AHLÂK

A H L Â K

 

Bu kavramla birlikte (nomos) namus, vicdan, erdem/fazilet, hikmet, onur/şeref, haysiyet, vakar, töre, gelenek, görenek,  örf,  âdet, anane, belki biraz moda, hars, kültür, folklor, görgü, edep/adab, adab-ı muaşeret, terbiye, utanma, hayâ, nezaket, özveri/fedakârlık, yaşam tarzı, yıkıcı-gözetici bencillik gibi konuların birlikte ele alınması gerekmektedir. Bu kavramlardan bazıların birbiriyle eş anlamlı bazıları ise zıt anlamlıdır. Bazılarının aralarında ise çok küçük farlılıklar veya benzerlikler bulunmaktadır. Bu konuları inceleyip istenen olumlu bir sonuca varabilmek için öncelikle bu kavramların köken ve anlamlarını iyi, doğru bilmemiz ve yerinde kullanmamız gerekmektedir.

Bu yazı ahlâk kavramının ve onunla ilintili olan diğer kavramların irdelenmesi yanında ahlâk kavramına kaynaklık eden “hlk” kökünden türemiş iki farklı anlamdan birini dışarıda tutan anlayış üzerine bir deneme niteliğindedir.

Ahlak gerçekten nedir, ne değildir? Merak edip öğrenmek için saf saf “ahlâk nedir” diye birine soracak olsanız yanıt beklerken hiç de olumlu olmayan, “şimdi bu soru da nereden çıktı”, “böyle bir soru da sorulur mu” dercesine bir yüz ifadesi ile karşılaşırsınız. Onunla da kalmaz, okkalı bir azar bile işitebilirsiniz. Oysa yaşadığımız toplumda günlük konuşmalarımızda en çok kullandığımız sözcüklerden birisi “ahlâk” sözcüğüdür. Biraz düşünelim, insanın dişi, dişleri ağrımadan aklına dişçi gelir mi, gelmez. İnsanın bir diş sorunu yoksa niçin dişçiye gitsin ki? Onun gibi toplumumuzda ahlâk kavramından beklenen yararlar sıradan şeyler olsa ahlâk konularını bu denli çok konuşur, bu denli çok ahlâk sözcüğü kullanır mıydık? Hayır, öyle değil mi?
Denebilir ki; insanlar bilmedikleri için değil kurallara uymadıkları veya uymak istemedikleri için bu sorunlar yaşanıyor.

 

Bu doğru olabilir. Son birkaç gün içinde yaşadığımız iki iğrenç olay bardağı taşıran damlalar oldu. Bu olaylardan birisi özetle: Mecliste bütçe görüşmeleri yapılıyor, milletvekilleri hararetli konuşmalar yapıyorlar. Arka taraflardan koşarak gelen bir milletvekili bir başka milletvekiline yumrukla saldırıyor. Milletvekili yere düşüyor, başı yarılıyor. Bu arada kalbi duruyor. Yaralıya ilk yardım orada yapılıyor. Masajla kalbi çalıştırılabiliyor ama sağlık durumu iyi olmadığından hastaneye kaldırılıyor, yoğun bakım servisine alınıyor. Olayın sorumlusu olan milletvekiline sanki iki gün izin verilmiş gibi iki oturuma katılmama yaptırımı uygulanıyor. Milletvekiline en azından özür dilemesi gerektiği söyleniyor. Milletvekili özür dileyecek bir durum bulunmadığını, özür de dilemeyeceğini söylüyor. Dahası üniversitelerimizden birinde görevli prof. Dr. ünvanlı bir akademisyen, “Adamın dibiymiş ……  anlayana anladığı dilden konuşmuş. Bu bir ecdat geleneğidir, elleri dert görmesin” şeklinde demeç verebiliyor.
Bu örnekte saldıran ya da saldırıya uğrayan milletvekillerinin hangi partiye üye olduklarının hiç önemli olmadığını söyleyelim.

İkinci olay yine özetle:  Bir genç kadının Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunması (C. Savcılığınca kamu davası açılıyor)  ve ailesi ile eşi hakkında dava açması ile kamuoyuna yansıyan bir olay. Bir tarikatın “hoca efendisi” bir kişinin 6 yaşındaki kendi kızını aynı cemaatin, aynı tarikatın bir üyesi ile evlendirmesi, çocuğun 13 yaşında hamile kalması ve 14 yaşında doğum yapıp anne olması, bu süre boyunca sürekli cinsel saldırıya, tecavüze uğramasıdır. Çocuk dayanamayıp evden ayrılıyor ve adalete sığınıyor. Daha acısı bu olayı kınamak, üzerine gitmek için değil olayı ortaya çıkaran ve haber yapan gazeteci hakkında sosyal medyalarda bir linç kampanyası başlatılıyor. Devletin kimi organları açılan davaya suçtan zarar gören olarak katılım isteğinde bulunduğu halde kimileri sessiz kalmayı uygun buluyor. İşin bir başka ilginç yanı bu denli ağır bir suç ile suçlanan sanıkların kanıtlar üzerinde etkili olması olası bir durum iken tutuklama işlemi yapılmıyor. Duruşmanın ilk oturumu da 6 ay sonrasına bırakılıyor.

Bu iki olaydan ilkinde dikkat çekenler, insanların saldırganlıklarının öldürme noktasına kadar sürdürmeleri, saldırganın özür dahi dilememesi, dahası bir akademisyenin olayın sıcaklığı ve heyecanı geçtikten sonra bile bu olayı destekler nitelikte açıklamalarda bulunmasıdır. Bundan daha da acısı bu eylemin bir ecdat geleneği olduğunu söylemesidir.
İkinci olayda ise yasalarla yasaklanmış olan tekke, zaviye, tarikat ve benzerlerinin yasadışı bir örgütlenme ile yasalara ve tüm insani değerlere aykırı olarak ardı ardına suç işlemesidir. Bu yapılanmalar zaman zaman vakıf, dernek gibi örgütler içlerine de yuvalanmakta Cumhuriyetin ve demokrasinin sağladığı hak ve özgürlüklerden yararlanarak Cumhuriyeti ve demokrasiyi ortadan kaldırmak istemektedirler. Amaçları laik yaşama son vermek ve teokratik bir düzen kurmaktır. Bunun için clericalisme’ i bir araç olarak kullanmaktadırlar. Yarım yüzyıldır bu örgütlerin, halkın din duygularını ve inançlarını kötüye kullanması karşısında sessiz kalınmış ve hatta devlet içine sızan uzantıları aracılığı ile örtülü veya açık bir şekilde bu her türden yöntemlerle desteklenmiştir. Bu olaylar “ vak’a-i adiye veya münferit bir vak’a” değildir. Bu güne kadar birçok örneği yaşandığı gibi bundan sonra da hız kesmeden devam edecektir. Bu suçların sanığı olanlar, yaptıklarının inançlarının gereği olduğunu söyleyecek kadar işi ileri götürmektedirler. Bu suçlardan zarar görenlerden birisi, çocuk yaştaki bir bireyin veya bireylerin karartılan dünyaları diğeri de toplumun laik, demokratik yapısıdır. Bu saldırganlar toplumu dârü’l-harb ve dârü’l-İslam’ olarak ikiye ayırmaktadırlar. Bunlara göre dar’ül-harbe karşı girişilen her hareket mubahtır, doğrudur, asla suç değildir. Bu hareketleri yapmak onlar için hem hak ve hem de bir görevdir.

Yine bunların anlayışına göre dârü’l-harb ve dârü’l-İslam ayrımı gibi insan cinsi de her şeyi yapma hakkı olan erkek ve hiçbir hakkı bulunmayan yaşama hakkı bile erkeğe bağlı olan, asla toplumun bir bireyi olmayan kadın olarak ikiye ayrılmaktadır. Dolayısı ile onların gözünde bu olaylar suç değil  “İslami”  yaşamın bir sonucudur. Toplum ile bu anlayış arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır.

 

Bu anlayış kendi yaşam tarzlarının İslam dininin bir gereği olduğunu iddia etmekte ve kendilerine dindeki kural ve uygulamalardan çok yanlış ve sapkın gerekçeler üretmektedirler. Bu halleriyle tarikat, tekke, cemaat gibi örgütlenmeler toplumun kanser hücreleri, toplumu tehdit eden kötücül urlar olmuşlardır. Tarikat, cemaat ve benzerleri olmazsa toplumda bir düzen olmayacakmış ve insanlar bunların üyesi olmazlarsa Müslüman olamayacaklarmış, ahlâktan yoksun kalacaklarmış gibi bir algı oluşturmaktadırlar. Aslında bu insanlar toplumda ve insanlar üzerinde kendilerinin sapık hegemonyalarını kurmaktadırlar.

