İDEOLOJİ– DEMAGOJİ – PROPAGANDA -DEMOKRASİ

 

 

İDEOLOJİ– DEMAGOJİ – PROPAGANDA -DEMOKRASİ

İdeoloji

Günlük yaşantımızda özellikle toplumsal konular konuşulmaya başladığında en çok kullandığımız sözcüklerden bir kaçı demokrasi ve ideolojidir. Bir de bunlara koşut propaganda ve demagoji sözcükleri var. Bu kavramların köken ve anlamlarının bilinmesi ve sözcüklerin yerli yerinde kullanılması tartışmanın daha anlamlı olmasına büyük katkılar sağlayacaktır.

Fransızca bu sözcük Dictionnaire Larousse’ da; İdéologie: Systéme d’idées qui constitue une doctrine. Péjor, doctrine préconisant un ideal irrealisable./ Bir doktrin oluşturan fikirler sistemi. Pejöratif anlamda da ulaşılmaz bir ideali savunan doktrin olarak anlatılmaktadır.

Doctrine/ doktrin sözcüğü de dilimizde çok kullanılan bir sözcük olup doktora, doktor gibi sözcüklerle yakın ilişki içindedir ve kısaca kökleri Latince doctrina sözcüğüne dayanmakta ve dilimizde öğreti anlamına gelmektedir.

Fransızca çeviri sözlüğü de a) Öğreti meydana getiren temel düşünceler, b) Düşüncelerin doğuş ve gelişmesini inceleyen yöntem, düşünceler bilimi c) Bu kelime kuruntuları, temelsiz düşünceleri anlatmak için yermeli olarak kullanılan bir sözcük olarak anlatılmaktadır.

İdeoloji sözcüğü TDK ‘nın eski sözlüklerinde, Yunanca (idea düşünülen şekil, logos söz) Toplumun şöyle ya da böyle olması gerektiğine inananların düşünce ve kanışlarından meydana gelen öğreti olarak tanımlanmaktadır.

TDK’ nın daha sonraki sözlüklerinde ise siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, hükümet ya da parti ve grubun davranışlarını temel alan, siyasal, hukuki, dini ya da felsefi düşüncelerin tamamı olarak açıklanmıştır. Yine bu kurumun bir başka sözlüğünde ideoloji karşılığı olarak ülkülem sözcüğünün kullanıldığı ve yukardaki tanıma bilimsel, erdem ve estetik kavramlarının da eklendiği görülmektedir. TDK’ nın Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğünde de benzer anlatımlar bulunmaktadır.

Bu kavram ilk olarak Fransız Devrimi sonrasında 1796 yılında Fransız düşünürü Destutt de Tracy tarafından düşünce bilimi olarak kullanılmıştır.
İdeoloji kavramı, tarihsel gelişim süreci içerisinde düşünürler ve toplumsal kesimler tarafından değişik anlamlara gelecek şekilde yorumlanıp kullanılmış olup kavrama asıl kimliğini Karl Marx’ın çalışmaları kazandırmıştır. Daha sonraları olumsuz çağrışımlar yapacak tarzda da kullanılmıştır. İdeoloji teorisi içinde Marksist düşünürlerin önemli bir ağırlığı vardır. Marks, Lenin, Gramsci, Lukacs, Althusser gibi düşünürler önemli çalışmalar yapmışlardır.

Bu konu ile yakından ilgilenmiş olan Terry Eagleton kavramın içeriğine ilişkin özelliklerini altı madde halinde incelemiştir. Bunlar:

1.İdeoloji, toplumsal hayata yön veren düşünce ve değerleri üreten bir süreçtir.
2. İdeoloji, toplumsal hayat içerisinde etkili, olan bir sınıf veya grubun sahip olduğu değer yargılarını üreten inanç ve düşüncelerdir
3.İdeoloji toplumsal iktidarın yeniden üretilmesinde hâkim olan elitlerin çıkarlarının meşrulaştırılmasıdır.
4. İdeoloji, egemen toplumsal elitlerin çıkarlarının meşrulaştırılması için yaptığı faaliyetlerdir.
5. İdeoloji, iktidar elitlerinin çarpıtma yoluyla çıkarlarını meşrulaştıran düşüncelerdir
6. İdeoloji, toplumun maddi yapısından kaynaklanan yanıltıcı düşünce ve inanç sistemleridir.
İdeoloji, ilk ortaya çıktığında “fikirler ile ilgili bilimsel araştırma” olarak anlamlandırılmıştı; fakat daha sonraları bu kavram insanların dünyada nasıl yaşamaları gerektiğinin belirlenmesi ve toplumsal ilişkilerinin gelişimi konusunda temel belirleyici sistemler olarak bir anlam kaymasına uğramıştır.

