İMPARATORLUK – İMPARATOR – EMPERYAL- EMPERYALİZM
Bu yazımızda imparator, imparatorluk, emperyal ve emperyalizm gibi kavramlarla birlikte gaius, augustus, sezar, kayser, kral ve çar. Emir, melik, sultan, saltanat ve padişah gibi kavramları da irdeleyeceğiz.
Başlıktaki ilk dört kavrama kaynaklık eden sözcük Latince imperare (impe’rare) eylemidir. Hazırlamak, düzenlemek anlamına gelen “in ve paro” köklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş, şimdiki zaman mastarıdır. Türkçe karşılığı saltanat olup imperare imparatorluk otoritesini (imperium), yetkilerini kullanma, hâkim-egemen (=imperant) olma, hüküm verme, hükümran ve hükümdar olma, hükmetme, hüküm sürme, komuta etme, üstünlük kurma gibi daha birçok anlamlara gelmektedir.
Sözcük içinde bir olayı, bir düşünceyi kabul etmeye (empoze) zorlamak bir şeyi yapmaya, vermeye zorlamak, bu işlerin yapılması için emir vermek anlamlarını barındırmaktadır. Bu impĕro eyleminin aktif öznesi “or” son ekiyle Latince imperator sicimine ulaşmaktadır. Bizde imparator olarak söylenmektedir.
Roma’nın askeri hâkimi olan Augustus ilk kez MÖ 30 ‘ da bu kavramı benimsedikten sonra bir unvan olarak Latinceye girmiştir.
Dilimizdeki İmparatorluk ve imparator sözcüklerinin Fransızcası Empereur – Impérial, Empire, İngilizcesi Emperor, Imperial – Empire, İtalyancası Imperatore- Imperiale, Impero’ dur.
Augustus sözcüğünün kökeni Latince augere yani artırmak, büyütmek, yüceltmek eylemidir. Sözcük bu eylemden türetilmiştir. Latince auctoritas sözcüğü, bugün dilimizde autorité /otorite şekliyle kullandığımız sözcüğün kökeni de augustus sözcüğünün kökeni olan augere ile aynıdır.
Roma hükümdarları adlarının yanına birçok sıfat eklenmekten çok zevk alıyorlar. Örneğin Sezar’a bakalım o bir augustur. Latince: Imperator Caesar Divi Filius Augustus olarak anılır. (MÖ 63 – MS14). Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk imparatorudur. MÖ 27 – MS 14 yılları arasında hüküm sürmüştür.
Ondan sonra gelen evlatlığı Augustus, Gaius Octavius Thurinus olarak doğmuş ve MÖ 44 yılında Julius Caesar tarafından evlatlık edinilmesinin ardından Gaius Julius Caesar Octavianus adını almıştır.
Yine ekleyelim Latince “Divi Filius” ilahi olanın, tanrının oğlu anlamına geliyor. Julius Caesar ölmeden 14 yıl önce doğmuş olan peygamber İsa için de tanrının oğlu olduğu söylentisini ve Hristiyanlık dininin temelini oluşturduğunu anımsatmak isterim. Baba. Oğul kutsal ruh, Hristiyan teslisi/ üçlemesi.
Gaius sıfatı Gaia’dan gelmektedir. Mitolojide Uranüs’le evlenen ve yeryüzünün kozmik bir varlık hali olan ilk tanrıça Gaia adıyla ilişkilendirildikten sonra bu sözcük Roma hükümdarlarına unvan olarak alınmıştır.
Cümlenin burasına bir virgül koyarak augustus sözcüğünün otorite, otokrasi, otokrat, diktatör sözcüklerine ve imparator düşüncesine kaynaklık ettiğini not edelim.
Augustus yine o tarihlerde Roma takviminin 6. Ayı olarak kabul edilmiştir. Bunlarla ilgili olarak daha önce Kavram Mutfağı’ nda ayrıntılı açıklamalar yapılmıştı.