Hz. Muhammed Peygamberin ve ondan sonra gelen Hulefâ-yi Râşidîn’in bir mezhebi, bir tarikatı veya bir ‘cemaati’ yoktu.  Onlar bizim bir yolumuz var o da hak yoludur demişlerdi. Daha sonra birileri bizim çeşit çeşit tarîklerimiz var, tarikatlarımız var dediler. Deyim yerinde ise bir “Cemaat i Drar” yarattılar. Gaflet, dalalet ve hıyanete saptılar. Hakka da, insana da hep zarar verdiler. Ve yine deyim yerinde ise bunlar Ad Kavmini geçtiler.
Bunların topuna birden “keenlemyekûn” deyip hepsini lağvetme zamanı gelmiştir. Müslümanlar peygamberleri gibi mezhepsiz, tarikatsız, kendi vicdanları içinde neye istiyorlarsa ona inanıp onun gereği olan ibadetleri yapabilmelidirler. İnsanlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bu din bezirgânlarının ellerinden kurtarılmalıdırlar. Kurtarılmalıdır ki; önce çocuklar ve daha sonra tüm insanlar rahat etsin. Barış ve huzur içinde yaşasınlar.
Görüldüğü gibi burada en çok hırpalanan kavram ahlâk kavramı olmaktadır. Ahlâk nedir, nerede başlar, nerede biter sorusu toplumun tümüne yakın bir kesiminde çok kez kaygı, keder, hüzün ve endişe ile sorulmaktadır.

Şimdi artık konumuza dönüp şu ahlâk kavramını biraz didikleyelim. Daha önce namus (nomos) ve vicdan konularını ayrı ayrı iki yazıda irdelemiştim. Ahlak kavramını da aynı yöntemle irdelemek istiyorum.
Nâmus ve vicdan konularını irdelediğim yazılarım alicanpolat.com adlı web sitemde ve BNGV sitesinin Kavram Mutfağı bölümünde yayınlanmıştır.
Özetle burada şunu belirterek diğer konulara geçelim. Dilimize Arapçadan girmiş ve yerleşmiş olan nâmus kavramının kaynağı aslında Yunanca nomos sözcüğüdür ve özetle kural, düzen anlamına gelmektedir. Antik Yunanca ve Latinceden Arapçaya geçtikten sonra önemli bir anlam kaymasına uğramış ve bu kavram adeta iki bacağın arasına, özellikle de kadının bacakları arasına hapsedilmiştir.  Toplumumuzda ahlâk ile namus çok zaman yan yana, iç içe düşünülüp konuşulmaktadır. Oysa iki kavram birbirlerinden hayli farklıdır. Benzer karıştırma ahlâk ile vicdan kavramları için de söz konusudur. Bu iki kavramın köken ve anlamlarını daha önce incelediğimiz için burada yinelemeyeceğiz.

Önce bu ahlâk kavramının sözlüklerdeki anlamlarına bakalım.
TDK 1966 basımı sözlüğünde ahlâk 1) Bir toplum içinde insanların uymak zorunda bulundukları davranış kuralları, 2) Bu kuralları inceleyen bilim, törebilim, 3) Bir kimsenin içinde bulunduğu çevrede güdülen töreye uymak yetisi, 4) Huy alışkanlık, olarak tanımlanmıştır.

 Mahmûd el Kâşgarî’nin Dîvanû Lugâti’t-Türk adlı eserinde ahlâk başlığı altında ben bir madde bulamadım. Bu anlama gelen sözcük törö (s.495) olup gelenek, âdet rasm ve görenek anlamına kullanılmıştır. Atasözü “el kalır törö kalmas” diyor yani şehir bırakılır ama töre bırakılmaz diyor. Bu da törenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Sözlük’ te ahlâkın felsefi anlamının törebilim olduğu ve genel olarak da, ahlâkın da huy, tabiat olduğunu açıklamaktadır.

Şemsettin Sami, Kâmûs-ı Türkî’ de, sözcüğün kökünün Arapça hulk sözcüğü olduğuna işaret ettikten sonra anlamını, 1) İnsanın yaradılıştan hâiz (sahip) olduğu veya terbiye ile istihsâl (ürettiği) ettiği ahvâl-i ruhiye (ruh halleri) ve kalbiye (yürekten, gönülden), hısâl (Hasletler: İnsana ait huylar)  ve şemâ’il (huylar, tabiatlar, ahlak), 2) hüsn-i ahlâk, ahlâk-ı hamide, sui (kötü) ahlâk 3) ahlâk ve terbiyeden bahseden ilim ki felsefe şu’âbâtındandır (…felsefenin dallarından biridir aCp) şeklinde açıklamaktadır. Sözlük yazarımıza göre Arapça hulk sözcüğünün anlamının huy, tabiat ve yaradılış olduğu söylenebilir. Ahlâk da hulk sözcüğünün çoğuludur.

İlhan Ayverdi’nin Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ ünde (s.59) ahlâk, Şemsettin Sami sözlüğünde olduğu gibi sözcük kökeninin Arapça hulk sözü olduğu, ahlâk sözcüğünün bunun çoğulu olduğu üzerinde durulmakta ve birbirine çok yakın açıklamalar yapılmaktadır.

İsmet Zeki Eyüboğlu Türk Dilinin Etimolojik Sözlük’ ünde (s.15) Sözcüğün Arapça hulk kökenine değinildikten sonra anlamı davranış, tutum, iyi eylemde bulunma –aktöre- olarak açıklamıştır. Daha sonra hulk anlamının yaradılış olduğu belirtilmiştir.

Meydan Larousse (c.s.1/162) ahlâk kavramının kökeninin Arapça hulk olduğu ve huyun insan tabiatından geldiği, insanın doğuştan sahip olduğu veya sonradan kazandığı bir takım davranış şekilleri, huylar, tavırlar, kişinin manevi seviyesini belirten tutum ve tavırlar olduğu şeklinde açıklamalar yapılmıştır.
Larousse ahlâk dışılık anlayışına da bir açıklık getirmektedir. Bütün evrensel ahlâkların reddi (Nietzsche) gibi. Ancak sanırım, burada bir immoralité veya amoralité değil de var olan kuralların reddi anlatılmak istenmektedir. Başka bir bakış açısı ile insan davranışlarının var olan ahlâk kurallarının dışında bir değerlendirmesinin yapılması anlatılmak istenmektedir. Nitekim, Fransızca action yani eski dilde amel veya insanın tutum ve davranışlarını incelemek felsefenin her zaman önemli dallarından biri olmuştur. Stoacılardan başlayarak Aristoteles’in ve diğer Roma düşünürlerinin her birinin ahlâk anlayışları da farklıdır. Sokrates, Montaigne ve Saint Augustinus gibi düşünürler ahlâk değerlendirmelerin vicdanı ile baş başa olan insan tarafından yapıldığını, Descartes da ahlâkı iyi ile kötü arasında bir seçim olarak anlamaktadır.

 

Sevan Nişanyan da Sözlerin Soyağacı’ nda ahlâk sözcüğünün Arapça xulq (hulk) sözcüğünün çoğulunun axlaq (ahlâk) olduğuna değinmekte ve anlamının yaradılış, huylar olduğunu belirtmektedir.

Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük’te (s.44) ahlâk sözcüğünü insanın doğuştan getirdiği veya sonradan kazandığı bir takım tutum ve davranışların tümü, kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan nitelikler, toplum içinde bireylerin uymak zorunda bulundukları davranış biçim ve kurallar olarak açıklamıştır.  Ayrıca ahlâkbilim ve etik kavramlarına da yollamada bulunmuştur.

Ahlâk sözcüğünün karşılığı olarak Fransızcada moralité, İngilizcede morality, Almancada moral/ die ehre, İtalyancada moralità, İspanyolcada

Moralidad sözcükleri bulunuyor. Yunanca karşılığı ηθική/ithikí, Latincede Batı dillerinin köken aldığı mores sözcüğü vardır

 

Oxford Languages’e göre ahlak a) insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. b) kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan nitelikler. c) toplum içinde bireylerin uymak zorunda bulundukları davranış biçim ve kurallarıdır.

Redhouse Türkçe – İngilizce sözlüğün (s.27) ahlâk: 1) morals, morality, ethics, 2) virtues, good qualities, 3) Conduct, maners; character olarak açıklanmıştır.

 

Fransızca Larousse’ da ve TDK Fransızca Türkçe Sözlük’ te özetle moral ahlâk ve moralité de ahlâka uygunluk olarak tanımlanmaktadır. Törebilim, ahlâk bilimi anlamları ile ilişkilidir. Ahlâki, ahlâksız, kötü ahlâklı, iyi ahlâklı gibi kavramlar aynı kökten türeyen sözcüklerdir. Bir de dilimize de girmiş olan moral vermek, onu yüreklendirmek veya demoralize etmek, onun maneviyatını bozmak anlamlarına da gelmektedir.

Sözlüklerden yaptığımız bu kısa alıntılardan da anlaşıldığı gibi insanların topluluk halinde yaşamaları ile birlikte birbirleriyle olan ilişkilerini bir düzene bağlamak isteği vardır. Bu isteğin kaynağında karşılıklı hak ve özgürlüklerin başladığı ve bittiği yerlerin belirlenmesi sorunsalı yer almaktadır. Sürü ya da topluluk halinde yaşamayı kabul eden her bir birey buna hem istekli ve hem de mecburdur. Bu noktaya kadar bir sorun yoktur, varsa da tarihin öncesinde, karanlık çağlarda bu sorun çözülmüştür. Şimdiki sorun bu hak ve özgürlüklerin başladığı ve bittiği noktalardır. Topluluğun bireyi olan insanlar birlikte, bir arada barış içinde yaşamak, birbirleriyle yardımlaşarak huzur ve refah düzeylerini yükseltmek istemektedirler. Bunun için birey (A) ben bu ortak yaşam için şunları yaparım, yapabilirim karşılığında da şunları beklerim demektedir. Aynı şekilde birey (B) de benzer şeyler söylemektedir. Bunu basit bir mal alış verişi gibi düşünmemek, yaşamın tüm alanlarına yaymak gerekir.

