İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Yolumuz bu kez Akdeniz kıyılarından geçiyor. İspanya’dayız. Aralık ayındayız ama öylesine hafif ve ılık bir esinti var ki; zannedersiniz, İzmir’in imbatı yüzünüzü okşuyor. Üç gündür Barcelona’da o köşe sizin bu köşe bizim, geziyoruz… Ben size ne kadar anlatsam, biliyorum ki, yine bir şeyler eksik kalacak. Tur lideri bizleri gezdirebileceği kadar gezdirdi. Ne Familia Sagrada’sı kaldı. Ne Montserrat’sı, ne de Avinguda Diagonal’i. Her köşede karşımıza Antoni Gaudi çıkıyor. La Casa Mila’dan Guell Parkına kadar. Las Ramblas’ta yürüyoruz. Sokakta flamenko yapanları gördükçe müziğin eşliğinde bir yerlerimizin kıpırdamaya başladığını hissediyoruz. Katedrale kadar yürüyoruz. Burada yorgunluğumuzu bir kahve ile giderdikten sonra sahile kadar inip ünlü akvaryumu ziyaret ediyoruz. Binlerce deniz canlısı… Oradan çıkıyoruz. Yüksek bir sütun üzerinde Columbus heykeli bizleri karşılıyor. Eli ile uzak denizleri gösterir gibi.
Her gezide eksik kalan bir şeyler mutlaka bulunur. İşte bu eksiklerden bir tanesini tamamlayabilmek için harekete geçiyorum. Bildiğim tüm İspanyolca kelimeleri yan yana getirerek bir taksi çağırıyorum ve üç günlük Barcelona bilgim ile taksi şoförüne Plaça Espana’yı tarif ediyorum. Taksiden indikten sonra Arena’nın önünden geçiyoruz. Yanımda eşim ve iki arkadaşı benim gibi bir taze rehberin kılavuzluğunda merdiven merdiven ilerliyorlar.
-Şimdi şu gördüğünüz alanda yaz aylarında her akşam renk, ses, ışık ve su gösterisi yapılmaktadır. Bütün Catalan’lar bu gösteriyi kaçırmamak için akşam yemeğinden bile fedakârlık edebilirler… Yemin etsem başım ağrımaz. Bir gazetede okumuştum, gerçekten yaz akşamları burada tam da söylediğim şekilde gösteriler yapılmaktaymış. Bu alanda yapılan gösterilere ait birkaç güzel fotoğrafı sizin için Barcelona’daki bir internet sitesinden araklayıp buraya aldım. Nasıl güzel değil mi?
Yaz aylarında, bu düş ile gerçek arası güzellikte olacağını düşündüğümüz alanı, etrafından geçtikten sonra yine aşağıda bir fotoğrafını gördüğümüz Ulusal Müzeye doğru ilerliyoruz. Görünüşe aldanmayın, o kadar yakın değil. Yokuş yukarı bir hayli basamak var. Yanımda 3 hanım. Bunlardan üçüncüsü annem yaşında ve astımı var. Her basamakta biraz daha zorlanıyor. Döndüm bu hanıma şöyle dedim: Hiç oflayıp puflama, oyunbozanlık yok, sonuç ne olursa olsun en sonuna çıkacağız. Oradan Plaça d’Espanya’yı tam cepheden, mirador noktasından seyredeceğiz. Birbirimizin fotoğraflarını çekeceğiz.
R: 1
R: 2
Eğer çıkamaz isen seni sırtıma alıp yine çıkartırım! Bunları böyle söylerken bir o hanıma baktım bir de onun yarı ağırlığında olan kendime baktım, gülmemek için başımı başka yöne çevirdim.
Anlaşılan şimdi geldiğimiz merdivenin bir sofa gibi geniş meydanında biraz soluklanmamız gerekiyor. Öyle de yaptık. Şimdi dedim başımızı kaldırıp bakalım. Ne görüyoruz? 10-15 metreyi, belki de 20 metreyi bulan yüksekliği ile görkemli bir keçiboynuzu ağacı. Bakın dedim bu ağaç dünyada en çok Akdeniz Bölgesini seviyor. Şimdi biz de bir Akdeniz kentindeyiz. Bakın, bu mevsimde iri, kahverengi meyveleri olmuş bile…
-Aaa.. o da ne, bizimkiler birer ikişer kopardılar bile.
