YAŞADIKLARIMIZ VE BİR DAHA YAŞAMAK İSTEMEDİKLERİMİZ
Bu yazımda 1999 depremini depremin tam merkezinde yaşamış bir kimse olarak tanığı olduğumuz ve anılarımıza kazınmış olan birkaç notu anlatmak istiyorum.
Yıl 1993 idi, İzmit il merkezinde oturmaktaydık. O günün koşullarında bir apartman dairesinde yaşarken olanaklarımızı değerlendirerek aynı semtte bahçe içinde iki katlı bir bina satın aldık. Bina iki daire şeklinde yapılmıştı. SİT alanı içinde kaldığı söylenen bu mahallede binayı yıkıp kendi gereksinimlerimize ve kafamızda canlandırdığımız plana daha uygun bir yenisini yapma olanağımız yoktu. O günün inşaat teknikleri de bugünkü kadar gelişkin değildi. Bizim de olanaklarımız sınırsız değildi. Binanın dış görünüşünde hiçbir değişiklik yapmadan ve statik hesaplarını da hiç etkilemeyecek şekilde bu iki daireyi içten birleştirerek (dubleks) tek daire haline getirmeye karar verdik. Parasal olanaklarımızı da sonuna kadar kullanarak yapılabilecek olanın en iyisini yapmak istiyorduk.
Yapacağımız onarım ve yenileme işlerinde hukuksal sınırlar içinde kalarak ve binanın yer aldığı mahalledeki mimari tarzı bozmadan ne yapabiliriz diye ben ve eşim birlikte düşünmeye başladık. İstanbul ve yakın illere de giderek yapı fuarlarını, benzer bina örneklerini, yapı malzeme ve tekniklerini bir mühendis gibi incelemeye başladık. Maliyet hesapları yaptık. Elektrik, su, kalorifer tesisatından iç ve dış sıvasına, yalıtımdan bahçede yer alacak havuza ve kümese kadar her şeyi ince ince ölçüp biçtik.
Bütün bu araştırmalarımız ve soruşturmalarımızda kafamı kurt gibi kemiren bir deprem riski vardı. Ev iki katlıydı ve 33 yaşındaydı ama bakımsızdı ve hayli yıpranmıştı. Burayı düşündüğümüz gibi yenileyip içinde oturacaktık. Her şeyin en iyisini ve en sağlamını yapmayı düşünüyorduk. Geç olsun, biraz pahalı olsun ama kuralına uygun olsun istiyorduk. Bunlar kuşkusuz herkesin isteyeceği şeylerdi. Biz böyle istedik ama olmadı, şunu düşünememiştik, ne yapalım kader, kısmet böyleymiş demeyelim, istiyorduk.
Bu düşüncelerle yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı danışmak üzere bir mimar arkadaşa gittik. Mimar arkadaşımız binayı yerinde gördü, ölçtü biçti, örnekler aldı. Ben yapacaklarımızı anlattım. Yığma tuğla olan binanın duvarlarında tuğlalar arasındaki harçları kaldırıp yeniden harç dolgusu yaptıracağımızı, bunun üzerine kaba sıva, perlit, içeride alçı sıva ve boya, dış duvarlarda alçı sıva yerine mineral sıva kullanacağımızı söyledim. Ayrıca temel kazısı yapıp perde beton ile güçlendireceğimizi ve son olarak da temel çevresine drenaj uygulayacağımızı tek tek anlattım. Mimar arkadaşın gözleri ışıldadı. İki şey söyleyeceğim dedi. Bir dedi, üzerinde yaşadığımız bölge senin de söylediğin gibi bir deprem riski olan bir yerdir ama genel olarak bu şekildeki yığma yapılar birçok örneğe göre daha dirençlidir. İkinci olarak yapmayı düşündüğünüz bu şeylerin yapılması halinde bu binanın ömrüne en az 40-50 yıl daha kazandırmış olursunuz, dedi.
Biz bu mimar arkadaşımızın ve işinin ehli olan bir tekniker ustamızın titizliği içinde inşaat işimizi tamamladık ve oturmaya başladık.