II. Dünya Savaşından sonraki dönemde ideolojilerin etkisi tartışılmaya başlanmış ve egemen sınıflar ideolojiler konusunda karşı bir tavır almışlar, artık ideolojilerin sona erdiğini ve toplumun da apolitize edilmesi gerektiğini ileri sürmeye başlamışlardır. (Francis Fukuyama) “Tarihin Sonu” ve (Samuel P. Huntinton) “Medeniyetler Çatışması” gibi kitaplar bu düşüncelerden hareketle yazılmıştır.

Sözcük Fransızca idée (fikir; düşünce) ve ologie (oloji, yani bilim) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir bileşik sözcüktür. Bu sözcüklerin Eski Yunanca ve Latincedeki kökleri de idea ve logos/logia/ologie’dir.

Fransızca ideoloji sözcüğü ile ilgili olarak
İdeolog/ ideologue: Felsefesini belli bir düşünce sistemi oluşturan kimse
İdeolojik/ ideologique: İdeolojiye ilişkin
İdeolojist/ ideolojiste: İdeoloji kuramcısı

İdeoloji kavramının eski dilde karşılıklarının tasavvurat (düşünceler, niyetler ve tasarlamalar) veya mevhumat (mevhumlar, hayal kabilinden olan şeyler) olarak ifade edilmiş olduğunu görüyoruz. Bunlardan başka bir de ülkü, ideal anlamına gelen mefkûre sözcüğü vardır. Bu sözcük kanımca ideoloji sözcüğünü anlatmakta en uygun olan sözcüktür.

Demagoji

Kullanmakta olduğumuz demagoji sözcüğü de Fransızca démagogie sözcüğünden alınmıştır. Larousse’a göre anlamı politique qui flatte la multitute olarak tanımlanmaktadır. Kalabalığı pohpohlama siyasette halkı galeyana getirme yahut halk avcılığı anlamlarına gelmektedir. Sözcüğün kökeninde Eski Yunanca halkı güden, yönlendiren önder anlamında demagogos sözcüğü vardır. Bu sözcük de demos (halk, ahali özellikle aşağı tabakalardan insanlar) ve agogos (öncü) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş bileşik bir sözcüktür. Eski Yunancada “ago” gütmek, sürmek gibi anlamlara gelmektedir.
Demagoji bir grup veya bir kimsenin duygularını okşayarak, kamçılayarak gerçeğin dışında ve çoğu kez abartılı sözler söyleyerek kandırma, onları kendi düşüncesine çekmek, laf cambazlığı ve duygu sömürüsü yapmaktır.
Demagog/ Démagogue: Demagoji yapan kimse
Demagojik/ Démagogique Demagog birinin yaptığı işler, söylemleri ve demagojinin kendisine ilişkin anlamlarında kullanılmaktadır.

Demagoji ve demagoglar için en önemli şeylerin başında retorik sanatında ustalaşma, belagat, hitabet yetenekleri gelir. Demagoglar hedef kitlelerini seçmede çok ustadırlar. Demagoglar yalanlarını anlayacak, karşılarına çıkıp kendilerini eleştirecek kişilerin bulundukları ortamlarda pek konuşmak istemezler. Bilgisi az dinsel, mezhepsel, etnik ve ulusal duyguları yüksek kişi ve topluluklar onlar için çok uygundurlar. Onların en büyük malzemesi hamaset, mukaddesat ve kimlik belirleyici diğer ögelerdir. Topluluklarda daha önce oluşmuş bulunan önyargıları cömertçe kullanırlar. Örneğin futbol taraftarlığı veya o topluluğun sağ veya sol eğilimlerinden yararlanırlar. Beden dillerini iyi kullanırlar. Bazı şeyleri de sembolleştirirler. Konuşmalarında sembollere çok yer verirler. Slogan ile konuşmayı ve topluluklara slogan attırmayı pek severler.