Augustus sözcüğü eski Romalılara özgü bir imparatorluk sanıdır ve yüce, ulu anlamlarına gelmektedir. Augustus, Imperator Caesar Divi Filius Augustus; 23 Eylül MÖ 63 – 19 Ağustos 14), Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk imparatorudur. MÖ 27 – MS 14 yılları arasında hüküm sürmüştür.
Bu san Romanus Senatus tarafından Caesar’ın yeğeni ve adoptif oğlu Octavianus’a verilmiştir. Ondan sonra gelen imparatorlar da bu sanı severek kullanmışlardır
Augustus, Gaius Octavius Thurinus olarak doğan ve MÖ 44 yılında Sezar tarafından evlatlık edinildikten sonra Gaius Julius Caesar Octavianus adını almıştır.
Augusta unvanı ise augustus’un dişil halidir. Augustus tarafından ilk kez eşi Livia Drusilla’ya verilmiş, sonraki imparatoriçeler de bunu gelenek haline getirmişlerdir.
Augustus, zamanla Latincede majesteleri anlamını kazanmış bir sözcüktür. Batıda özellikle diplomasi dilinde majesty veya your majesty bir saygı ifadesi olarak söylenmektedir.
Türkçede ise yüksek bir makama karşı daha alt tabakaların saygılarını dile getirmek için kullandığı veya kullanmak zorunda kaldığı sözcükler yüce hakanım, ulu padişahım, sultanım ve benzerleridir.
Nikomedia’da Diocletianus kendisini emekli edip yönetimi dörde böldükten, tetrarşi yönetimini oluşturduktan sonra bölümlerden ikisinin başına iki augustus, ve yardımcıları olarak da iki caesar belirlemiştir.
Caesar sözcüğünü Araplar Rum/ Roma hükümdarı anlamında ḳayṣār قيصار olarak söylüyorlar. Bu sözcüğün aslı Orta Yunanca aynı anlama gelen kaîsar καῖσαρ sözcüğünden alıntıdır. Latince caesar kesik anlamına gelmektedir. Bu özel adın Latince caedere, caes “kesmek, kırmak” eyleminden türetilmiştir.
Bir insanın ünü, şöhreti arttıkça başının çevresinde bir hale gibi söylenceler, yakıştırmalar arttıkça artar. Derler ki; Caesar’ın soyu tanrıça Aphrodite, Venüs’ün sözde oğlu Troyalı prens Aeneas’ın oğlu Iulus’tan gelmektedir. Yani soyu patrici sınıfından bir aile olan Julia gens’indendir.
Sezar cognomen’i yani soyadını Yaşlı Plinius’a göre sezaryenle doğmuş olduğu için almıştır. Dahası saçı sıkmış, gözleri parlak gri imiş ve bir savaşta fil öldürdüğü için bu adı almış. Sezar’ın bastırdığı sikkeler üzerinde fil bulunması adı geçen son iddiayı destekler nitelikteymiş.
Sezar sözcüğü de aslında Roma imparatorluğu’ nda imparatorluk sanıdır. Sözcüğün Latincesi caesar /kayzar ‘dır. Julius Caesar’ın ölümünden sonra gelen imparatorlara bu unvan verilmesi adet olmuştur. Yardımcı Caesar’lar Augustus’un olmadığı zamanlarda, ölümü ya da görevi bırakması sonrasında onların yerlerine geçerek Augustus oluyorlardı.
Caesar sözcüğünün kökeninde Roma Cumhuriyetinden Roma İmparatorluğuna geçişte en önemli rolü oynayan diktatör Julius Caesar bulunmaktadır.
Caesar’ın yeğeni Augustus, imparator olduktan sonra da babası Caesar’ı tanrılaştırmış ve ondan aldığı soyadını yani cognomen’ini onursal bir unvan yapmış ve kendi adının başına eklemiştir. Daha sonraki Roma imparatorları da bu unvanı benimsemiş ve ilerleyen yıllarda bir soyluluk göstergesi olarak sürdürmüşlerdir.