– Ayy ben çok severim!
-Yiyin, yiyin afiyet olsun.
Onların bu kısa molada yorgunlukları falan kalmadı. Ben ise konuşmaya devam ediyorum. Bakın dedim, henüz yolun yarısı sayılır. Buradan yukarıya bu merdivenlerden çıkacağız. Sizi bilmem, ben tek tek sayacağım. Sonra bu merdivenlerin iniş yönünden aşağı ineceğiz. Çıktığımız basamak sayısı kadar aşağıya indiğimizde mutlaka ama mutlaka yine böyle bir sofa ile karşılaşacağız. Ve o sofada bu ağacın sanki bir fotokopisi gibi ikizini göreceğiz! Anlatacaklarımın geri kalan bir bölümünü de orada anlatırım… Şimdi tırmanmaya devam dedim.
R:3
R:4 10 yıl sonraki gezimizde çektiğim fotoğraf
Ve işte geldik bile. Arkamız Palau Nacional’e ve Catalunya Sanatları Müzesine dönük. Önümüzde tüm güzelliği ile Plaça d’Espanya.
Sanki tüm alanı kucaklayacakmışım gibi kollarımı açıyorum. Yol arkadaşım öylece bir fotoğrafımı çekiyor. Hepimizin yüzleri gülüyor…
Şimdi iniş başlayacak. Sayıyorum. Aynı sayıda basamaktan sonra karşımıza o sofa çıkıyor. Ve o sofada bizi karşılayan bizim keçiboynuzunun ikizi. Evet, evet kendimle oynadığım kumarı, Rus ruletini ben kazandım.
Eğer İspanya benim bildiğim İspanya ise, İspanya hakkında duyduklarım doğru ise mutlaka o ağacın bir benzerinin burada olması gerekirdi. Eğer Batı Uygarlığı diye onca yıldır bize okuttukları palavradan ibaret değilse, estetik diye, simetri diye, proporsiyon diye onca yıldır öğrendiklerimiz hayal değil ise o ağacın tam tamına orada, sanki 10 yıl, 20 yıl önce ben dikmişim, bakımını ben yapmışım gibi tam orada olması gerekirdi. İspanyanın Goya’sı, Goya, Picasso’su Picasso, Cervantes’i Cervantes olmuş ise mutlaka bu disiplin içinde oldukları, yaşadıkları içindir. Evet, ben kazanmıştım. Ben değil dedemin dedesi Miletos’lu Thales kazanmıştı. Karia’lı Herodotos kazanmıştı. Herakleitos, Anagsagoras kazanmıştı. İzmirli Ömer kazanmıştı. Benim Anadolu’m kazanmıştı.
Sevgili okurlarım, bu keçiboynuzu da nereden çıktı demeyin. Onu ben çıkarmadım. O benim yoluma çıktı. Gelin bu ağacı ve meyvesini biraz daha yakından tanıyalım. Bu ağacın eski Latincedeki adı Cerotonia Siliqua. Botanikçiler, eczacılar onu hep bu isimle biliyorlar. Eski Yunancada bu ağaca keration deniyormuş. İngilizler carob, Fransızlar caroube, Araplar da kırat diyorlar. Biz ise bazen harup bazen harnup diyoruz. Ama daha güzel söyleyişle ona keçiboynuzu ismini veriyoruz. Aslına bakılırsa; bu ağacın, özellikle küçük fidanlarının düşmanı keçiler. Anlaşılan Akdeniz’in keçileri ağızlarının tadını biliyorlar. Ağacın hem yapraklarını, hem taze sürgün dallarını ve hem de ballı meyvesini öyle lezzetle yiyorlar ki; belki de o yüzden, belki de ağacın meyvesi keçinin boynuzuna benzediğinden bizim Anadolu’muzun insanı bu ağaca keçiboynuzu demiş, demiş çıkmış işin içinden.