Beni bu kadar ince düşündüren şeylerin başında yaşadığım kentin caddeleri, park ve bahçeleri kadar tarihi ve coğrafyasını da incelemem olmuştur. Merakım beni İhsan Ketin adında bir jeoloji profesörünün yıllar öncesinde bu bölge ile ilgili açıklamalarına kadar götürdü.
Büyük deprem olmadan bir yıl kadar önce bir işyeri açılışında bir belediye başkan adayının “eğer seçilirsem işte şu semtlere çok katlı, yüksek toplu konutlar dikeceğim” şeklindeki açıklamalarına karşı verdiğim biraz ağırca cevabı anımsıyorum. Şöyle demiştim. Beyefendi şu anda İzmit Körfezi çevresi yeterince işyeri ve konutlarla dolmuş durumda. Türkiye’nin nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu yer burası. Yeni işyerleri ve yeni konutlar buraya yeni insanların gelmesi için açık bir davetiyedir. Körfez bu kadar ağırlığı çekmez, çekemez. Yarın bir deprem olduğunda felaketi yaşarız, İzmit kenti olarak batarız, yapmayın bu düşünceden vazgeçin şeklinde düşüncemi söylemiştim. Elbette beni veya benim gibi kişileri dinlemezlerdi, dinlemediler. İhsan Ketin gibi bir kimseyi dinlememişler beni niçin dinlesinler ki! Söyledikleri yerlere sayısız binalar diktiler. İzmit merkezinin ve ilçelerinin nüfusu o günlere göre birkaç katına çıktı.
Gel zaman git zaman 17 Ağustos 1999, gece saatler 03.02’ yi gösterdiğinde korkunç bir gürültü, uzaklardan kısa süren bir ışık aydınlanması ve ölümüne bir sarsıntı, sallantı…
O gece geç saatlere kadar çalışma odamda, bilgisayar başında okuyup yazmıştım. Artık geç oldu dedim ve yatağa uzandım, henüz uykuya dalmamıştım. Sarsıntı ile yataktan doğruldum, eşime kalk deprem oluyor, çok ciddi bir sarsıntı var, evi terk edelim dedim. Yalnız terliğini giymeyi unutma, sanırım avizeler yere indi, cam kırıkları ayağımıza batmasın dedim. Ben Cankuş’ u aldım sen de hazırlan kalkalım dedim. Cankuş bizim evin bir bireyi gibiydi. Sürekli kafes dışında bizimle oturur, kalkar ve yer içerdi. Durmadan bize laf yetiştirirdi. Dağarına ister inanın ister inanmayın 250 sözcük sığdırmıştı. Onunla birlikte türkü söylerdik. Bir hayatı paylaşıyorduk, biraz biz kuşlaşmış o da biraz insanlaşmış gibiydi. Bizim bu muhabbet kuşu o gece depremin farkında bile olmadı. Horul horul uyuyordu, ben zorla uyandırdım.
Neyse doğrulduk, yeni bir sarsıntı, bir daha oturduk. Biraz sakinleşir gibi oldu. Eşim kolumda küçük adımlarla ilerliyoruz. Elektrik de yoktu, Cankuş’un hiç ssi çıkmıyordu. Korktu mu diyeceğim ama karanlıkta yüzünü göremiyordum. Birkaç adım attık. Küçük bir hol, önce burada duralım, dört yanımızda dört kolon, bunlar bizi korur dedik. Ama bunları bir filmde seyreder gibi yaşıyorduk filmin kahramanları da bizdik. Bir iki adım daha attık. Şimdi biraz daha sakinleşmişti. Yerlerde cam kırıkları falan yoktu, yarım yamalak gördüğüm kadarıyla avizeler de camlar, çerçeveler de yerinde duruyorlardı. Ben ve eşim kol kola iki katlı evin merdivenlerine geldik.
Eşime söylediklerim hala bu gün söylemişim gibi belleğimde tazeliğini koruyor.
“… bu, çok ciddi bir deprem, büyüklüğünü düşünemiyorum, umarım depremin merkezi İzmit’tir. İstanbul olursa çok, çok kötü olur. Umarım ve dilerim, TÜPRAŞ’a bir şey olmamıştır.”