Bugün dünyanın hiçbir yerinde insanlar kuralsız bir yaşam istememektedir. Ancak bu kurallar yere ve zamana göre büyük farklılıklar göstermektedir. Aynı zaman diliminde ve aynı coğrafyada da kişiden kişiye büyük farklılıklar da vardır.

Şimdi ahlâk kavramını biraz daha iyi anlayabilmek için ilintili olan diğer kavramlara ve anlamlarına biraz göz atalım. Bu kavramların Wikipedia kaynaklarından da yararlanarak karşılıklarını çıkardım.

 

Erdem:
Ahlâkın övdüğü ve ahlâklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adıdır. Erdem felsefenin de önemli konularından birisi olup burada iyi ahlak özellikleri olarak anılmakla yetinilecektir. Antik Yunan ve Latin dünyasının düşünürleri erdem konusunda çok ayrıntılı düşünmüş ve değerli eserler vermişlerdir.

 

Fazilet:
İnsanın ahlâksal olarak iyiye yönelmesi, ruhsal bir yetkinliğe erişmesidir.
Buna göre erdem ile fazilet sözcüklerini eşanlamlı iki kavram olarak düşünebiliriz.

Sözcük, Arapça fḍl kökünden gelen faḍīlat فضيلة  “üstünlük, seçkinlik, erdem” sözcüğünden dilimize alınmıştır. Arapçada “d” olan ses bizde “z” olarak telaffuz edilmektedir.

Haysiyet:
Sözcük ḥys̠ kökünden gelen ḥays̠iyyat حيثيّة  “1. bakış açısı, bakım, 2. neredelik, her yerdelik, 3. toplumsal itibar, şeref, statü” sözcüğünden alıntıdır. Sözcük, Arapça ḥays̠ حيث  “yer veya neden belirten bağlaç, nerede, nasıl ki, bundan ötürü” sözcüğünün mastarıdır. Burada bizi ilgilendiren anlamı (3) ile gösterilendir. Kişinin davranışları ile toplumda kendine edindiği yerdir. Deyim yerinde ise haysiyet, onur ve erdem insanın tavır ve hareketleriyle toplumda edindiği bir niş, toplumsal niştir

Töre:
Bir toplumda ahlâk, gelenek, görenek ve ortaklaşa alışkanlıklarla belirlenmiş, benimsenmiş davranışların ve yaşama biçimlerinin, öteden beri uyulagelen toplumsal kuralların, şu ya da bu konuda tutulagelen yolların tümü şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıklamaya bakılırsa kuralların insanın özünde değil toplumda olduğunu görebilmekteyiz.

Toplum içinde bireylerin uymak zorunda bulundukları ahlâksal davranış biçim ve kurallarıdır.
Töre henüz devlet kurumları tam yerleşmemişken ve daha sonra da soy, aşiret veya klan yönetimlerinde bireylerin uymakla yükümlü oldukları kurallardır. Bu kurallar o topluluğun mutfak kültüründen, günlük ev ve iş uğraşlarından evlenme boşanma işlerine kadar her konudaki yaşama biçimlerini de belirler.

Eskiden, çok eskiden başkent dışında kalan bölgelerde yasaları uygulamakla görevli kimselere türebegi, törebegi, törebeki, deniyormuş. Zaman içinde bu sözcük törebege, törebegi, terebegi, derebeği ve en sonunda da derebeyi olmuş. ( İsmet Zeki Eyüboğlu / Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü s. 179)  Yine aynı kaynağa göre töre, türe (veya daha eski söylenişiyle Kaşgar’lı Mahmut/ törö- aCp)  düzen, yasa ve kural anlamındadır. Türe-begi de töreyi koruyan bey anlamına, yasaca görevli kimseyi tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu açıklamalardan törenin insanlar tarafından yapılan kurallar olduğunu, zaman içinde duyulan gereksinimlere göre değişebildiğini anlıyoruz. Töre içinde doğrudan insanın fıtratı veya cinsellikle ilgili bir çağrışım da bulunmamaktadır.

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun adı geçen sözlüğünün 15. sayfasında ahlâkın karşılığı “aktöre” olarak açıklanmıştır. Ahlâk sözcüğünün Arapça hlk kökünden geldiği belirtildikten sonra anlamı davranış, tutum ve iyi eylemlerde bulunmak olarak anlatılmıştır.


Gelenek, görenek ve Folklor

Gelenek ve görenek Türkçe bir sözcük olup öteden beri yapılagelen şeyler, alışkanlıklar anlamına gelmektedir. Örneğin bir düğünde gelin veya damada takı takılmasına herhangi bir nedenle başlanmış ve uygulana uygulana bir gelenek halini almıştır. Aynı şekilde halkın yaşayış tarzı da zaman içinde biçimlenerek bir gelenek oluşturabilir. Geleneksel el sanatları, geleneksel hekimlik, geleneksel mutfak ve diğer yeme içme alışkanlıkları gibi sanat alanında da bu tür eylemler yinelendikçe karşımıza festival veya bienal olarak çıkmaktadır.

Dilimizdeki folklor sözcüğü, İngilizce folklore sözcüğünden alıntıdır. Fransızcada bu anlamın karşılığı olarak tradution ve tradutional sözcükleri bulunmaktadır. Almancada karşılığı der wolkskunde’dir.
Halk bilimi veya folklor, bir ülkede veya bölgede yaşayan halkın kültür ürünlerini, sözlü edebiyatını, geleneklerini, törelerini, inançlarını, mutfağını, müziğini, oyunlarını, halk hekimliğini inceleyerek bunların birbirleriyle ilişkilerini belirten, kaynak, evrim, yayılım, değişim, etkileşim vb. sorunlarını çözmeye, sonuç, kural, kuram ve yasaları bulmaya çalışan bilim dalıdır.
Yine bunlar gibi kullanılan bir de Fransızca kökenli autentique/ otantik sözcüğü bulunmaktadır. Bu da halka, köylüye dayanan gerçek, yaşanmış ve aslı bozulmamış anlamlarına gelmektedir. Sanki köydeki yaşamdan sanayi toplumuna geçilince bazı şeyler bozuluyormuş gibi bir anlam taşısa da sözcüğün anlamı bu şekildedir.
Gelenekler toplum yaşamına zaman içinde bir zenginlik katmış ama zaman içinde bazıları önemini yitirmiş kimileri de ilerlemenin önünde bir engel olmaya başlamışlardır.

Britanyalı Marksist düşünür E. J. Hobssawn’ın gelenek üzerinde durmuştur. (Geleneğin İcadı-1983) gibi geleneklerin bir tabu olmadığı gerçeğini görüp geçmişte, nasıl meydana geldiği, hangi aşamalardan geçtiği incelenmeli, kimi geleneklerin sona ermesi sağlanmalı kimi gelenekler de “icat” edilmelidir

 

Anane:
Kuşakta kuşağa sözlü ya da yazılı olarak aktarılan kültürel miras ve gelenek demektir. İlk anlamı: Bir topluluğun, ulusun kültürel mirası ve geleneklerinin tümü, ikinci anlamı: Bir şeyi tüm yönleriyle ve ayrıntı vererek anlatmadır. Bu ikinci anlamı sık kullanılmamaktadır. 

Hars:

Kökeni Arapça harş şeklinde olan bu sözcüğün bir anlamı kültür, ekin diğer anlamı da bir tarlanın sürülmesi veya bitki veya hayvansal bir ürünün yetiştirilmesidir. Bu sözcük Arapça ḥrs̠ kökünden gelen ḥars̠ حرث  “kültivasyon, tarla sürme, tarım” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük ḥaras̠a حرث  “toprağı sürdü, ekip biçti” eyleminin mastar halidir. Sözcük Aramice/Süryanice #χrt veya χrṣ חרת/חרצ  “yarma, kazma, özellikle hendek kazma” kökü ile eş kökendendir.

İlk kez Ziya Gökalp tarafından hars sözcüğü yerine Fransızca culture sözcüğü kullanılmıştır. Daha sonra dilimize okunduğu şekliyle bu sözcük yerleşmiştir. Dilde yenileşme girişimlerinde Türkçe tarlaya tohum ekmek eylemi dikkate alınarak ekin sözcüğü önerilmiştir. Sonuç olarak hars sözü unutulmaya başlanmış daha çok kültür ve onunla birlikte ekin sözcüğü kullanılır olmuştur.
Ahlâk konusu ile ilgisi iyi ahlâk sahibi olmanın bileşenleri, özellikleri arasında görmüş geçirmişliğin yanında okumuş öğrenmiş, kültürlü olmanın da sayılmasındandır.

Âdet:

TDK sözlüklerine göre: Görenek, alışkanlık, topluluk içinde eskiden beri uyulan kural, törelerdir. Âdet sözcüğü Arapça ˁawd kökünden gelen ˁāda (t) “geri gelme, tekrar, tekrarlanan veya geri gelen şey, alışkanlık, itiyat” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcüğün eş anlamlıları (kaç adet/ kaç tane gibi) bizim bu yazımızın amacı dışına çıktığı için üzerinde durmuyoruz.