Ama iş orada bitmiyor. Keration halen Yunan, Helen dilinde boynuz anlamına geliyor. Belki onlar da keçinin boynuzuna benzettikleri için keration dediler.
Bir de dilimizde kerata diye bir sözcük vardır. Bu kelime Yunanca’dan gelmiş, aslı keratas. Kerata yani boynuzlu kelimesi karısı tarafından aldatılmış erkek için küfür olarak kullanılmakta. Bazen de sevgi ile karışık bir sitem sözü (seni gidi kerata) olsa da kelimenin doğru anlam ilkidir.
Keçiboynuzu deyip de geçmeyin. Hele onu bir gram bal için onca keçiboynuzu yenir mi diye hafife almayın. Bu ağaç çok kutsal bir ağaçmış. Ağacın meyvesi öyle değerli bir besin ki; Yahya Peygamber ıssız çöllerde bu meyve ile karnını doyurarak yaşamını sürdürebilmiş. İşte o yüzden Avrupa’da birçok ülkede, İngiltere’de, Almanya’da Yahya Peygamberin ekmeği, yaban balı (Saint John’s Bread) diye anılmaktaymış.
R: 5
R: 6
Keçiboynuzu en çok Akdeniz bölgesinde yetişiyor. Tüm dünyada 118.200 hektarlık bir alanda bu ağaç yetişiyor veya yetiştiriliyormuş. Bu alanların % 57,5’i İspanya’ya aitmiş. İspanyanın da en kaliteli keçiboynuzları Catalunya Bölgesinin merkezi Barcelona’da. İşte gördüğümüz o iki ağaç, dünyanın en güzel iki keçiboynuzu ağacı (!)
Bir yılda tüm dünyada 300 bin ton üretim yapılıyor. Bunun yarısı İspanya’nın. Biz 6. sıradayız. İhracatta ise 4. sıradaymışız. Demek ki bu kadar güzel bir şeyi yemeyip satıyormuşuz (!)
Keçiboynuzu sadece kuruyemişçiden alınıp çerez olarak yenmekle kalınmıyor. Ondan Gıda endüstrisinde yararlanılıyor. Zamkı, sakızı stabilizör etkisinden dolayı dondurma üretiminde kullanılıyormuş. Domuz etinden yapılan salam için katkı maddesi görevi yapıyormuş. Keçiboynuzunun meyvesindeki şeker, şekerkamışından daha fazla dersem şaşırmayın. Çekirdeği alınmış meyvenin ağırlığının % 52’si şeker. Demek ki “ öyle bir gram bal” falan değilmiş. Keçiboynuzundan pekmez yapılıyor. Şurubu da çok güzel. İlk fırsatta bir deneyin bakalım, çok beğeneceksiniz. Adana-Kozan bölgesinde çok lezzetli ve sağlığa çok yararlı, bu vitamin değerleri yüksek, enerji kaynağı şuruplar ve pekmezler üretilip pazarlanmaktadır.
Unlu mamullerde (har-un) pasta ve çöreklerde katkı maddesi olarak kullanılıyor. Örneğin bisküvinin ufalanmasına engel oluyor. Sıkı durun, kibrit sanayinde de kullanılıyormuş. Diş macunu, jöle, tıraş sabunu ve losyonların yapımında koku verici olarak çok aranan bir ürün imiş. Bitmedi daha; kağıt, fotoğraf kağıdı ve fotoğraf filmi üretiminde, boya yapımında, otomobil cilasında da kullanılıyormuş. Başka kaldı mı diyeceksiniz. Keçiboynuzu kakao ve kahveye rakip. Onlardan üstün yanı kafein ve teobromin içermemesi, o nedenle kalp, mide ve sinir rahatsızlıkları olanlar için birebir… Keçiboynuzu çok şifalı bir bitki. Sindirim yolları bozukluklarında, diyarede, gastritte, karaciğer ve özellikle de akciğer, diş ve diş eti rahatsızlıklarında kullanılıyormuş. Nefes açıcı, balgam söktürücü özellikleri nedeniyle soğuk sıkma keçiboynuzu özütü birçok hekimin de hastalarına yaptığı öneriler arasına girmiş. Kolesterolü düşürücü, kas gelişimini güçlendirici doğal tonik etkileri varmış.