Roma ikiye bölündükten sonra doğudaki bölümde zamanla Helence egemen olmuş ve devletin resmî dili haline almıştır. Bununla birlikte sözcüğün Latincesi caesar’ın okunuşu kaisar (καισαρ) biçimini almıştır.
Bu biçim Arap-İslam dünyası aynen geçmiştir. Türkçeye kayser (Osmanlıca: قيصر) biçimiyle girmiştir. Fatih Sultan II. Mehmet ve ondan sonra gelenler kendi unvanlarına ek olarak Kayser-i Rûm sıfatını da eklemişleridir.
Doğu ve Orta Doğu’da bu unvanların dışında mikado, hakan, melik, şah, şehinşah, emir, sultan ve padişah gibi başka kavramlar da bulunmaktadır. Padişah Farsça pādşāh, pādişāh sözcüğünden alınmadır. Soğdça kökeni ise patayswan’ dır. Sözcük Farsça güç anlamına gelen pāti ve hükümdar anlamına gelen şah sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bileşik bir sözcüktür. Pati sözcüğünün batı dillerindeki power, potens ve potential sözcükleriyle bir ilgisi vardır. Hükümdar, otorite-iktidar sahibi olmayı ifade eder. Padişah Osmanlı devlet başkanlarına verilen unvandır.
Melik Arapça mulk sözcüğünden alınma olup mülk, güç sahibi olmayı ifade eder. Devlet başkanının eşine de melike adı verilir.
Sultan Arapça sultan sözünden alınmadır. Sünni Müslüman hükümdarlara, padişahlara verilen bir unvandır. Padişah ailesinden anneye, kız kardeşe ve kız çocuklarına da verilen bir unvandır. Bazı hallerde bilim ve sanatla uğraşanlara da unvan olarak verilmiştir. Şii mezhebini benimsemiş hükümdarlar için sultan değil şah veya emir unvanları kullanılmaktadır. Örneğin Emir Timur veya Şah İsmail gibi…
Saltanat Arapça saltana sözcüğünden alınmadır. Sultanlık yapma anlamını taşımaktadır. Halk arasında bolluk, varsıllık içinde tasasız yaşamayı ifade etmek için kullanılmaktadır. Kavramın olumsuz anlamı israf yanıdır.
Kendilerini Bizans İmparatorluğu’nun mirasçısı sayan Rus hükümdarları da bu unvanı kendi dillerine uyarlamışlar kendilerine çar (Rusça: цар) dedirtmişlerdir. Kutsal (Saint Germen) Roma İmparatorluğu, Avusturya İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu yöneticileri de Latince caesar ve Almanca haliyle kaiser unvanlarını kullanmışlardır.
Yine kısaca değinmekte yarar vardır. Kayseri kentimizin eski adı Mazaka imiş. Roma devrinde imparator kenti anlamında Kaisareia adı verilmiş, Araplar Kaysariya demişler son olarak da Türkler Kayseri şekline sokmuşlardır.
Diktatör sözcüğü, Latincedeki dictātor sözcüğünden alınmıştır. Dictare eyleminin dictāt geçmiş zaman köküne (dikte etti, söyledi) “or” ekinin ulanmasıyla oluşturulmuştur. Diktatör, mutlak güce sahip olan bir politik lideri anlatmada kullanılır. Diktatörlük, diktatorya (dictatura) ise bir diktatörü veya küçük bir grubun yönettiği devleti anlatır.
Sözcüğün tarihteki kökeni Roma Senatosu tarafından acil durumlarda cumhuriyetin yönetimi için seçilen bir yöneticiye verilen unvandan gelmektedir.
Ancak zaman içinde diktatör terimi genellikle totaliter rejimleri yöneten, baskıcı, zorba yöneticileri tanımlamak için kullanılmıştır.