Minik adımlarla alt kata oradan da bahçeye çıktık. İçimizde korkunç bir sıkıntı vardı. Umarsızlık, çaresizlik insanın omuzlarında dağ gibi çökmüştü.
Bahçede ki havuzun suyu dışarıya taşmıştı, hiçbir anlam veremedik. Demek o sallantıda olmuş diye düşündük.
İlk işim kapının girişindeki tüm elektrik sigortalarının şalterlerini ve bahçedeki doğal gaz vanasının kolunu indirmek oldu. Bahçe kapısını açtık, sokağa çıktığımızda komşular da birer ikişer yanımıza geliyorlardı. Yüksek katlı binalar olmadığı için burada kendimizi güvende sayıyorduk. Hava yavaş yavaş aydınlandı. Sabah serinliği yüzümüze vurdukça hepimize iyi geliyordu, uykudan uyanır gibi oluyorduk.
Uzakları, Gölcük ve Gebze’yi düşünüyordum. Telefonlar, radyolar çalışmıyordu. Bir komşu paketinden bir sigara uzattı, yak abi dedi. Şimdi içmeyeceksin de ne zaman içeceksin, dedi. Bir yıl önce sigarayı bırakmıştım. Komşuma şunları söyledim, bak şu anda bizler sağız ve sağlamız. Evlerimiz de ayakta. Dolayısıyla üzülecek fazla bir şeyimiz yok. Sen asıl şimdi enkazın altında olanları düşün dedim…
Bahçemizin bir köşesinde çalışan bir küçük bakkal, büfemiz vardı. O da evinden çıkmış geldi. Sabah dükkânı açtı. Dükkânda ne varsa acıkana, bisküvi, susayana su dağıttı, kimseden tek kuruş almadı. Bu dayanışma ve yardımlaşma aklımdan çıkmadı, çıkmayacaktır.
Bundan sonrasını herkes biliyor, kurtarma çalışmaları, ölenler, yaralananlar, evleri ve işyerleri yıkılanlar…
Artçı depremler…
O gecenin sabahında bahçede bir nar ağacının yanmış gibi kapkara olduğunu, bir adaçayı bitkisinin sanki bir aydır susuz kalmış gibi kuruduğunu fark ettik.
Gündüzün yaşadığımız artçı sarsıntılarda evin köşesini çevreleyen ( L) biçimindeki havuzun içindeki suyun nasıl çalkalandığını sözlerle anlatamam. Dahası ön bahçedeki iki küçük çam ağacı sanki topraktan çıkıp tekrar yerine giriyormuş görüntüsü veriyordu.
Bir günümüz ve gecemiz arabada ve garajda geçti. Cankuş dünyadan habersiz, kafesin kapağını niçin açmıyorsunuz diye bize bağırıyor.
İki gün sonra, biraz kendimize gelince eşim gidip eczanenin durumuna bir bakalım, yıkıldı mı, yerinde duruyor mu ayrıca eğer ihtiyacı olan varsa ilaç verelim dedi, çarşıya gittik.
Alemdar caddesinde yukarıya doğru yürüyoruz. Karşımıza sözünü ettiğim mimar çıktı. Kolları açık bağırarak aynen şöyle söyledi. İlk aklıma gelen siz oldunuz, nasılsınız diye sormayacağım İzmit’teki evinizde miydiniz diye soracağım, umarım burada yakalanmışsınızdır!
Evet, dedi, ‘yaptığınız şeylerin ödülü kendinizin ve evinizin bu afeti sıkıntısız atlatmış olmanız’dır. Yarın gece gidip rahatça uyursunuz bile dedi.
Evet, deprem bizde de evimizde de bir iz bırakmadı. Bunu mimar arkadaşın da söylediği gibi işi şansa bırakmamamıza, aklın ve bilimin gücüne güvenmemize, belki depremi bu evde karşılamış olmamıza borçluyuz.