İtalyanlar bir de Amaro Nonino adıyla bir likör yapmışlar.
Eğer şu bizim boyalı gazetelerimizin, televizyonlarımızın o bilinen sayfalarını hazırlayanlar, programlarını yapanlar bunları bilseler hiç kuşkusuz keçiboynuzunun cinsel gücü de artırdığını ve hatta her gün sabah kalkar kalkmaz bir tane, yatmadan önce de bir tane yemenin ne kadar iyi geldiğini uzun uzun anlatacaklardır. Ama benim elimde bu konuda bir veri olmadığı için sizlere bir şey söyleyemeyeceğim.
Bu güzel ağacı anlat anlat bitmez. Siz en iyisi mi, şu bahar ayında gidin bir keçiboynuzu fidanı alın, uygun bir yerde, sokun toprağın koynuna. Yarın büyüyüp meyveye durduğunda, meyvesi balla dolduğunda yüzünüze güleceği günü bekleyin. . Belki de şu güzelim memleketimizde at izinin it izine karıştığı bu günlerde yapabileceğimiz en güzel, en anlamlı şey budur diye düşünüyorum.
Sevgili okurlar, yazının başlığı “İki Dirhem Bir Çekirdek“ ama daha biz henüz ne dirhemden söz edebildik ne de çekirdekten. Yalnız çekirdeği anlatabilmek için önce keçiboynuzunu anlatmamız gerekiyordu. Çekirdek, keçiboynuzunun meyvesinin içinde saklı.
Bu çekirdek başka çekirdeklere benzemiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun keçiboynuzunun çekirdekleri hep aynı ağırlıkta. Bitkinin bu özelliğini keşfeden insanoğlu bundan da yararlanmanın yolunu arayıp bulmuş. Bildiğiniz gibi Avrupa için Uzakdoğu ipek ve baharat, çeşit çeşit değerli taş ve maden anlamına gelmektedir. İşte bu nedenle Hint’ten, Çin’den Atlantik kıyılarına kadar kervan yolları yapılmış. Doğunun altını, pırlantası, yeşimi, kehribarı, safranı vb. değerli şeyleri tartılmak ister. Tartı işi de öyle göz kararı olmaz. Kimsenin kimseye hakkı geçmemesi gerekir. Bunun için sabit bir tartı birimine ihtiyaç var. İşte bizim keçiboynuzunun çekirdekleri burada da imdada yetişiyor. Örneğin Cordoba’da da tartsan, Tarsus’ta da tartsan bu elmas 125 çekirdektir veya 125 kırattır, vesselam.
Efendim, bizim Anadolu’da, Osmanlı’nın at koşturduğu o koca coğrafyada ağırlık ölçüsü olarak okka veya kıyye kullanılırmış. Bir okka bizim ağırlık ölçülerimize göre 1,282945 kilogram. Bu okkanın dört yüzde biri, bir dirhem oluyor. Yani 1,282945/ 400 = 3,2073625 gram bir dirhem ediyor.
İşte yazımızın başlığındaki dirhem bu dirhem. 1 dirhem = 3,2073625 gram.
Bir dirhemin dörtte biri, bir denk. Yani 1 denk = 3.2073625 x ¼ = 0.80184 gramdır.
Bir denkin de dörtte biri, 1 kırat . Yani bir kırat = 0.80184 x ¼ = 0.20046 gramdır.
İşte; yazımızın başlığındaki çekirdek, yani şu bizim keçiboynuzunun, harup veya harnup diye bildiğimiz ağacın meyvesinin içindeki çekirdek, İngilizce carob, Fransızca carobue, Arapça kırat’ın çekirdeği, antik Yunanca keration’un, boynuzun nücleus’u.
Şimdi de ne ilgisi var keçiboynuzunun çekirdeği ile iki dirhemin, kim getirmiş bunları yan yana dediğinizi duyar gibi oluyorum. Neyse sevgili okurum, biraz daha sıkalım dişimizi.