Antik Yunanca tyránnos τυράννος egemen, iktidar sahibi, zorba anlamındadır. Tiran teriminin kökeni Latincede tyrannus olup, Fransızca’ ya tyran olarak oradan da dilimize zorba anlamında kullanılmak üzere tiran şekliyle alınmıştır.
Antik Yunanca monarχeía μοναρχεία /monos + archos sözcükleinin eklenmesiyle bulunmuş bir bileşik sözcüktür. Demokrasi halkın yönetimi, halk yönetimi ise monokrasi de tek kişinin yönetimi anlamına gelmektedir. Monarşi sözcüğü dilimize Fransızca monarchie sözcüğünden alınmıştır. Yurtta yaşayan herkesi cezalandırma ve bağışlama yetkileriyle de birlikte her konuda ve her şey hakkında karar verme yetkisinin bir kişide, bir hükümdarda bulunma halidir. Otoritenin bir kralın veya bir imparatorun elinde olduğu yönetim türüdür. Etimolojik anlamına bakılırsa monarşi tek bir kişinin yönettiği bir devlet düzenidir.
Demokrasilerde egemenlik, erk, otorite, iktidar, üç ana bölümden oluşmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı. Bu güçlerin tek elde toplanmış haline mutlak monarşi, tek adam devleti, idaresi denmektedir. Bir de meşruti monarşiler vardır. Koşullu tek güç yönetimi diyebileceğimiz bir sistemde bir kral, imparator, tiran gibi bir hükümdarın yanında bir de meclis vardır. Erk, egemenlik bu ikisi arasında bir ölçüde dengelenmeye çalışılmıştır.
Otokrat terimi gibi, diktatör ve benzerleri gibi baskıcı, faşizan yönetim tarzları için bir niteleme sıfatı olarak kullanılmaktadır.
Son zamanlarda bir yönetim biçimini otokrat, tiran, diktatör olarak niteleyip eleştirmek suçlayıcı bir hakaret olarak algılanmaktadır. Oysa örneğin tiran, diktatör gibi terimler çoğulcu, demokrat gibi terimlerin karşıtıdırlar. Bu eleştiriler hakaretle suçlanıp cezalandırmayı değil düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bir cevap hakkını doğurur. Nitekim AYM bu eleştirilerin herhangi bir suç konusu olamayacağına karar vermiştir.
Kral sözcüğü de bizim dilimize Sırpçadan hükümdar anlamında carolus sözünden alınmadır. Balkan ülkelerinin hükümdarlarına verilen unvandır. Buradan başka dillere de değişik şekillerde geçmiştir. Frank kralı Karl, Şarlman gibi. Sırpçada kadın hükümdar veya hükümdarın eşi anlamında краљица/ kraljica sözcükleri var. Bu sözcükler Germence karlaz adam, erkek sözcüğünden türetilmiştir. Hollandaca koning, Almanca König, İngilizce king biçimlerine bürünmüştür. Latince konuşulmuş ülkelerde Rex ve Regina kral ve kraliçe karşılığında kullanılmaktadır. Fransızcada kral karşılığı roi sözcüğü bulunmaktadır. Arapçada emir, amir ve amira sözcüklerine rastlıyoruz.
Zaman içinde diktatör, tiran ve benzeri kavramların toplumda baskıcı, korkutucu anlamlarında olumsuzluklar yüklenmiş şekliyle algılandığı doğrudur. Ancak anlam olarak sezar, kayser, kral, imparator ve bunlar gibi kavramlar da yukarıda açıklandığı gibi aynı kapıya çıkmaktadırlar. Hepsi de egemenliğin bir elde toplanmasını, tek adam sistemlerini anlatan terimledir. İmparator terimine karşı çıkmayıp sevinen bir kimsenin durumu eşek deyince üzülen ama aslan deyince sevinen bir insanın durumundan farksızdır. Eğer üzülecek bir durum her iki sıfat için de üzülmek gerekmez mi? Sonuç olarak eşek de hayvandır, aslan da bir hayvandır.