Demagoglar, abartılı konuşmayı severler ama yapacakları işleri çok basite indirgerler. Yalan söylemeden duramazlar. Hedef kitlenin korkularını derinleştirmeyi, eğer söyledikleri yapılmazsa çok büyük felaketlerin yaşanmasının kaçınılmaz olacağını anlatırlar. Topluluğu ayrıştırırlar, hayali düşmanlar yaratırlar, topluluğun yaşadığı sorunlar için bir günah keçisi bulup onu hain ilan ederler, suçu onun üzerine yıkmaya çalışırlar. Ayrıştırdıktan sonra kendinden saydıkları toplulukların kimliklerini oluşturan özelliklerini ve örneğin ırk üstünlüklerini överler. Kendileri gibi düşünmeyen ama bu toplumu yönetmeye aday olan başkalarını küçük görürler, onlarla alay ederler, zaman hakaret ederler, zaman zaman da şiddet kullanarak onları yıldırmaya çalışırlar, Kendilerinden söz etmeyen, yaptıkları işleri haberleştirmeyen ve kendilerini eleştiren herkese ve medyalara sürekli saldırırlar, kendilerini halkın adamı gibi göstermeye çalışırlar.
Onlar halkın bilgileri içinde düşünerek, tartışarak halkın sorunları için çözüm yolları bulunmasını değil halkın duyguları içinde geliştirdikleri söylemleri ile kendi kişisel veya oligarşik çıkarlarını gerçekleştirmek istemektedirler.

Demagogların varmak istedikleri hedef yalnız kendilerinin ve kendi düşüncelerinin egemen olması, tüm rakiplerinin yok olmasıdır. Onlar çoğulcu, plüralist bir yapıdan hiç hoşlanmazlar, İstedikleri otokrasi, teotrasi ve monokrasidir.

Propaganda

Dilimize yerleşmiş olan, “hiç kimse benim yoğurdum kara demez” şeklinde bir atasözümüz vardır. Her üretici veya pazarlamacı yaptığı veya sattığı şeyin veya işin, hizmetin kötü olduğunu asla söylemez ve hatta benzerlerinden daha iyi olduğunu söyler. Kapitalist üretim biçiminin en önemli bölümü üretilen ürünlerin pazarlanıp satılması ve bu yolla artı değerin sermaye sahibi işverene dönmesinin sağlanmasıdır. Sistem olarak bu üretim tarzı benimsendiğinde bu işin doğası da kaçınılmaz olarak budur. Ekonomide bunun adı reklamdır. Ne kadar çok reklam yapılırsa, reklam yolu ile insanlar ne kadar çok etkilenirse o kadar çok satış gerçekleşecektir. Dolayısı ile reklam için bir sınır olamaz. Reklamın tek sınırı gizil alıcı toplulukların kandırılması veya kandırılamamasıdır. Seçimle yöneticilerin belirlendiği topluluklarda yönetme istemiyle ortaya çıkan kişiler de ürettiğini pazarlamak isteyen satıcılara benzetilebilir. Onların yaptıkları işe reklam deniyorsa yönetime istekli adayların yaptıkları işe de propaganda denir. Sonuçta her iki durumda da kişilerin fikirleri, kanaatleri bir şekilde manipüle edilmektedir.

Reklamda satılan ve satın alınacak olan bir mal veya hizmet vardır. Propaganda da kandırılan, ikna edilen, inandırılan kişiler vardır ve bu fikirlerinin yönlendirilerek bir kişinin veya bir partinin seçilmesi söz konusudur. Reklamda somut bir şeyin, bir ürünün insanların günlük yaşamlarına girerek yaşamlarını kolaylaştırması ve onların mülkiyet duygularının doyurulması kuraldır. Propagandada insanların belli konularda oluşmuş kanılarının etkilenmesi söz konusudur. Birinde bir ürüne sahip olmak varken diğerinde fikirlerinden vazgeçmek ve başka bir fikri kabul etmek durumu vardır. Bu nedenle reklamlar sevimli propagandalar itici gelir. Sonuç olarak reklamlar da, propagandalar da kişilerin duygularına seslenirler. Gelişmiş ideal topluluklarda ürün veya yönetim planlarının tanıtımı yeterli olabilir ancak bu bir ütopyadır. Gerçek toplum yaşantısında reklam ve propaganda çalışmaları artarak devam etmektedir. Reklam ve propagandacı düşündürmek değil karşısındaki kitlenin fikirlerinden çok duygularına etkilemek onları kendi düşüncelerini kabul ettirmek istemektedir.