Örf:  

İslam Ansiklopedisine göre örf, iyi olan, yadırganmayan, bilinen, tanınan; peş peşe gelen” anlamlarındaki urf kelimesinin Türkçe’deki söylenişi olan örf, birçok fıkhî sonucun belirlenmesinde kendisine atıfta bulunulan belli nitelikteki sosyal davranış biçimlerini ve dildeki yerleşik kullanımları ifade eder. Avd kökünden olup “özel bir çaba harcamaksızın bir işi alışkanlık haline gelinceye kadar tekrar etmek” anlamındaki âdet karşılığıdır.

Osmanlı yönetimi sırasında şer’i hukuk yanında bir de örfi hukuk uygulamasının olduğunu bilmekteyiz. Bu hukukun dayanağı o bölgede halkın, esnafın ve ticari ilişkilerin öteden beri alıştıkları kurallar olması bakımından konumuz ile ilgisi bulunmaktadır. Yine o dönemde yönetimi zora sokan olayların asker gücü ile bastırılması anlamında idare-i örfi uygulamaları vardır. Durum düzelinceye kadar durumun gerektirdiği önlemlerin alınmasına bu ad verilmektedir. Günümüzde bu kavramın yerini sıkıyönetim kavramı almıştır. Ancak örfi idare kavramı incelememiz dışında kalmaktadır.

Görgü:

Bir toplum içinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik kurallarının genel adıdır. Bu kuralları içselleştirip uygulamanın adı görgü veya görgülü yahut görgüsüz olmaktır. Örneğin saygılı veya incelikli bir davranış ve bir tutum karşısında teşekkür etmek gibi… Bunlar farklı sosyal çevrelerde ortama göre değişen basit davranış kalıplarıdır. Bu kurallar kişinin toplum içinde nasıl davranması gerektiğini düzenler. Selamlaşma, yemek yeme kuralları, saygılı davranma gibi.

Görgü ve buna bağlı olarak ortaya çıkan görgü kuralları bazen her toplumda geçerli, evrensel bir nitelik taşıyabileceği gibi, toplumdan topluma farklılıklar da gösterebilir.

Âdab-ı muaşeret:

Âdâbı muaşeret: Kubbealtı Sözlüğüne göre : (ﺁﺩﺍﺏ ﻣﻌﺎﺷﺮﺕ) i. (Ar. ādāb “usûller, esaslar” ve mu‘āşeret “bir arada yaşama”dan ādāb-ı mu‘āşeret) Bir toplulukta uyulması gereken ve insanlar arasındaki davranışları düzenleyen nezâket, saygı ve görgü kurallarıdır.

Denli-Densiz:

Bu kavramların üzerinde de durmak gerekebilir. Den sözcüğü dilimize Çince tenğ’  (ölçü, tartı, oran) den gelmektedir. Öncesinde denğl-denğli olarak seslendirilen sözcük Türkçenin fonetiğine uygun olacak şekilde denli/ ölçülü, oranlı veya densiz yersiz, ölçüden yoksun çekline evrilmiştir.

Saygı, Tevazu/Alçakgönüllülük, Nezaket, İnce düşünme ve davranma:
Saygı:

Basit bir tanımlama ile bir insanın karşısındaki bir insanı o toplumun bir bireyi olarak kabul etmek onun toplumun içinde birey olarak var olan haklarını baştan kabullenmektir.  Aynı şekilde bir kişiye ait herhangi bir düşünceyi, görüşü onunla ilgili değerleri önemli veya önemsiz olduğuna bakmaksızın kabul etmek veya edebilmektir. Bu saygının elbette karşılıklı olması beklenebilir ama bazen karşılıklı olmasa da yine saygı gösterilebilmektedir. Saygı için bir kişinin söz konusu edilen kişiyi ya da görüşü sevip sevmemesinin bir önemi yoktur. Karşılıklı saygı duymaya “saygılaşım” da deniyor.

 

Tevazu:

Arapça tawāḍuˁ sözcüğüne karşılıktır. تواضع  alçak gönüllülük anlamına gelmektedir.  Arapça waḍˁ وضع  (telaffuzu vaz) vaz etme, koyma, aşağı indirmedir.
Tarihteki en eski kaynağının 1300 yıl önce yazılmış olan Atebet-ül Hakayık olduğu söylenmektedir.
Bir arkadaşımdan ödünç olarak aldığım bir deyişe göre “Yüksek gönüllü olmanın yolu alçakgönüllü olmaktan geçer”.

İncelikli düşünme ve davranma: Acaba, benim bu sözüm veya davranışım karşımdakini kırar mı, incitir mi diye düşünmek, kendimizi karşı tarafın yerine koyabilmek, empati yapabilmektir.
Yine bir alıntı:  Karşıdan sempati bekliyorsak empati yapmasını da bilmemiz gerekmektedir.

Hayâ sözcüğü bir ahlâk terimi olarak nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olması anlamına kullanılmaktadır. Farsça χāye خايه   yumurta ve (mec.) testis, husye sözcüğünden alıntıdır. (Pehlevice veya Partça) χāyak “yumurta” sözcüğünden evrilmiştir.  Farsçadan Arapçaya oradan da bizim dilimize girmiş olabilir.  Bizim dilimizdeki anlamı kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin yapılmamasından dolayı insanın yüzünü kızartan sıkıntılı durumdur.

Ar: Hayâ sözcüğü gibi bu da utanma duygusunu ifade etmek için kullanılır. Arapça ˁwr kökünden gelen ˁār عار utanılacak şey, ayıp, kusurdan türetilmiştir. Arsız aslında bizde köken anlamına aykırı bir biçimde ar duygusunun olmadığı bir durumu ifade etmektedir.  Dilimizde bir de ar damarı çatlamış şeklinde bir deyim bulunmaktadır. Arsız gibi bu deyim de bir anlamıyla yüzsüzlük/ onursuzluk için de kullanılmaktadır.

Onur, izzetinefis: Kavram Türkçe bir sözcüktür. İnsanın kendine karşı duyduğu saygı anlamına gelir,  öz saygı, olarak da söylenebilir. İnsanı insan yapan ve yalnızca insana özgü olan değerlerdir. Başkalarının o kişiye gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık anlamına gelmektedir. Bir başka anlatımla kişinin saygıdeğer olma halidir.

Bir başka anlamı da izzetinefis’tir. İzz  kökü Arapça olup, güçlü, etkin ve saygın anlamına gelmektedir. Buradaki etkinlik ve saygı insanın nefsine, benliğine yönelik bir etkinlik ve saygıdır. İnsanın vakarını (ağırbaşlılık, tevazu ve hoşgörüsünü), haysiyetini ifade etmektedir.

Bilindiği gibi her canlı, her tür kendine doğada yaşayabileceği bir “niş” bulur, bulmak zorundadır. İnsan toplumsal bir hayvan olduğuna göre doğadan başka toplumda da kendisine bir niş edinmek zorundadır. Bu niş deyim yerinde ise onun kendine özgü yaşam alanıdır.

Buna onun onuru, haysiyeti, erdemi, izzetinefsi, vakarı da diyebiliriz. Bu özellikler onun ahlâkının da çok önemli bir parçasıdır. Toplumun bireyi olan insan bu alana kimseyi sokmaz, sokulmasına izin vermez. Eğer böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalırsa o kişi onuruma dokundu, izzetinefsime dokundu, haysiyetim zedelendi, gururum incindi diyerek her şeyi göze alır ve kendisini savunur. Bizim incelememiz içinde gurur, gururlanma, büyüklenme, öğünme ve kibirlenme dışında öğünç kaynaklarım elimden alındı anlamına gelmektedir. Örneğin kendisine veya değer verdiği kişi veya şeylere iftira atılarak o kişinin itibarını düşürecek sözler söylenmiş olması gibi.
El yarası onulur, dil yarası onulmaz şeklindeki atasözümüz veya deyimimiz bize onur sözcüğünün kökeninin açıklanmasına ve onmak eyleminin onur kavramı ile ilişkisini belirlemeye yararlı olmaktadır.

Onur sözcüğü günümüzde kişi adı olarak da kullanılmaktadır. Bu anlamda sözcük onat, düzgün, dürüst, saygın olma halini ifade etmektedir. Onur sözcüğü dilimizde bulunan onmak eylemini ve onat sıfatını düşündürmektedir. He iki halde de bir kişi için düzgünlüğü, bu düzgünlükten iyi, uygun ve saygın, herkesin kabul ettiği veya edebileceği bir sonuç elde etmiş olmayı anlatmaktadır.
Onamak eylemi ise yetkili ve görevli bir makam tarafından bir sözü veya işlemi uygun bulmak anlamını taşımaktadır. Onur sözcüğünün de dilimizde bulunan “on” ekinden türetilmiş olabileceği düşünülmektedir.
Onur sözcüğüne Şemsettin Sami’nin 1882-1885 yıllarında hazırladığı “Kāmûs-ı Fransevî”de rastlanılmaktadır. 1900 tarihli Kâmûs-Î Turkî’sinde bu sözcük yoktur. Ancak Fransızcadan Türkçeye olan 4.baskı 1905’de yapılmıştır. Yazarın Fransızca Honneur sözcüğünü okunuş şekliyle onör/onur olarak şeref, itibar, haysiyet karşılığı kullanmış olabileceği ileri sürülmektedir. Dilbilimci Bülent Aksoy da onur sözcüğünün Fransızca honneur sözünün okunuş şeklinden esinlenilerek dilimize alındığı görüşündedir.