Bir kimse ile konuşurken emperyalist sözcüğü geçince kaşları çatılan bir kimse İskender deyince sevinmekte, hatta bunu çocuğuna ad olarak bile koyabilmektedir. Makedonya’dan kalkıp İran’a Persepolis’e kadar gelen, oraları soyup soğana çeviren bir kişiye bir de üstüne üstlük büyük denir mi? Aleksandros III ho Makedon haydut bir askerdir.
Yalan mı? Ne yaparsın, bu dünyaya boşuna kavanoz dipli dememişler… Bu benim sözlerim elbette İskender’in, Sezar’ın, Napolyon’ nun, Hannibal’ in, Cengiz Han’ın ve daha nicelerinin sahip olduğu askeri yetenekleri nedeniyle tarihin bildiği tanıdığı çok büyük askerî taktisyen ve stratejist olmalarını gölgelemez. Bunu biliyoruz ama onların bu özellikleri onların dediğim dedik, öttürdüğüm düdükçü, zorba diktatörler olmadıkları anlamına da gelmez. İlk aklımıza gelen üç örneği sıralayalım. Sezar ve Napolyon ve Hitler, bunların üçü de cumhuriyet idarelerini sona erdirerek imparatorluklarını ilan etmişlerdir. Sanırım bu karşılaştırma benim bu konudaki duyarlığıma yeterli olacaktır.
Bu açıklamalar bize toplum içinde, toplumu yöneten, yönlendiren bir gücü ve bu gücün kullanılma şeklini göstermektedir. Gücün kaynağı ya üstün bir kutsal varlıktan ya da üstün bir sülaleden, hanedandan gelmektedir. Onlar yüce, soylu, asil, asilzade halk ise bu işlerden anlamayan cahil ayaktakımıdırlar.
Bunlarda her iki halde de güç genel olarak babadan oğula geçer ve her zaman hanedan üyeleri arasında kalır. Gücün kaynağı kutsal bir varlıkla ilişkilendiriliyorsa o zaman kendileriyle kutsal güç arasında organik veya organik olmayan bir bağ olduğu iddia edilir. Onlar bir halife, halkı doğru yola getiren ve orada tutan görevlilerdir. Güç kaynağı, gücün niteliği ve gücün kullanılmasından doğan sonuçlar sorgulanamaz, denetime bağlı değildirler.
Gücün kaynağı kutsal olunca gücün ağzından çıkan her söz, her emir ve gücü temsil eden tüm kurum ve kuruluşlar da kutsaldır. Yönetilenlerin de bu güce ve gücü temsil eden şeylere karşı övücü sözler söylemek, düzenin sürdürülebilirliği için sadakat göstermek ve dua etmek ödevleri vardır.
Bu güçler halkın huzur ve refahını değil kendi ailesini ve kutsal gücün geleceğini, görkemini düşünür. Yönettikleri halk onlar için tebaa yani kendilerine biat eden, tabi olan, itaat eden ve sadakat gösteren insancıklardır. Tebaanın bu ödevlerinde kusur etmeleri cezalandırılmalarını gerektirir. Yönetimi bu anlayışla kendisi için lütfederek bir görev sayanlar ise halka karşı bir yükümlülükleri ve sorumlulukları olmaz. Örneğin o yıl yağış az olsa, kıtlık baş gösterse ahali aç kalsa, kırılsa bundan sorumlu olacak olan yine ahalidir. Krala veya tanrıya karşı saygıda kusur etmelerindendir. Dolayısı ile gelen sıkıntılar, hastalıklar, doğaldır ve saygıda kusur edilmesi nedeniyle öngörülmüş olan cezalardır. Böyle düşünenlere göre tanrı insanları yoldan çıktıkları için cezalandırmıştır.