Evimize döndüğümüzde çalışma odasına girdim. L biçiminde genişçe bir yazı masam vardı. L’nin küçük bölümünde bir bilgisayar monitörü vardı. L’nin büyük tarafında da ben yazılarımı yazıyor ve kitaplar okuyordum. Deprem saat 03.02 de olmuştu. Ben 15 dakika kadar önce odadan ayrılmıştım. Kitaplığın masa tarafındaki bölümünün tepesindeki taç yerinden çıkmış ve düşerek masanın küçük bölümünü parçalamıştı. Yani eğer 15 dakika daha çalışıyor olsaydım. O ağır taç benim kafamı parçalayacaktı.
Bunu şunun için anlatıyorum. Yerden tavana kadar yapılmış ve hayli kullanışlı ve güzel olan kitaplığın bu bölümündeki tacın vidası takılmamış ve o sarsıntıda yerinden çıkıp bir kızak gibi kayarak masayı parçalamıştı.
Diyeceğim o dur ki; evlerimizdeki böyle hareketli eşyaları deprem tehlikesine karşı kontrol edelim. Sabitlenecekleri sabitleyelim. Bir şey olmaz, idare eder demeyelim.
Bazı evlerde gardıropların devrilerek insanların altında kaldıklarını duyduk, öğrendik. Buna karşı da ukalalık demezseniz küçük bir önerim var. Bu belki bir ton ağırlığındaki kütüphanenin tümüyle devrilmesi de söz konusu olabilirdi ama edindiğim küçük fizik bilgilerimi değerlendirerek kendimce bir önlem almıştım. Sanırım bu önlem başarılı da oldu. Gardırop ve benzeri dikdörtgen şeklindeki eşyaların devrilme olasılığı bulunan tabanına küçük bir pabuç taktırmak, çakmak. Bu o eşyanın taban yüzeyini artırarak pramidal yapılarda olduğu gibi devrilmesini önleyecektir.
Yukarıda TÜPRAŞ rafinerisinden söz ettim. İhsan Ketin hocamızı anımsadım. Depremin artçı sarsıntıları devam ederken rafineride yangın çıktığı haberi geldi. Eşime döndüm ve galiba filmin sonuna geliyoruz dedim. Yangın şans eseri söndürülebildi. Ya söndürülemeseydi… Düşünmek bile istemeyiz.
Sonuç olarak şunu söylemek isterim. Fay üzerine böyle binalar hele de stratejik önemi olan ve bir kaza anında büyük tehlike yaratacak olan şeyler yapmayın diyen hocalarımızın sözlerine kulağımızı açalım. Bize görünmez güçler yardım eder, bize bir şey olmaz, böyle de idare eder gibi akıl dışı şeylerle oyalanmayalım. Depreme ve başka doğal afetlere karşı bilimin gösterdiği yolda yürüyelim, bilimin sözünden dışarı çıkmayalım.
Aradan yıllar geçti birçok şey unutuldu. Toplumun belleğinde “ha evet biz o filmi görmüştük” şekline bir not yerleşmiş olsa da genel olarak eski alışkanlıklarımız sanki öyle bir şey hiç yaşanmamış gibi devam etti.
1999 depreminin üzerinden 7 yıl geçmişti. Bir gezi nedeniyle Japonya’ya gitmiştik. Gezi boyunca gideceğimiz, göreceğimiz yerler bu tur firması (FEST Travel) aracılığı ile daha önceden planlanmış oluyordu. O akşam Kyoto’da birkaç arkadaş sokaklarda dolaşıyoruz. Karnımız acıktı, bir lokantaya girmek ve buranın yerel lezzetlerini tatmak için hepimiz can atıyoruz. Ancak hiç Japonca bilmiyoruz ve gördüğümüz yerlerin lokanta veya başka bir işyeri olup olmadığını bile anlamıyoruz. Resim gibi yazılara bakıp içimizden bir şeyler uydurmaya çalışıyoruz. Eşime şurası lokantaya benziyor, gel buraya girelim dedim. Önümüzde de birileri yürüyordu. Bir hanım aniden durdu, geriye döndü ve anlaşılır bir Türkçe ile “siz Türk, Türkçe konuşuyorsunuz” dedi. Biz durakaldık, kekeleyerek evet dedik. Yine aynı nezaket içinde ve yumuşak bir sesle iyi akşamlar dedi. Biz sanki bir düş görüyormuş gibi kızın yüzüne boş boş bakmaya başladık. Ben duydum, siz bir restoran arıyorsunuz dedi. Evet dedik, yıllar geçip de bir tanıdığınıza rastlayınca nasıl sevinirseniz öyle sevindik. Dil bilmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu o anda anladık. Japonlar içinde yabancı dil bilen sayısı da çok azdı.