Antik çağlardan başlayarak günümüzden iki yüzyıl öncesine kadar insanlar devlete, devletin basacağı, bastığı kağıtlara, pek güvenememiş olacaklar ki; değerli madenlerden yapılmış sikkeleri kullanagelmişler. Lidya’lılardan, Hititlerden, Asurlulardan, antik Yunan’dan Romalılara kadar bir çok devlet önce altın, sonra gümüş ve daha sonra da bakır sikkeler bastırmış. Herhalde, tecim işini yapan insanlar giderek birbirlerine olan güvenleri arttığından değişim işini altın, gümüş, bakır derken artık banknot dediğimiz kağıtlarla gerçekleştirebilmiş. Şimdilerde ise sanal, kaydi paralar var. Tabi burada kayıt dışı ekonomi oluyor da niçin kayıt dışı para olmuyor diye benim gibi sizin de aklınıza münafık soruları gelebilir ama ben o konuları pek bilmediğim için sizlere inandırıcı cevaplar vermem mümkün değil. Bakır, nikel ve gümüş paralar günlük alışverişlerde kullanılmış, altın paralar ise genel olarak bir yatırım aracı olmuş. Bir de altın paraların ziynet olma özelliği var. Bu özellik bizim ülkemiz için bir hayli önemli.
Osmanoğulları 1299’larda gelmişler, Söğüt’ün oralarda bir beylik kurmuşlar. Daha sonra şansları yaver gitmiş, biraz da Tanrı baba “bunlara yürü ya kulum” demiş, onlar da Tanrının sözünden çıkacak değiller ya, yürümüşler, hatta bazen atlı bazen yaya hep koşmuşlar. Eğer Viyana önlerinde biraz yorulup durmasalardı, o hızla oradan Atlantik kıyılarına ve daha sonra da yaratana sığınıp bir güzel yeni kıtaya bile giderlerdi. Ama olmadı, olamadı…
Hepsi iyi güzel de değişen, gelişen ticaret hayatı içinde para denen şeye ihtiyaç duyulmaktaymış. Anadolu’dan, Trakya’dan, Bosna’dan gelen onca malı tartmak, un kapanında, yağ kapanında, bal kapanında istif etmek, daha sonra bunları tebaaya, memurin takımına ve ille de yeniçerilere dağıtmak gerekiyordu. Bu malların değişimi için para gerekliydi. Osmanlılar ilk dönemlerinde alışılanın tersine bakırdan mangırlarını ve gümüşten akçelerini bastırmış, altın sikke basmamışlar. Venedik’in dukası ile idare etmişler… Ama aradan yıllar geçmiş İstanbul fethedilmiş, devletin sınırları iyice genişlemiş dukaya muhtaç olmak devletin başındakilerin ağırına gitmeye başlamış. Fatih Sultan Mehmet, çağı bile değiştirmiş bir adam, elin dukasını kullanacak değil ya … 1477 yılında yani kuruluştan başlayarak tam 175 yıl sonra vezirini vüzerasını topluyor. Derhal bana bir sikke basıla diye ferman buyuruyor. Sadrazam sağ eli sol elinin üzerinde ve her iki eli de göbeğinin üstünde, huzurdan geri geri giderken Ulu Hakanımız sesini bir kere daha akort edip bu sikke bundan böyle sultani olarak anılacaktır, bu böyle biline diye tembih ediyor. İşte bizim ilk altın sikkemizin öyküsü böyle başlıyor. Para basmak devletin en önemli özelliklerinden birisidir. Eskiden devlet demek baştaki kral, hakan, imparator demek gibi bir şeymiş. Onun için padişahlar tahta yeni çıktıklarında bir miktar para basmayı ihmal etmemişler. Mecit basar da Aziz durur mu, Hamit ondan aşağı mı kalır, peki bu Abdül’lerden Reşat’ın nesi eksik?
Eskiden padişahların parası vardı, şimdi paranın padişahlığı var.
E… devir değişti, olacak o kadar!