Propaganda, bir topluluğu oluşturan insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek amacıyla tasarlanan ve uygulanan şeylerdir. Propaganda toplumun sakin, tarafsız bir ortamda düşünerek, tartışarak ve hatta deneyerek bilgi edinmesini engeller. Ve topluluğu oluşturan kişiler yerine onlar için ve onlar yararına olduğu iddiasındaki kişi veya kişiler onların geleceklerine ilişkin planlar yapıp bu planları onlara uygun gelecek yollarla ve uygun araçlarla anlatırlar. Bunun adına propaganda diyoruz. Yönetenler ve yönetmeye aday olanlar kendi görüşlerinin en doğru olduğunu söylerler.

Cevdet Perin’in J. M. Domenache’ dan 1961 yılında dilimize çevirdiği Siyasi Propaganda adlı yapıtın 19. sayfasında şu soru sorulmaktadır. Propaganda mı reklamcılıktan, yoksa reklamcılık mı propagandadan çıkmıştır diye soruluyor. Bunu tartışmanın yararı tartışılabilir de tartışılmayabilir de ancak bu iki kavramın kökenine bir bakalım istiyorum.

Propaganda kavramı Yeni Latince aynı anlama gelen sözcükten Batı dillerine oradan da dilimize girmiştir. Sözcük Latince propagare eyleminden türetilmiştir. İlk anlamı çubuktan fidan üretmek şeklindedir. Bir ağaçtan kesilen kalemlerin toprağa daldırılarak fidan yetiştirmek anlamına gelmektedir. Bu sözcük Latince yazılı örneği bulunmayan *pāg /bitki dikmek eyleminden “ pro ” önekiyle türetilmiştir. Bu gün Pakt olarak kullanmakta olduğumuz sözcüğün kaynağı Latince pactum sözcüğüdür. Bu bilindiği gibi sözleşmek, barış yapmak anlamlarını içermektedir. İlk anlamları var olan durumu belirlemek, dikmek, bir bitki dikmek, dikili olanı yerinde sağlamlaştırmak anlamından kaynaklanmaktadır.
Görüldüğü gibi hepsinde de gelecek için bir şey planlamak ve onun gerçekleşmesi için ilk adımı atmak vardır.

Reklam kavramına gelince; bu sözcük dilimize Fransızca réclame sözcüğünden alınmıştır. a) İddia, protesto, bağırarak ileri sürme b) ilan (réclamer) yüksek sesle söylemek, tellal aracılığıyla ilan edip duyurmak anlamlarına gelmektedir. Kökeni Latince reclamare ve “re” ekiyle clamare okumak, yüksek sesle söylemek sözcüğüdür. İlginç klarnet sözcüğü de buradan gelmektedir.

Benzer şekilde bu sözcükten türetimliş bir kavram daha bulunmaktadır. Satılan mal ya da hizmetin kusurlu olması ya da kullanıma uygun olmaması halinde “reklamasyon” adı verilen fiyat indirimleri özellikle de tekstil sektörü ve diğer sektörlerde sıkça karşılaşılan bir uygulamadır.

Bir ilaç kutusunun içinde ilaçla birlikte o ilacın endikasyonlarını, kontrendkasyonlarını ve kullanma şekillerini gösteren küçük bir broşür bulunmaktadır. Bunlara prospektüs diyoruz, bu sözcük Latince prospicere eyleminden türetilmiş ve Fransızcaya alınmış, oradan da dilimize aktarılmıştır. Latince öne bakmak, ön bakış anlamına gelse de daha sonra ve bizde karşılığı tanıtmalık olarak anlamlandırılmıştır. Tıp biliminin en çok üzerinde durduğu şeylerden birisi de etik kurallardır. Bu kurallar amacı ilacın tanıtılması ve insan sağlığına uygun olarak kullanılmasını sağlanmaktır. İlacın satışını sağlamak ve satışını artırmak için övülmesi ise bu etik kurallara aykırı bulunup yaptırımlara bağlanmıştır. Ne yazık ki; içinde bulunduğumuz yüzyılda bu yaptırımlar da delinmeye başlanmıştır.