Sevan Nişanyan da onur sözcüğünün Fransızca honneur şeref, haysiyet sözcüğünden alıntı olabileceğini ancak bunun kesin olmadığını ifade etmektedir. Batı dillerinde yer etmiş olan bu sözcüğün kökeni Latince aynı anlama gelen honos, honor sözcüğüdür.

Dilimizde onur sözcüğünden türetilmiş onursal (onursal başkan gibi) sözcüğü de vardır. Onurlandırmak yerine hiç gerekmediği halde bazı çevrelerce onore / Fransızca honoré+e sözcüğünün de kullanıldığına tanık olmaktayız.

Bu sözcük yani onur sözcüğü batı dillerinde de kişi adı olarak kullanıldığını görmekteyiz.   Bunlardan en ünlüsü büyük edebiyatçı, roman yazarı Honoré de Balsac (1799-1850) diğeri de Roma imparatoru (395-423) yılları arasında yaşamış olan Honorius Flavius’tur. Türkçemizde ise bu sözcüğün kullanımı 1930’lu 40’lı yıllardan sonra büyük bir yaygınlık kazanmış örneğin haysiyet, izzetinefs gibi sözcüklerin önüne geçmiştir.

İster Türkçe bir kökten türetilmiş ister Latince ve ona bağlı olarak Fransızcadan ses çağrışımı ile gelmiş olsun bu sözcük halkımızca çok benimsenmiş ve sökülüp atılamayacak kadar bir sağlamlıkta dilimize yerleşmiştir.

Onur sözcüğü bu anlamlarıyla ahlâk kavramının en önemli bir bileşeni olmuştur.
Yukarıda sıraladığımız sözcükler ahlâk kavramının bileşenlerinden biri olabildiği gibi bazı durumlarda da ahlâk kavramının dışında anlamlar ifade etmektedir.

Ahlâk sözüne dönersek; yukarıda da değindiğimiz gibi sözcük dilimize Arapçadan girmiş olup öylesine yerleşmiştir ki birçoğumuz bu sözcüğü Türkçe gibi algılamaktadır.
A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nden bir akademisyen Suat Koca, “Ahlak Kavramı Üzerine Etimolojik ve Semantik Bir Araştırma” başlıklı makalesinde haklı olarak yaygın kanının aksine yukarıda sözünü ettiğimiz Arapça ḫ-l-ḳ kökünün ve bu kökten türeyen ḫuluḳ sözcüğünün temel/kök anlamları arasında doğrudan ahlaka ilişkin bir içerik bulunmadığını,

a)
ḫ-l-ḳ kökünün temel anlamının taḳdīr yani bir nesneyi düzgün/ölçülü bir biçimde oranlamak ve ölçümlemek olduğunu vurgulamaktadır. Arapça şekillendirme, biçimlendirme yani takdir etme ḫalaḳa sözcüğü ile ilgilidir. Nitekim düzgün, kolay ve pürüzsüz olmak durumu İbranca ḫ-l-kökünün, ‘pürüzsüzleştirmek (perdahlamak) ve kolaylaştırmak’ anlamına gelen Arapça ḫalaḳa köküne karşılık olduğu belirtilmektedir. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için okullarda öğrencilere verilen takdirnameleri anımsamak iyi olacaktır. Öğretmen öğrencinin başarısını ölçmüş biçmiş yani takdir etmiştir. Bu nedenle kendisine bir takdirname vermiştir. Buradaki takdir olumlu anlamdadır. Olumsuz anlamda öğrenciye takdirname değil tektirname verilmektedir.

b)
Genelde bir şey  ‘yaratma’ anlamında kullanılan -l- kökünün bu anlamı çok kez yoktan var etme şeklindedir. Hulk sözü bu anlamda bir hâlike gereksinim duyurur. ( İyilik et denize at, balık bilmezse hâlik bilir atasözünde ( Ali Püsküllüoğlu- Türk Atasözleri Sözlüğü s. 113) olduğu gibi, hâlik Allah, Tanrı anlamındadır.).
TDV İslam Ansiklopedisinde “yaratmak” anlamındaki halk, (hulk- halketme: yaratma /aCp) masdarından bir sıfat olup “yaratan” demektir. Arap dili uzmanları, halk kelimesinin temel mânasının “takdir” olduğunu kabul ederler. Mütercim Âsım Efendi’nin takdire verdiği Türkçe karşılık ise “oranlamak ve ölçümlemek”tir (Kāmus Tercümesi, III, 835). Halkın, “bir işi ölçülü ve âhenkli biçimde yapmak” ifadelerine yer verilmiştir.

Ahlâk teriminin dayandığı Arapça hlk kökünün bu iki türden birinin kabulüyle anlamlandırılması son derecede önemlidir ve ahlâk ile ilgili düşüncelerimizi temelden sarsar. Toplum olarak üzerinde düşünmeden kabul ettiğimiz bu anlam farlılığı ahlâklı bir toplum yaratma düşüncelerini de derinden etkilemektedir. Eğer ahlâk yaradılıştan var idiyse sonradan ahlâklı bir toplum yaratmak düşüncesinin, insanları tedip ve terbiye etmenin bir anlamı yoktur. Yaradılışta var olanı iyileştirmek şeklindeki düşünce de yaratıcının işine karışmak anlamına gelmektedir. Sonuç olarak ahlâkı insan fıtratı ile ilişkilendirerek anlamlandırmak zor ve hatta olanaksızdır. İnsan veya canlı genlerinin toplumsal davranışlara yansıması sadece bir iddiadır.

Ethos (Yunanca: ἔθος yahut ἦθος ) alışkanlık, gelenek, örf, adet, karakter olarak belirlenmektedir. Bir toplum ya da bir kişinin geleneksel anlamdaki eğilimleri onun ethosu’nu oluşturmaktadır. Bunu yorumlayanlar ethosu ahlâki değerlerin bilinciyle şekillenen tutum olduğunu söylemektedirler. Yalnız burada amaç edilen belirli meslek üyeleridir. Bir mesleğin yapılmasında uyulması gereken etik kavramı kurallar ve bu kurallar doğrultusunda hareket etme sorumluluğudur. Doğruluk, dürüstlük, güvenirlik, gelenekler etik kavramıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.

 

Felsefede ise ethos, bireylerin geçmişlerindeki dünya görüşlerini belirleyen deneyimler ve alışkanlıklardır. Ethos, yalnızca bireylerin değil aynı dönemde toplumun da davranış yapılarını inceler.  Nesnel anlamda gelenek, bireysel anlamda da karakter kavramları öne çıkar. Bu karakter zaman içinde insanın elde ettiği kazanımlardır. Doğuştan sahip olunan seciye, cibilliyet, tabiat, fıtrat gibi kavramlarla ilgili değildir. Ancak yorumcular arasında yaratılış ile de ilişki kuranlar vardır.

Latince (mores) moralis ve İbrancadaki muṣar sözcükleri zaman zaman âdet, alışkanlık ve gelenek anlamlarını karşılamak için de kullanılmışlardır.

Ahlâk kavramının Suat Koca’nın üzerinde durduğu gibi bu anlamlar ile arasında semantik bir bağ olduğu söylenebilir. Bu bağı kuranlar hiç de az değildir.

Bu anlamlar arasında en çok üzerinde durulması gerekeni bana göre karakter, huy, seciye, cibilliyet gibi insanın varoluşu öncesi, onun elinde olmayan, ne yaparsa yapsın onun değiştiremeyeceği tutum ve davranış kalıplarıdır. Bu anlayış toplumumuzda öylesine yerleşmiştir ki; yine Ali Püsküllüoğlu’nun Türk Atasözleri Sözlüğü (s.54)’e aldığı gibi “Can Çıkmayınca Huy Çıkmaz” şeklinde bir atasözümüzün oluşmasına neden oluşturmuştur. Bu atasözü bana göre yanlış olarak, anlamı üzerinde düşünülmeden günlük yaşamda sıklıkla kullanılır olmuştur. Bu atasözü evet, öyledir, doğrudur diye geçiştirebileceğimiz, kabullenebileceğimiz bir şey değildir. Buradaki “huy” sözcüğünün olumsuz anlamda olduğunu vurgulamaya sanırım gerek yoktur. İyi bir şey olsaydı niçin insandan çıkıp gitmesi istensin ki? Can ve huy ilişkisi üzerinde o kadar çok durulmakta ki, canın çıkmasıyla bile eşleştirilmektedir. Bu anlayış yerleşince toplumda bir kısım insanın veya grubun doğuştan yanlış, olumsuz, uyumsuz, kural tanımaz kişi ya da gruplar olduğunu en baştan kabul ediyoruz demektir. Huy sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı character, Fransızcadaki karşılığı da caractère olup onlar bizdekinden biraz daha farklı olarak personnage/ personnalité, kişilik, özyapı kavramını uygun bulup kullanmaktadırlar. İngilizler huy yerine habit, Fransızlar habitude kavramını bulmuşlar. Bu da yine alışkanlık, âdet anlamlarına gelmektedir.

