gibi İstanbul’u geri dönülmez biçimde tüm dengelerini bozacaktır. Karadeniz, Marmara ve Ege Denizinin özelliklerini ve deniz içi yaşamını alt üt edecektir. Böyle bir topoğrafya değişikliğinin depremi tetikleyip tetiklememesi bir yana olası bir deprem sonrası doğacak zararların daha da büyümesine neden olacaktır. Buradan beklenen rant birilerine varsıllık sağlayacaktır ama İstanbul’un yerleşim planını, ulaşımını, su kaynaklarını alt üst eder. Kentsel dönüşüm eğer bu ise bu irrasyonaliteden bir an önce uzaklaşmak gerekmektedir.
Kentlerimizde ve kentlerimiz arasında karayolu yerine demir ve deniz yolu taşımacılığına yatırım yapılmalıdır. Kent içinde yaşamın sürdürülebilirliği için yeni metro hatları ve yeraltı otoparkları kurulmalıdır.
Bütün bunlar, bu yatırımların para istediği doğrudur. Ancak bu ülke israfı önleyerek, kaçak kayıp oranlarını sıfırlayarak, var olan kaynakları akılcı şekillerde kullanarak verimli alanlara yatırım yaparak bu işlerin tümünü başarıyla gerçekleştirebilir. Türkiye’nin florası ve faunası zengin, iklimi güzel, nüfusu genç ve dinamiktir. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğundan daha kötü değiliz. İç ve dış borçlarımızı da öderiz, bu yatırımları da yaparız.
Sevgili okurum, korkmayın, bunları yazıp söyleyen ben, politikacı değilim ve sizden oy moy istemiyorum. Yalnızca birkaç gerçeğin altını çizmek istiyorum.
Görüldüğü gibi deprem ve sel gibi doğal afetlere karşı hazırlıklı olmak veya bu yıkımlar nedeniyle kayıp ve zararları en aza indirebilmek için güçlü bir ekonomik yapılanmaya ve sağlam bir altyapıya sahip olmak son derecede önemlidir.
Bunun dışında her türlü yapının depreme dirençli hale getirilmesi ve yapılacak olanların da dirençli olmasını sağlayacak statik hesaplara göre inşa edilmesi gerekmektedir. Bunun için hazırlanan yönetmeliklere uyulmalı, her türlü yapım işi yetkili ve görevliler tarafından denetlenmelidir.
Aynı şeyler sel ve toprak kaymaları nedeniyle yaşanan afetler için de geçerlidir. Bölgenin topoğrafyası gözetilmeden yapı yapılması ve yapılan, yapılmış olan yapılarda oturma izni verilmesi önlenmelidir.
Seralarda depreme, sele, fırtına ve hortumlara ve benzeri afetlere karşı önlemler alınmalıdır.
Deprem ve başka afetlere karşı merkezi ve yerel yönetimler mutlaka uyumlu olarak çalıştırılmalıdır. TSK’ nın olaylara anında müdahale etme imkân ve kabiliyetinden yararlanılmalıdır.
Denebilir ki; yıllardan beri bu ülkede depreme karşı sürekli bir şeyler yazılıp çizilmektedir. Bunların başında da “Kentsel Dönüşüm” projeleri bulunmaktadır. Kentsel dönüşüm adı altında binaların güçlendirilmesi ve daha güçlü binaların yapılması elbette iyidir ancak bugünkü uygulamaların amacı yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi afetlere hazırlıklı olmaktan çok yeni rantlar yaratmaya yöneliktir.
Bunun mutlaka değişmesi gerekmektedir.
Bu değişim, dönüşüm kentlerden, binalardan önce zihinlerden başlamalıdır.
İnsanların hırstan, kibirden arındırılmasıyla başlanmalıdır.
Bunun adı da KENTSEL DÖNÜŞÜM değil ZİHİNSEL DÖNÜŞÜM’ dür.
01.04.2024
Ali Can Polat