Sezar örneğinde açıklamaya çalıştığımız gibi aile ve ailenin soyluluğu çok önemli olmaktadır. İşin doğası gereği yönetici durumda olan otorite sahibi kişiye halkın saygı duyması için kendisinden daha farklı, erişilemez ve mutlaka çok üstün olması gerekir. Eğer halk kendisi gibi, kendisiyle eşit bir statüde olsa onlara saygı duyması için bir neden olmaz. Bu yüzden onlara asilzadeler denmektedir. Bu asalet babadan oğula geçmektedir. Bu şekildeki aileye de hanedan adı verilmektedir. Ancak hanedan sıfatı krallık, padişahlık gibi görev veya yetkilerin süreleri ile sınırlıdır. Başka bir anlatımla aileden olmak hanedan tanımlaması için yeterli değildir.
Hanedan Farsça ev anlamına “hane” sözcüğüne “dan” eki takılarak bulunan bileşik bir sözcüktür. Kökten asil ve büyük aile, ocak anlamına gelmektedir. Bir soyluluk, asalet göstergesidir. Batıda, Fransızcada karşılığı dynastie, İngilizcedeki dynasty‘dir. Türkçe karşılığı ise uruk veya günlük konuşma dilinde sülaledir. Özellikle antik Mısır ve eski Çin hanedanını, hanedanlarını anlatırken dil alışkanlığı nedeniyle “hanedanlık” şeklinde bir sözcük kullanabiliyoruz. (bazen ben de kullanıyorum. Bazı Türkçe sözlüklerde de bu yanlış sözcüğe rastlanılıyor.) . Hanedanlık bir galattır, bir yandan da galat-ı meşhur olmaya başlamıştır. Örneğin Osmanlı hanedanlığı yanlış, Osmanlı hanedanı doğru bir kullanımdır. Şu anda Osmanlı hanedanından kimse kalmamıştır. Yani artık o aileden prens ya da prenses sıfatlarını kazanabilecek kimse yoktur, kalmamıştır. Bunun anlamı Osmanlı adına saltanat talebinde bulunacak kimse yoktur. Veliaht, prens ya da prens olamasalar da Osmanoğlu ailesinden kalanlar olabilir, bunlar kurumsal değil bireysel bir hak varsa isteyebilirler. Hanedan sıfatını kullanamazlar. Yani kavramın yanlış kullanılması hukuk yönünden sakıncalıdır.
Konu açılmış iken imparatorluk ile ulus devlet arasındaki önemli bir farka da değinmekte yarar vardır. Örneğin, Osmanlı Hanedanı aşağı yukarı İstanbul’un fethine kadar bir beylik veya bir devletti. 1453 yılından sonra Osmanlı İmparatorluğu olmuştur, olabilmiştir. Fatih Sultan Mehmet kendisi için Kayser-i Rum sıfatını kullanırken kendi devletinin tebaasının çok uluslu ve çok dinli olduğunu anlatmak istemiştir. Kaldı ki İstanbul başta olmak üzere birçok yerleşim yerinde Helen, Ermeni, Yahudi inançlarına ve çeşitli halklara adeta kotalar uygulamıştır. İstanbul’un fethine kadar Osman, Orhan, Murat beyler ve diğerleri bu sıfatı hiç kullanmamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunu diriltmek hevesinde olanlar bu gerçeği kısmen bilmekte, kısmen bilmezden gelmektedirler. Türkiye’den söz ederken Türk sözü kullanmasalar, Türk sözünü birçok kurum ve kuruluştan silmiş olsalar da ulus, millet sözcüğünden köşe bucak kaçsalar da millet yerine ümmet sözünü yerli yersiz tekrar etseler de Osmanlı İmparatorluğunu canlandırmaları veya yeniden bir imparatorluk kurmaları olanaklı değildir. Tarihsel konjonktür artık imparatorluklar çağının dönüşü olmamak üzere kapandığını göstermektedir. Hele ümmet sözü buna hiç uygun değildir. Ümmet sözü Türk, Arap, Afgan gibi ülkelerden İslam dinine inanmış insanlar davet edilse de onların bu egemenlik altına girme çağrısına uymaları söz konusu olamaz. İkinci olarak onlar