Ahlâkı Arapça hlk kökünden hareketle yaratılışla ilişkilendirir isek karşımıza toplumun bir kısmının doğuştan iyi, bazılarının kötü alışkanlıklara sahip olarak doğduklarını, onların bu özelliklerinin ölene kadar onları bırakmayacağı sonucuna ulaşırız. Bu anlayış, bizi bu türe girenlerin doğuştan suçlu veya işe yaramaz yahut da kendilerine güvenilmez kişiler olduğu sonucuna götürür. Gelinen yer ise toplumda insanlar arasında bir ayrımcılık ve en sonunda ırkçılıktır. Irkçılık, racisme bilineceği gibi ırklar arasında bir hiyerarşi bulunduğunu varsayan bir ideoloji olup bu ayrımcılık, bir insan grubuna karşı şiddetli düşmanlık yaratabilir. Bu işin fıtratında (yaradılışında) bunlar vardır şeklinde bir yaklaşımla aynı şeyler kadınlara (cinsiyetçilik), eşcinsellere/ LBGT+ lara (homofobi) yönelen bir ayrımcılık, ırkçılık da olabilmektedir. Bütün bunların günümüzde kişinin kişilik haklarına bir saldırı olduğu kabul edilmektedir.

İtalya’da 1835 – 1909 yılları arasında yaşamış olan kriminolog ve hekim Cesare Lombrosso, döneminde kriminolojinin babası olarak kabul edilmiştir.  Lombrosso, suçun insan doğasının bir karakter özelliği olduğunu savunan klasik okulu reddedip onun yerine, fizyonomiden, yozlaşma teorisinden, psikiyatriden, Sosyal Darwinizmden elde ettiği kimi sonuçları da birleştirerek bir antropolojik kriminoloji teorisi oluşturmuştur. Bu teori suçun kalıtsal olduğunu ve suçlu doğan birinin fiziksel kusurları ile tanımlanabileceğini, bazı insanların doğuştan suça eğilimli olduğunu ileri sürmektedir. Başka bir söyleyişle insanın doğruluk, dürüstlük, hırsızlık, saldırganlık, yalan söyleme,  iyilik etme veya kötülük yapma gibi özelliklerinin genlerinde yazılı olduğu, insanın ne yapılırsa yapılsın veya kendisi ne kadar çaba gösterirse göstersin zamanla değişemeyeceği görüşü bu teorinin temelini oluşturmaktadır. Buradan çıkan sonuç tedip ve terbiyenin, ıslah ve eğitimin dahi bir sonuç vermeyeceği düşüncesidir. Dolayısı ile bundan çıkan sonuç da bu ayrıma girenlerden toplumun kurtulması, bunların yok edilmesi veya toplum ile ilişkilerinin en düşük düzeyde tutulmasıdır. Bu anlayışın tarihte ne kadar büyük trajedilere neden olduğu, milyonlarca kişinin gaz odalarında öldürülmesi ile ne kadar büyük acılar yaşandığı bilinmektedir.

Oysa bu düşüncenin karşısında olan bir başka görüşe göre insanın genlerinden gelen özellikler sınırlıdır. İnsan zihninde doğumunda toplum yaşantısından izler yoktur. Olan izler anatomi ve fizyoloji ile ilgili olanlardır. İnsan zihni bir anlamda “tabula rasa” dır, yani tıraşlanmış bir levha gibidir. Ancak bu şablon deyimdeki rasa sözcüğünü tıraş edilmiş, kazınmış olarak alırsak sanki daha önceden varmış da sonradan bir nedenle tıraşlanmış, yok edilmiş gibi bir anlam çıkar. Oysa bu deyim ile anlatılmak istenen boş bir levha, temiz bir sayfadır.  Bunu belirttikten sonra insanın özyapısını, kişiliğini, karakterini kendisinin inşa ettiğini söyleyebiliriz. Ziverbey köşkünün bir dönem “konuğu” olmuş basınımızın duayen gazetecisi, yazar İlhan Selçuk’un deyişi ile “İnsan yaşamı boyunca hep bir heykeli yontar, o heykel kendi kişiliğidir” Aynı düşünmeyi biz existentialisme’in, varoluşçuluğun kurucularından Jean Paul Sartre’da da görüyoruz. Sartre’a göre; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan kendini kendisi yapar, daha önce kazandığı bazı birikimlerin elverdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur.

İnsanın düşünce ve eylemlerinin kaynağı ve nedenleri kendisi değil de başkasıysa artık bir sorumluluğunun da olmaması gerekir. Bunun aksine düşünmek ‘suç ve cezanın kişiselliği’ ilkesine de aykırı olur. Dine yollamada bulunan düşünceye göre ahlâkın kaynağını gelenek, görenek, örf, adet gibi toplumsal dayanaklardan ve kişinin özgür iradesinden ayırarak ‘halik/yaratan’ kavramına bağlamak hem bu dünyada ve hem de buna inananların söylediği gelecek dünyada içinden çıkılmaz bir sorun oluşturur.

Bu açıklamalarımız doğrultusunda ahlâk kavramını biraz sadeleştirerek yeniden tanımlamamız gerekmektedir. Din, ahlâk, hukuk ve geleneğin ortaya çıkmasının nedenleri nedir, insanlar, toplumlar bu kurallara niçin gereksinim duymuşlardır. Örneğin insanlar topluluklar halinde değil de tek tek yaşamış olsalardı yine böyle şeylere gereksinimleri olur muydu? Elbette buna verilecek yanıt hayırdır. Benzer şekilde topluca yaşayan başka canlılarda da düzeyi düşük olsa bile benzer kuralların olduğu ve bu kurallara aykırı eylemler için yaptırımlar uyguladıkları gözlemlenebilmektedir.

Tüm canlılar ve insanlar düşünce ve eylemlerinde bir önceki deneyimlerinden yararlanırlar. Örneğin ateşin yakıcılığını, daha önce elini uzattığında yandığı için acı çekerek öğrenmiştir. Bu deneyim onun belleğine bir postulat olarak yerleşmiştir. Çevresindeki diğer insanlar ya görerek veya deneyim sahibi birinden duyarak veya yaşayarak bu postulatı öğrenirler ve böylece toplumda bir öngörü gelişir. Bu öngörü ateşin yakıcı olduğu gerçeğidir. Bu öngörüler ile yeniden, yeniden Amerika’yı keşfetmek için bir Kristof Kolomb olmazlar. Hep batıya gitsek aynı noktaya gelir miyiz, gelmez miyiz diye düşünmezler. Böylece dünyanın yuvarlak bir küre olduğu öngörüsü de doğmuş olur. Belleklerinde tuttukları bu deneyimlerin izlerini sürerek artık daha gelişkin işler yaparlar.

Aynı şekilde toplum halinde yaşamak ister istemez bir işbölümü ve ortaklaşmayı, ortak işler yapmayı zorunlu kılar. Bu ortak iş yapmada insanlar kendilerine düşen ödevleri yerine getirirken başkalarının da yapması gereken ödevlerin yapılmasını beklerler. Yapılanlar ve yapılması gerekenler o toplumda kişiler arasında bir söz alıp vermeyi gerektirir. Bu söz alıp verme şeklindeki, başlangıçta hiç yazılmayan ama silinmez bir mürekkeple belleklere kazınan şey Latincede “Pacta Sunt Servanda”, herkes verdiği sözün hizmetkârıdır diye çevirebileceğimiz ilkedir. Bu ilke sayesinde toplumda güven duygusu yerleşir. İnsanlar bu güven duygusunun bozulmasını istemezler. Kandırılmaya, yalan söylenmesine tepki gösterirler. İnsanlar paleolitik dönem sonrasında mülkiyet kavramının yeni yeni doğmaya başladığı neolitik dönemden başlayarak sahiplendikleri şeylerin başkaları tarafından alınmasını veya kullanılmasını da istemezler. Bu şekilde hareket edeni hırsız olarak suçlayıp onu cezalandırmak isterler. İnsanlar barınma ve beslenmeden başka üreme ile ilgili konularda da kendilerine özel bir alan açarlar. Bu alana da başkalarının girmesine izin vermezler.

Toplu yaşamanın çok kısa öyküsü olan bu anlatımda sözün yani söz vermenin en önemli şey olduğu ortaya çıkmaktadır. Kutsal kitaplardaki önce söz vardı veya oku şeklindeki açıklama ve emirler bize sözün önemini bir kez daha göstermektedir. Yalan söylemek, tembellik etmek, kendi bencilliğini yıkıcı boyutlara ulaştırmak, başkasına ait bir şeyi çalmak, onun özellikle üreme işlevi ile ilgili özel alanına girmek kötü karşılanmıştır. İşte bunlara verilecek adlar yukarda saydığımız hukuk, din, ahlâk ve benzeri kavramlar içinde yer almaktadır.
Bu kurallar birbirinin içine de girmiş olabilirler ama yaptırım sırasında hukuk önceliklidir. Bu kurallar kişinin özgürlüğünün kısıtlanması, cehennem korkusu ile korkutulması ve kişinin ayıplanması gibi yaptırımlarla desteklenmektedir.