Düşünce ve doktrinlerin de başlangıçta tanıtılması ve öğretilmesi amaçlanmıştı. Ne var ki, felsefi alanda bu güzel bir düşünce olsa da toplumsal konular gündeme gelince iş değişmektedir. Daha demokrasi düşüncesinin yenice şekillenmeye başladığı Atina’da bile Sokrates ile Alkibiades arasında geçen diyaloglar bize bir gerçeği anımsatmaktadır. Retorik politikacının işlevini gölgelememelidir.

İdeoloji kavramı gibi propaganda kavramı da Fransız Devrimiyle birlikte 1790’lı yıllarda şekillenmiştir. İdeolojilerin başlangıçta tanıtılması, öğretilmesi amaçlanmış ama kısa sürede bunun istenen sonucu vermediği anlaşılmış ve başka çareler aranmaya başlanmıştır. Propaganda bir gereksinimin sonucu olarak doğmuştur. O tarihlerde Alsace’da Propaganda adıyla gizli bir devrim derneğinin bile kurulduğu yazılmaktadır.

Propaganda ve reklam, her ikisi de insanların duygu ve düşüncelerini etkilemek amacındadırlar.
Politik nitelikli propagandalar iki ayrı bölümde toplanabilir. Bunlardan birisi Marksist propagandadır. Marksist propaganda çok basite indirgenebilen bir diyalektiğe dayanır. Üretim tarzının yarattığı sınıflı toplum olgusunun proletaryada sınıf bilincinin yaratılması amaçlanmıştır. Ancak bu haliyle propaganda işçilerin sendikal haklarının sağlanması ile sınırlı kalmaktadır. Bu propaganda yönteminde sınıf bilincine ulaşmış proletaryanın kendi iktidarını kurması amaçlanmıştır. Marksist ve Leninist propagandaların amacı sınıf gerçeğinin en yalın biçimiyle anlatılması olduğundan başarılı olmuştur. Leninist propagandanın aşamaları işçiler başta olmak üzere devrimi gerçekleştirecek olanların duygu ve düşüncelerini ajite etmek, ajite edilen insanlara ideolojinin propagandasını yapmak ve onları eyleme götürecek olan örgütlenmeyi sağlamaktır. (Ajit-prop-örgüt)

Bu propagandan başka birde Nazi propagandası vardır. Nazi propagandasının mimarı Adolf Hitler’in en yakın arkadaşlarından biri ve en sadık yandaşı olan ve Almanya’nın 2. Şansölyesi sayılan Dr. Paul Joseph Goebbels’ tir. Nasyonal Sosyalistler propagandaya Komünistlerden de daha çok önem vermişlerdir. Öyle ki; 1933-1945 yılları arasında Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı adıyla bir bakanlık bile kurmuşlardır. Goebbels’ci propagandanın en belli başlı özellikleri, Alman ırkının üstün ırk oluşu, diğer ulusların bu Ari ırkın düşmanı olduğu, onlara karşı savaşmak gerektiği, bu savaşı Almanların kazanacağı yalanları idi. Bunlar için Yahudiler günah keçisi kabul edilmiş ve dünyanın tümüne savaş açılmıştır. Alman işçileri ve diğer sosyal sınıflar başlangıçta ekonomik yönden doyurulmuş, örneğin işsizlik sıfırlanmış, böylelikle bu sınıftan insanlar yanlarına çekilmiş ama sonradan Alman halkının altından kalkamayacağı kadar büyük fedakârlıklar yapmaları istenmiştir. Bu propaganda yönteminde demagoglar için saydığımız araç ve yöntemlerin hepsi kullanılmıştır. Nazi, Goebbels propagandalarının en önemli özelliklerinden birisi bakanın ağzından şöyle anlatılmıştır. Bir propagandanın başarılı olması için yalanın büyük olması ve sürekli tekrarlanması gerekmektedir. Bu tür propagandanın önemli özelliklerinden bir tanesi de kışkırtmak ve olayı saptırmak anlamında karşı tarafı sürekli provoke etmektir. Karşı tarafın tasarı ve önerilerini çürütmek yerine karşı tarafı karalamak, karşı tarafın yanlışlarından yararlanmak en çok başvurdukları bir yöntemdir. Hedefe varmak için, seçildikten sonra da orada kalabilmek için onlara her şey doğaldır, mubahtır.