Eşim biraz kendisini topladı ve siz de Türkçe konuşuyorsunuz, Türkçe konuşmayı nerede öğrendiniz diye sordu. Hanım biraz sıkılır gibi oldu, bakışlarıyla sanki uzaklara daldı. Sonra ben, dedi, 1999 depreminde Yalova’da göçük altında kaldım, o günü hiç unutamadım dedi.
Bizler unuttuk ama Japon kız unutamamıştı. Japon kız bize o depremde yaşadıklarını anlattı. İnsanlarınız depreme hazırlıksızdılar ama deprem anında ve sonrasında çok telaşlılardı, panik içindeydiler. Daha sakin olabilirlerdi.
Ne yazık ki; şimdi adını unuttum, notlarım arasında da bulamadım. Ondan söz ederken hep “hanım” diyorum. Evet, o hanım bize 1995 yılında Kobe’ de yaşadıkları büyük depremi anlattı. İnsanların ne yapması gerektiğine ilişkin örnekler verdi.
O akşam dereden tepeden birçok şey konuşuldu, örneğin; bu Japon hanım benim bir anısı olsun diye yıllar önce 45’ lik bir plağını alıp dinlediğim Japon şarkıcı Chiyo Okumura’ nın aynı şarkılarının bu kez CD’ sini almama yardımcı oldu.
Ondan Japon kültürüne ilişkin çok şey öğrendim, öğrendik. Japonların çok sevilen bir turşuları varmış, Türkiye’de iken Petek Kitamura’ nın Japonya Kiraz Çiçeklerinin Ülkesi adlı kitabından (s.66) okumuş, öğrenmiştim. Ume (umeboshi) bir erik turşusu, Japonların ulusal içkileri olan sake yanında severek ve çokça tüketiliyormuş. Nasıl bir şey diye merak ediyordum.
Hazır Türkçe bilen bir Japon bulmuşken ve konu kültürden ve depremden açılmışken bir sözcük, bir kavram daha fazla öğrenmek istiyordum.
Hanım yine sıkıla sıkıla ama dedi, şimdi mevsimi değil. Devam etti, ben bir turşucuda çalışıyorum. Rastlantının bu kadarı nefesimi durdurdu diyebilirim.
Gülümseyip geçtik, başka konulara daldık. Lokantada yediğimiz yemek alışkın olduğumuz lezzetlerin dışında olduğu için güzeldi ya da değildi diyemeyeceğim ama sohbet tam bir şölendi.
Yemek sonrasında kendi payına düşen yemek ücretini ödemek istedi. Elbette böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını anlattık. Bu arada bizim hangi otelde olduğumuzu sordu söyledik. Daha sonra da birbirimize iyi geceler dileyip vedalaştık.
Ertesi günü sabah bu hanım bizim otelden ayrılışımız sırasında bizi karşılamaya geldi. Elinde koca bir turşu kavanozu ve kocaman bir kutu, içinde de bizim öküzgözü diye tanımladığımız iri, kara salkım salkım üzümler.
Hayat ne güzel ve ne çok rastlantılarla dolu… Dilini, dişini bilmediğimiz bir ülkede deprem bizleri bir rastlantı ile buluşturuyor.
Kaç yıl sonra o hanımın sözlerini anımsıyorum. Depremde sizin insanlarınız çok telaşlıydı…
Sorun ne kadar büyük olursa olsun sorunun üstesinden gelmek, gelebilmek için en çok gereksinimimiz olan şey gerçekten de sakin olmak sorunun nedenlerini ve çıkış yollarını sükûnet içinde düşünmek.
Saygılarımla…
01.04.2024
Ali Can Polat