Konumuz hukuk ve din konularının dışında kalan ve adına ahlâk dediğimiz alandır.

Ahlâk kavramı da yaşanan zaman dilimine ve içinde bulunulan topluma göre benzerlikler ve ayrılıklar göstermektedir. Toplumların üretim ilişkileri değiştikçe buna bağlı olarak toplumun üst yapısı olarak nitelendirilebilecek kavramları da değişirler.

Dün ayıp denen şey bu gün için ayıp sayılmamaktadır veya burada ayıp sayılan bir tutum ya da davranış başka bir toplumda sıradan şeyler olarak kabul edilmektedir. Örneğin bir toplumda kız çocuklarının sünneti bir adet gelenek ve ahlâklı olmak için esasen yapılması gereken iyi bir şey gibi düşünülürken birçok ülkede de insan özvarlığına yapılmış bir saldırı olarak cezalandırılmaktadır. Müslüman ve Yahudi topluluklarında erkek çocuklarının sünnet edilmemesi örfe, âdete ve hatta dine aykırı bulunurken dünyanın öteki yarısında sünnet âdeti hiç bilinmemektedir. O topluluklarda ahlâklı bir insanın bu kurallara uyması beklenmektedir.

Bir giyim tarzı dün sıradan bir şey iken bu gün ayıplanabilmektedir. Ayıplanmakla da kalmamakta bu tarzda giyinen ve yaşayanlar bir kesim tarafından ahlâksız olarak nitelenebilmektedir. Daha da ileri gidilerek bu tarzda yaşayanlar o topluluk, cemaat tarafından cezalandırılmaya kalkışılmaktadır. Bazı toplumlarda kız çocuğunun ilk regl olması, kadınların belirli dönemlerde âdet görmeleri ayıplanacak, saklanacak, gizlenecek bir şeymiş gibi kabul edilirken başka toplumlarda olması gereken, doğal bir olay olarak karşılanmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi toplumun bazı kesimlerinde çocuk yaşta birisinin evlendirilmesi din ve ahlâka uygun doğal bir olay gibi savunulabilmekte diğer bir kesiminde ise en ağır suçlardan biri, pedofili olarak tanımlanmaktadır. Yine yukarıda değindiğimiz gibi bir kimsenin hangi gerekçe ile olursa olsun birine karşı ölümcül tehlike yaratacak tarzda şiddet uygulanması bazı kesimlerde ecdat geleneği olarak ifade edilebilmektedir.

Temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı bir ahlâk anlayışı, bir âdet, örf veya gelenek olamaz. Bu yönde süregelen bir uygulama varsa buna toplumun kurulu gücü karşı çıkmalı, engel olmalı ve bu sanıklar yargılanıp, cezalandırılmalıdır. İnsan haklarının, uygarlığımızın geldiği aşamada toplumun bir kesimi tarafından her ne ad altında olursa olsun temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine izin verilemez, seyirci kalınamaz.

Bunlardan görece daha hafif olan ve ahlâka, geleneklere, görgü kurallarına aykırı birçok davranışın önemli yaptırımlarından bir tanesi de o kişiyi toplumda yalnızlaştırma, selamı sabahı kesmektir.

“Güzel – Çirkin” ikilisi sanatın,  “Doğru – Yanlış” ikilisi bilimin ve “İyi – Kötü” ikilisi de ahlâkın uğraş alanlarıdır. Sanatın dayanağı duygular, bilimin dayanağı akıl ve ahlâkın dayanağı da vicdandır.
Kendi aralarında birbirlerine zıt bu üç kavrama önyargıdan uzak, eleştirel akıl ile baktığımızda hiç birinin mutlak ve evrensel olmadığını görürüz. Efesos’ lu Herakleitos aynı nehirde iki kez yıkanılamaz sözü ile her şeyin akıp gittiğini ve her şeyin göreceli olduğunu söylemektedir. Buna göre; bugün doğru olan yarın yanlış olabileceği gibi, burada doğru olan başka bir yerde yanlış da olabilir. İncelenecek şeyin veya olayın içinde bulunduğu yer ve zaman onun doğruluğunu, gerçekliğini etkileyecektir. Bir başka anlatımla bu zıt kavramlar iç içedirler. Her doğru kendi içinde bir ölçüde yanlışı da barındırır. Ayni şeyler güzel çirkin ve iyi kötü için de geçerlidir. Bunlar yani sanatın ve ahlâkın konuları doğru ile yanlış ikilemesinden daha esnek ve daha değişkendir.  Friedrich Nietzsche’nin ahlâk felsefesine karşı yönelttiği eleştirilerde olduğu gibi kuralların reddiyle insanın özgürleşeceği sadece bir varsayımdır. Bu varsayım insanlık tarihine ve evrim kuramına aykırı olduğu gibi gerçekleşme olanağı da bulunmamaktadır. Nietzsche’nin “üst insan” kavramı ile anlatmak istediğinin nomostan tümüyle arınmış kaotik bir durum olmadığını düşünüyorum. Nietzsche ahlâk adı altında ortaya konan bazı töre ve adetlerin insan doğasına aykırı olduğunu söylemektedir.  Nitekim Friedrich Nietzsche özgün adı Vermischte Meinungen und Sprüche Menshliches, Allzumenschliche-2 olan ve Mustafa Tüzel’in dilimize çevirdiği (Karışık Kanılar ve Özdeyişler-2/ İş Kültür Y.) eserinde “Haksızlık yapmak budalalıktır.” “Ahlâk açısından savunma saldırıdan daha zordur” veya “Kötülüğe karşı iyilik yapmanın ahlâk olduğu sanılır” sözleriyle bütün kuralları reddetmiş olmamaktadır. O ahlâk diye elimizde tuttuğumuz sepetin içindekileri eleştirmektedir. Örneğin dürüstlük kavramının toplumsal yapının temel taşı olduğunu belirtmektedir.

Kurucuları Kıbrıs’lı Zenon’dan başlayarak, Epiktetus’a, Cicero’ya Marcus Aurelius’a ve Seneca’ya kadar uzanan Stoa’cı birçok düşünür mutlu olmanın yollarını aramışlar ve etik, ahlâk felsefesi konusunda çok değerli düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan Epiktetos Başkalarına yardımcı olan insan kendini ıslah etmiş olur. Kendini ıslah etmiş olan dünyayı da ıslah etmiş olmaktadır diyor. Epiktetos bu sözleri ile mutluluğun kötü düşüncelerden arınmaktan ve başkalarına yardımcı olmaktan, iyilik yapmaktan başka bir anlatımla ahlâkın temelini oluşturan duygu ve düşüncelerden geçtiğini söylemektedir. Epiktetos iyiyi seçmek benim hakkımdır, beni zincire vurabilirsiniz ama seçme hakkımı elimden alamazsınız diyor. Bunun anlamı ben kendi ahlâk anlayışımı kendim inşa ederim demektir.

Marcus Aurelius, Y. Emre Ceren çevirisi ile “Kendime Düşünceler” imde kötülüğün nereden kaynaklandığını, nedenlerinin ne olduğunu irdelemektedir. Elbette bu nedenlerin değiştirilebileceğini de öngörmektedir.

 

Lucius Annaeus Seneca ise alın yazından yakınmak yerine ona iyi yönden bakmalı ve iyiye döndürmelisin derken kaderciliğe karşı çıkmakta ve kişiliğin insanın kendi ellerinde olduğunu söylemiş olmaktadır. Seneca bu stoacı görüşleri ile ahlâkın temeline doğaya uygun bir yaşama ilkesi, bir bilgelik ülküsü getirmektedir.

 

Jean-Jacques Rousseau 1762 yılında kaleme aldığı Du Contrat Social/Toplumsal Sözleşme Üzerine veya Siyasi Hukukun İlkeleri adlı eserinde huzurlu bir toplum için ahlâk kurallarının önemini vurgulamaktadır. Rousseau özgür ve özerk bir birey düşüncesinin ahlâk ve psikoloji boyutunun erdemli yaşamak olduğunu söylemektedir. Ona göre erdemin en önemli koşulları içtenlik ve dürüstlüktür.

Ahlâk üzerine yalnızca stoacılar değil birçok felsefeci düşünür ve yazar çok önemli görüşler açıklamışlardır. Bu düşünürlerin büyük çoğunluğu insanın istek ve iradesi ile ahlâkın temelini oluşturan ilkeleri kendi vicdan değerlendirmeleri ile buldukları bu bunlardan kendilerine göre doğru olanını seçip uyguladıkları görüşünü benimsemişlerdir. Toplumlar da bireylerin yaşam tarzlarına ilişkin ilke ve kurallar koyabilirler. Bu düşünürler insan huyunun, ahlâkının doğuştan belli olduğu, değişmezliği görüşünü çoğunlukla benimsememişlerdir.