burada var olan devlet içinde kısa sürede asimile olup eriyip gideceklerdir. Ancak bunların hiçbir yararı olmayacağı gibi bir sürü sorunu da beraberinde getirecektir. Ensar hamaseti ve din kardeşliği duygusallığı bir imparatorluk inşa etmek için yeterli değildir. Osmanlı imparatorluğu örneğin; Kırım’da, Romanya’da, Moldova’da Voyvodalık sistemi yerleştirirken onların yaşama biçimlerine karışmamış, onları dinlerini değiştirmeye zorlamamıştır. Pax Ottomana denen düzen böyle sağlanabilmiştir. Osmanlı Hanedanı yabancı ile evliliğe özen göstermiş, adeta özendirmiştir. Oysa bu günün heveslileri tek dine inanmış tek tip insan yaratma düşüncesindedirler. İstekleri gerçekleşmeyecektir ancak 1923 yılında anayasal vatandaşlık ilkesi üzerine kurulan ulus devlet için çözümü zor demografik sorunlar başta olmak üzere bir dizi başka sorunlar yaratacaktır. Kaldı ki, ne komşularımız ve ne de uluslararası anlaşmalar buna onay vermezler.
Yukarıda imparatorluktan söz ederken terimin kökenindeki imperium yani güce dikkat çekmiştik. Bu gücün bir ülke sınırları içinde kral, imparator veya başka tek adam yönetimlerince kullanıldığında nasıl olumsuzluklar getirebileceğini yukarıda anlatmaya çalıştık. Bir devletin veya ulusun başka bir devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi veya o ülkenin kaynakları üzerinde kendine özel nedenlerle hak iddiasında bulunmasını emperyalizm olarak niteleyebiliriz. Tarihin başından bu yana emperyalizm değişik şekillerde bir sömürü ve başka bir ulusun egemenliğini kısıtlama veya tümüyle ortadan kaldırma aracı olarak kullanılmıştır.
Bir ülkenin, topraklarını başka bir ülke aleyhine genişletmesi, kaynakları üzerinde hak iddia ederek kullanması, bir ülkenin başka bir ülke ve topluluğa kendi kültürünü değişik yöntemlerle kabul ettirmesi, yaşam tarzlarını değiştirmesi halkını köleleştirmesi ya da başka ulus veya topluluğu vergiye, haraca bağlaması emperyalizmin yöntemleridir. Bunların arasına cihatçı anlayışı ve yayılmacılığın her çeşidini de ekleyebiliriz.
Emperyalizm terimine bugünkü anlamını veren V.I. Lenin olmuştur. 1916 yılında yazdığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde Kapitalizmin önceki aşamalarındaki sömürge politikasını anlatmış, 1870’ li yıllarda İngiltere’de başlayan ve şekillenen tekelci oligarşinin artık yeni ve daha gelişkin yollar geliştirdiğini açıklamıştır. Lenin sonrasında ve hele SSCB’ nin dağılmasından sonra emperyalizm bir yandan küreselleşme, ulus devletlerin sonu ve emek sermaye çelişkisinin anlamını yitirdiği gibi gerçek ötesi tezlerle kendisine daha ileri kazanımlar sağlamıştır. Daha ilginci gerçekleştirdiği kendi sınıfı dışından sömürünün iyi bir şey olduğunu söyleyebilecek kadar ileriye gidebilecek yandaşlar yaratmıştır.
Emperyalizmin faziletlerini veya melanetlerini burada sıralamanın bize bir yararı yoktur. Bu kavramın kökeninin Latince imperium yani egemenlik, erk ve güç olduğuna yeniden vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Gücün aslında kötü bir şey olduğu söylenemez ancak gücün başkalarının zararına olacak şekilde kullanılması kabul edilemez. Bu anlamda emperyalizmle her düzlemde savaşılması sömürülen halk ve topluluklar açısından bir hak ve görevdir.
Saygılarımla
04.04.2024
Ali Can Polat