Demokrasi

Bu sözcük de dilimize Fransızca démocratie sözcüğünden alınmıştır. Dilimizde ilk kez 1870’lerin başlarında kullanım olanağı bulmuştur. Sözcük Fransızcaya Latinceden, Latinceye de Eski Yunancadan girmiştir. Sözcük, halk, ahali anlamındaki δῆμος (dêmos) ile egemen, muktedir anlamındaki κράτης (krátēs) (kratos) sözcüklerinin birleşimi ile “ δημοκρατεία “ oluşturulmuştur.

Demokrasi sözcüğünden türeyen sözcükler de demokrat/ demokrasi kurallarını benimsemiş olan ve demokratik de demokrasiye ilişkin olan şeyler anlamındadır.

Demokrasi kısaca toplum yönetiminde uyulması gereken kuralların halk tarafından belirlenmesi demektir. Halk bu hak veya isteğini aralarından birini seçip görevlendirmekle ve bu seçtikleri kişi ve kurullar aracılığı ile kullanır. Kulağa hoş gelen fonetiği de çok lirik olan bu söz kâğıt üzerinde çok da güzel görünmektedir ancak bunun yaşama geçirilmesi ve sürdürülmesi kavramın doğduğu günden başlayarak hep sorunlu olmuştur.

Bilindiği gibi demokrasi fikri ve onun ilk uygulamaları, eğer kabileler içindeki kendisine özgü şekilleri veya Mezopotaya’ da görülen prototipleri saymaz isek Yunanistan’da, Atina’da doğmuştur. MÖ 5. ve 4. yüzyıl Atina’sında demokrasi uygulamasının yerleşmesini sağlayanlar Solon (MÖ 594), Kleisthenes (MÖ 508) ve Atinalı Efialtes (MÖ 462)’tir. En büyük demokrat lider olarak gösterilen Perikles’ in MÖ. 450’de ölümünden sonra ise gerilmeye başlamış ve MÖ 332 yılında da tümüyle son bulmuştur.

Demokrasi yönetiminin başladığı tarihlerde Atina’nın nüfusunun 250-300.000 civarında olduğu öngörülmektedir. Bu nüfusun 150.000 kadarı köledir. Nüfusun bir kısmı da onların barbar dedikleri yabancılardan oluşmaktadır. Kadınların oy verme hakkı bulunmamaktadır. Atina’da yurttaş olup ta oy verme hakkı bulunan erkekler ise 40-50.000 civarındadır. Diğer kentlerdeki katılım ise 100-1.500 arasındadır. Seçime katılma oranının seçmen sayısının yüzde kaçı olduğu da göz önünde tutulmalıdır.
Özgür Atina yurttaşları soylulardan, ticaret ve zanaatlarla uğraşan ve zenginleşen kentli orta sınıflardan, küçük toprakları olan köylülerden ve toprakları ve belli bir işleri olmayan kentli emekçilerden oluşuyordu.

Bu sınıflardan insanların ülke ve dünya sorunları ile ve bu sorunların çözümü çözümüne ilişkin bilgileri arasında da büyük farklılıklar vardır. Kimisi Aristo ile Platon ile felsefi tartışmalara girebilirken kimisi Dionysos şenliğinde kendisine uzatılan bir kupa şaraba dünyasını verebilecek kültür düzeyindedir.