Bir gezimizde, Bolivya sınırları içindeki Titicaca Gölüne gitmiştik. Orada yaşayan Keçua, Aymara ve Inka yerlilerinin yaşama koşullarını ve yaşama tarzlarını görüp öğrenirken bir şey dikkatimizi çekmişti. Rehberimiz yalan söylemenin ve benzeri şeylerin bu topluluklarda çok ağır cezalarla cezalandırıldığını söyledi. O bölgeye özgü sazdan örülerek yapılmış bir teknede gölde seyahat ederken yerel rehberimiz bize bir âdeti uygulamalı olarak anlattı. Elinde tuttuğu bir elekte küpe çiçekleri ve otlar vardı. Çocuklara okula başlarken bu ritüel yapılırmış. Çocuk başını eğiyor ve başının üzerindeki eleğe bir tas su yavaş yavaş boşaltılıyor. Suyun boşalması sırasında ritüeli yöneten kişi Keçua diliyle bir şeyler söylüyor. Çocuk da bu sözleri aynen tekrar ediyor. Ritüelde tekrarlanan sözler İspanyolca yazılışı ile şöyle: “Ama Sua, Ama Llullia, Ama Quella”  (Okunuşu: ama sua, ama yuya, ama keya) anlamı ise yalan söyleme, çalma ve tembellik etme demekmiş.

Tam bu noktada biraz duralım ve Anadolu’ muzdaki şu söze kulak verelim. “Eline, Beline, Diline Sahip Ol”. Hace Bektaş-ı Veli tarafından söylendiği belirtilen bu sözün anlamı ise eline sahip ol; hırsızlık yapma, diline sahip ol; kötü söz söyleme, beline sahip ol; zina yapma. Genel kabul görmüş, yaygın anlamı bu olmasına karşın el’i yaşanan toprak parçası, bel’i toprakta yaşayan soydaşları ve dil’i de konuştuğu anadili olarak da yorumlayanlar bulunmaktadır. Hangi anlamda olursa olsunlar yeni kıtada da bizim yurdumuzda da bu üçlemelerle insanların dürüst olmaları, yalan söylememeleri, hırsızlık yapmamaları istenmektedir. Yukarıda ahlâk kurallarının yer ve zamana göre göreceliliğinden söz ettik. Ahlâk kurallarının içinde öyleleri var ki evrenselliği yanında kaynağı da insan olarak bizim arketiplerimize kadar uzanmaktadır. İşte yapılacak tanımlamanın elemanları evrensel ve kaynağı çok eskilere dayanan bu doğal veriler olmalıdır.

Dünyanın her yerinde ve ülkemizde artık yeni bir ahlâk anlayışına gereksinim duyulmaktadır. Bu gereksinim bu güne kadar olduğundan farklı olarak ahlâkın yaratılışla birlikte insanın sırtına yüklenmiş bir kambur olduğu görüşünün bir yana bırakılması ve toplum yaşayışına, evrensel hak ve özgürlüklere uygun ilke ve kuralların benimsenmesi ve topluma benimsetilmesi ilekarşılanabilecektir.

İyi bir ahlâk için toplumun en küçük çocuktan en yaşlısına, kadınından erkeğine kadar tüm bireylerinin eşit haklara sahip olduğunun kabulü olmazsa olmaz ilk koşuldur. İyi bir ahlâk için insan olarak verdiği sözde durmak, yalan söylememek, başkalarını aldatmamak, başkasının olan bir şeyi çalmamak, başkasının özel yaşantısına burnunu sokmamak ve başkasının hakkını yememek, emeğini sömürmemek toplumda yardımlaşma ve imeceye katılmak ve topluma karşı ödevlerinde tembellik etmemek yeterlidir. Bu temel ilkeler kimsenin hayır diyemeyeceği ilkelerdir. Ahlâkı namus adı altında cinsiyet ile ilişkilendirmek her zaman tehlikeli ve yanlış olmuştur. Namus başlığı altında kişilerin cinsel seçimleri apayrı bir inceleme konusudur. Kişinin cinsel yaşantısı konusunda başkasının asla söz söyleme hakkı yoktur. Hiçbir kimse bir başkasının ve ailenin bekçisi de olmamalıdır. Devletin kişilerin hak ve özgürlüklerinin koruyucusu olması yeterlidir. Devlet bu hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, engelleyici olmamalı, bireylerin veya toplulukların bu hakları güven içinde özgürce kullanmalarını sağlayıcı önlemeler almalıdır.   

Bu anlamda, insanların bir arada, birlikte, barış ve huzur içinde yaşamaları, bu yaşamanın kendisini zevke dönüştürecek sevgi ve saygı ortamı yaratılmalıdır. Bu da insanlar arasında ahlâk sözünü gündemden düşürecek düzenlemeler ile olacaktır. Bu düzenlemelerin en başında insanların başına bela olan mülkiyet kavramının ve buna bağlı üretim ve tüketim alışkanlıklarının ele alınması gerekmektedir. Büyük ölçüde insanların “ben ve benim” duygularının yıkıcı bencillikten kurtarılması ve yapıcı, olumlu bir yöne çevrilmesini gerektirecektir. 
Bu zor iş, insanın doğasına, fıtrata, yaratılışa bırakmak, bağlamak yerine insanın doğasından gelen birlikte bir arada yaşama için geliştirdiği duygu ve bilgilere, bilimsel verilere göre uzun erimli bir eğitim, öğretim, plan ve program ile başarılabilir. Bunun uygulanması sırasında toplum mühendisliği veya jakobenlik gibi ucuz suçlamalara hiç kulak asılmamalıdır. Bu plan ve programların yapılması ve uygulanması aklın ve bilimin çağdaş verileri doğrultusunda olduğu sürece bu suçlamalar kolayca boşa çıkarılacaktır.

Sağlıklı yollardan bir tanesi de toplumun ve özelde bireyin kültür kalıplarına, kültürel kodlarına nesnel eleştiriler ve doğru, cesur öneriler getirilmesi ile olabilecektir. Her biri bir dogma halini almış yanlış ve insana, insanlığın bedellerini binlerce yıldır ödeye ödeye geliştirdiği insan haklarına aykırı birçok âdet, gelenek, töre sökülüp atılmalıdır. Bunun kolay olmadığı ortadadır ancak zor da değildir. Toplum bu akıl daraltıcı yargılardan kurtulduğunda bireyler daha özgürleşecek, toplumsal huzur ve refah düzeyi hızla yükselecektir. Aynı şekilde ahlâkın dayanaklarını dinlerde arayan görüşler de terkedilmelidir. Laik bir toplumda insanların vicdanları ile baş başa kalmalarını sağlanmalıdır.

 

İnsanlar çoğu alışkanlıklarını erken yaşlarda iken edinmektedirler. Çocuklar anaokullarında ve ilköğretimde her yönden gelecek yıkıcı bencillik örneklerinden uzak bir ortamda dayanışma, yardımlaşma, imece kültürü ile yetiştirilmelidir. Çocuklarımıza en temel, evrensel doğrular, ahlâkın temelini oluşturan yalan söylememe, sözünde durma, çalmama, bilgi ve becerilerini sonuna kadar kullanarak tembellik etmeme, yardımlaşma, kişiye özel alanlara saygılı olma duyguları, uygulamalı olarak öğretilmelidir. Ben ve benim kavramları kadar biz ve bizim kavramları da öğretilmelidir. Gençlere yetenek ve becerilerini geliştirecek eşit fırsatlar sağlanmalıdır. Sevginin, özverinin, dayanışmanın üstün duygular olduğu, toplumun çoğunluğu bu duygularla yetiştiğinde herkesin huzur ve refah içinde yaşayacağı, bu ortamda gençlerin ve herkesin birlikte çalışarak uygarlığımızı daha ileri aşamalara götürecekleri anlatılmalıdır. İnsanların kendilerinden önce toplumda yerleşerek tabulaşmış inançları, tüm akıl daraltıcıları, bu türden örf ve âdeti, gelenek ve görenekleri nesnel bir yöntemle eleştirebilip yeni öneriler üretebilmeleri sağlanmalıdır. Ezberci değil, sorgulayıcı, denetleyici bireyler yetiştirilmelidir. İnsanların kendi ahlâk ve erdemlerini kendilerinin inşa etmeleri, kendi heykellerini kendilerinin yontmalarına olanak verilmelidir..

 

Bu anlatılanları okuyucu bir ütopya gibi algılayabilir. Ancak yirmi birinci yüzyılını yaşadığımız şu yaşlı dünyamızda ahlâk ve erdem sorunları dünden daha iyi bir yerde değildir. Ekonomik ilişkiler geliştikçe toplumun sosyal ve kültürel düzeyi daha iyi dolacağı yerde daha kötü ve içinden çıkılmaz bir noktaya doğru sürüklenmektedir. İnsanın hırsı, kıskançlığı, kibir ve saldırganlığı sınır tanımamaktadır. İnsanın insan ve doğa üzerindeki sömürüsü artık sürdürülemez bir yere gelip dayanmıştır. Dünyamız daha adil bir yaşam arayışına başlamıştır. Bu arayış içinde olanların sorunlara olumsuz, umutsuz bakma lüksleri yoktur. Amaç yaşanabilir bir dünyaya kavuşmak ise sorunların büyüklüğü, çözümlerin zorluğu değil, bunları aşacak yöntemlerin hangisi olduğunu bulup çıkarmak ve azimle uygulamaktır. Yaratılacak sinerji toplumumuzu umduğumuzdan daha kısa sürede kucaklayabilecektir.

Yaşanabilir ve sürdürülebilir bir dünya umut ve dileğiyle…

10.12.2022
aCp

 

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.