Tam burada, okurun sabrına ve hoşgörüsüne sığınarak bir anımı, daha doğrusu bir gezide öğrenmiş olduğum bir bilgiyi anlatmak istiyorum. Güney Amerika kıtasının haritasını elimize alıp baktığımızda başkent Santiago’dan batıya doğru 3400 km. kadar parmağımızı kaydırınca gözümüzün önüne belli belirsiz bir adacık çıkar. Bu adanın adı Easter Island, İspanyolların söyleyişi ile Isla de Pascua’dır. Adanın yerlileri ona Rapanui diyorlar. Batılı denizciler buraya geldiklerinde bu yeni adanın yumurtaya benzemesinden değil kendi ülkelerinde sözüm ona Paskalya bayramı kutlamaları olduğundan bu adı vermişler. Batılılar ne derlerse desinler ama benim orada dinlediğim ve belleğime her bir harfi derin izlerle kazınmış olan Kuş Adam Demokrasisi’ dir.

Rapanui Adasında yaşayan insanların buraya nereden ve nasıl geldikleri konusunda bir görüş birliği yok. Ancak konumuz bu değil, konumuz yumurta ile ilgili.
Dünyadan çok uzaklarda ve dünyanın diğer yerleriyle ve insanlarıyla hiçbir ilişkilerinin olmadığı bu küçük, ıssız adada yaşayan insanlar da başka insanlar gibi en başta yiyecek, içecek ve barınacak yer bulmada ve daha birçok konuda sorunlarla karşıyadırlar. Yaşamlarını sürdürebilmek ve daha iyi yaşayabilmek için içlerinden birini seçip onun gösterdiği şekilde işler yapmayı uygun bulmuşlar. Yaşamı kolaylaştıracak şeyleri kim daha iyi yapar sorusuna yanıt bulmak için seçim yapmanın iyi ve doğru olacağını akıl etmişler. Her yılın belli bir gününde örneğin ilk cemrenin düştüğü gün veya kırlangıç fırtınası (!) gününde belli bir olgunluğa erişmiş kadınlar ve erkekler toplanmışlar bir karar almışlar. Bu karara göre topluluğun en çok eline ayağına, nefesine güçlü kişileri Okyanusun sularına atlayacak kıyıdan gözle görülen minik adaya kadar yüzecekler ve dönüşte de oradaki kuşların yumurtalarından üç tanesini alıp kırmadan topluluğun yanına dönecekler. Varış noktasına ilk dönen kişi bir yıllığına topluluğun yöneticisi, reisi olacaktır. Bir yıl dolunca yeni yöneticinin belirlenmesi için yine seçim yapılacaktır. Gördüğünüz gibi reis seçilmek için kendisine güvenmek yeterli, başkaca bir koşul aranmıyor. Seçimler herkesin gözü önünde eşit ve adil kurallar ile yapılıyor. Seçim barajı yok, seçimde oyların çalınması, zarfların mühürlü olup olmaması, seçim barajı gibi hiçbir sorun yok. Karşıdaki minik adaya yüzüp erken dönen, üç yumurtayı kırmadan getirip seçici konumundaki halka verebilen kişi reis olacak. Seçildikten sonra sorumluluk onda, moai heykellerinin götürülüp yerlerine dikilme hak ve yetkisi de onun.
Bu kadar basit, tartışmaya meydan vermeyecek açıklıkta, bu kadar adil bir seçim ne güzel değil mi? Bana “Kuş Adam Efsanesi” olarak anlattılar ama ben ona “Kuş Adam Demokrasisi” adını verdim.
Az önce Atina Demokrasisinden örnek verdik. Antik Çağın iki ünlü düşünürü demokrasi konusunda düşüncelerini açıklamışlardır.

Platon’a göre, yasasız demokrasi sapkın bir rejimdir. Bu yolla istenmeyen birçok kişinin seçilmesi olanaklıdır. Böyle bir ortamda düzen değil sadece kaos olur. Platon demokrasiye hiçbir şekilde inanmaz ve güvenmez. O’na göre demokrasinin ulaşacağı son nokta despotizmdir.

Politikayı da kendine özgü idealist bir bakışla inceleyen Aristoteles, hocası Platon’a göre daha gerçekçidir. Ancak bu onun demokrasiyi uygun bulduğu anlamına gelmez. Her ikisi de seçkinci aristokratik bir tutum içindedirler. Bütün insanların eşit olmasını da kabul etmezler.

Demokrasi kavramı içinde demos aşağı bir tabakayı, kratos ise onları yönlendirecek olan egemen sınıfı ifade eder. Roma’ya geldiğimizde demos sözcüğü geri plana atılmış yerine populus sözcüğü geçmiştir. Nitekim, daha sonraki yüzyıllarda bu dili kaynak alan Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca ve Almanca’ da demos sözcüğü sadece demokrasi sözcüğünün ilk dört harfi olarak kalmıştır. Populus sözcüğünden türeyen people, politika, polis gibi sözcükler gelişmiştir. Bunlar bir rastlantı değildir.

Demokrasi antik çağ düşünürlerine göre ancak “Primus inter Pares” / eşitler arasında bir anlam taşır. Daha da ileri giderek kimi düşünürler doğrunun, gerçeğin, hakikatin bir ve tek olduğunu veya doğanın yasalarına bağlı olduğunu bunun çoğunluğun parmak sayısı ile değiştirilemeyeceğini ileri sürerler.

Atina’daki Demokrasi uygulamasından bu yana geçen 2.500 yılda gerek toplumdaki üretim ve tüketim ilişkileri ve gerekse bu ilişkilere koşut olarak toplumun gereksinimleri ve insanların gelecekleri hakkındaki düşünceleri çok değişmiştir. Halkların demokrasi anlayışları da değişmiştir.

Felsefeciler kendi başlarına ne düşünürlerse düşünsünler sosyolojik gerçekler ve yaşanmakta olan toplumsal sorunlar acil çözümler beklemektedirler. Kaldı ki; ilerleyen zaman ve gelişen, değişen durumlarda üretim tarzına egemen olan toplumsal sınıflar demokrasiyi bir amaç değil araç olarak kullanma eğilimi içindedirler.

Monokratik ve teokratik anlayışlar zaman içinde açık ya da örtülü otokrasilere neden olmaktadırlar. Atina demokrasisi insanlığa paha biçilmez dersler de vermiştir. Bu derslerden ilki demokrasinin özgür yurttaşlar için söz konusu olabileceğidir. Özgürlük önüne konan dört veya beş seçenekten birini seçmek, birini seçmek zorunda kalmak değildir. Özgürlük öne konacak olan o dört veya beş seçeneği seçebilmektir. Bu seçim de seçim yapacak bireylerin eğitimi ile başlar. Dünyaya dar bir pencereden bakan, bakmak zorunda bırakılan insanların dünya için anlatacakları pencerelerinden gördükleriyle sınırlıdır. Toplumda eğitim ve sağlık başta olmak üzere bir dizi insani hakkın ücretsiz sağlanamadığı, fırsat eşitliğinin olmadığı ortamlarda demokrasiden söz etmek olası değildir ve anlamsız bir fanteziden ibaret kalır. Bu durumlarda bireyler demokrasi söylemleriyle meydanlara çıkıp kendi kişisel, oligarşik veya sınıfsal çıkarları için demagojileriyle aldatan politikacıların oyuncağı olurlar. Sandığa gidip oylarını kullandıklarında görevlerinin tamamlandığını sananlar, ilerleyen zaman içinde durumlarının iyiye değil kötüye gittiğini göreceklerdir.

Demokrasi yönetime aday olacaklarla seçmenlerin karşılıklı kısa vadeli, günü birlik çıkar anlaşmaları da değildir. Toplumun bu günü kadar yarınını da ilgilendiren konularda kamu yararı gözetilmelidir.

Demokrasi eşit ve özgür bireylerin halk için halktan yana yöneticilerini adil, saydam ve dürüst koşullar altıda seçmesi ve seçtikleri yöneticileri yönetim süreci içinde denetleyebilmesidir. Demokrasi kendini koruyacak ve yaşatacak denetim mekanizmalarını, adil ve tarafsız yargıyı da içermek zorundadır.

Demokrasi üzerine yirmi beş yüzyılda kütüphaneler dolusu kitaplar yazıldı ve yazılmaktadır. Bundan sonra da yazılacaktır. Bu kısa çalışma içinde demokrasi ve ilintili kavramlarını irdelemeye çalıştık. Bu çalışmanın ne kadar eksik olduğunun bilincindeyiz. Bu yazıda öngörülen konularda bilgi edinmek hiç de zor değildir. Çağımızda teknoloji hepimize neredeyse sınırsız derecede olanaklar sunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu eksiklikler bu yollarla kolayca giderilebilir.

Ali Can Polat
22.04.2022

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.