Fatih, bu altın parayı basmış ama yeniçerisinin, memurunun hizmetlerinin karşılıklarını gümüş akçelerle ödemiş. Daha sonraları devletin gelirleri giderlerini karşılamayıp bütçesi açık vermeye başlayınca haznedar akçenin içindeki gümüşün miktarını düşürmeye başlamış. Memurin takımı o zamanlar da pek sesini çıkaramıyormuş ama yeniçeriler kül yutan takımından değil, işte o yüzden iki de bir kazan kaldırmışlar. Şimdinin Maliye Bakanları ise biz memuru, işçiyi, emekliyi enflasyona ezdirmeyiz deseler de kimse inanmıyor.
Yıl 1838, Balta Limanı anlaşması imzalanıyor. Şimdinin İMF’si ile yapılan stand by anlaşmaları gibi bir şey. Osmanlı ilk kez borçlanıyor. Osmanlı hükümdarları hallerinden memnun 1839 yılının bir Kasım günü Gülhane Parkına gidip Hatt-ı Hümayun’u, Tanzimat Fermanını okuyorlar. Bozuk, dağınık olan memleket ahvali tanzim olunacak! ‘Batılılaşma’ harekâtı revaçta. Artık Padişahımıza bu yeni dönemimiz için yeni bir para gerekir? Fatih’ten başlayarak 250 yıl boyunca küçük darphanelerde, elde dövüle dövüle yapılan altın sikkeler pek de öyle güzel değildi. Hani altın olmasa “- aman sen de “ deyip geçersin. Daha sonra Avrupa’dan mekanik bazı aletler getirtilse de pek öyle güzel bir sonuç alınamadı. Yıl 1844’ lere ulaşınca dönemin para babası bankerleri Osmanlı’ya borç verirken bir yandan da buharla çalışan para basma makineleri satmışlardır. 1850’ li yıllara gelince borç artık vak’a i adiye gibi olmaya başlıyor. Hoop bir ferman daha 1856 Tanzimat işe yaramadı, gelsin Islahat.
Rumi 1260, miladi 1844 yılında Sultan Abdülmecit tarafından İstanbul’da Arkeoloji Müzesinin yanında bulunan Darphanede buharlı makineler ile bastırılan bu ilk Osmanlı Lirası öncekilerden çok farklı idi. O zamanın İstanbul’unda oturan ahali bu altın lirayı görünce; bu ne, bu ne diye birbirlerine sormuşlar. Bir karara varamadıklarından Darphanenin başındaki muhtereme gitmişler aynı soruyu ona da sormuşlar, bu nedir? Aldıkları cevap “iki dirhem bir çekirdek” olmuş. Duyan duymayana anlatmış, bu paranın adı iki dirhem bir çekirdeğe çıkmış.
Yukarda dirhemi anlatmıştık. Bir dirhem 3,2073625 grama eşittir. Bir çekirdek ise yine yukarda hesap ettiğimiz gibi 0,20046 gramdır. Demek ki iki dirhem bir çekirdeğin gram olarak değeri (3,2073625 x 2 ) + 0.20046 = 6.615185 gramdır.
Evet, 1844 yılından bu yana bastırılan tüm altın liraların ağırlığı hiç değişmemiştir. Hepsi 7,216 gramdır. Yani Sultan Abdülmecit’in iki dirhem bir çekirdeği de Aziz, Hamit ve Reşat altınları da hepsi 7,216 gramdır. Dahası bu kural Cumhuriyet döneminde de aynen devam etmiş Ata lira olarak bilinen meşkûk altınımız da aynı ağırlıkta yapılmış.
R: 6 Mesûk (ziynet) altınlarımız.
Yukarıdaki iki rakam arasında fark olduğu doğrudur.
6.615….. ve 7.216
Elmas ve diğer değerli taşların tartımı kırat ile yapılır. Örneğin 18 gram ağırlığındaki bir elmasın kırat veya karat olarak değeri 18/0,20046 = 89,79 yani 90 ‘dır. Yani bu elmas 90 kıratlık, karatlık bir elmastır.
Altın saf olarak çok yumuşak bir madendir. Onu örneğin bir ziynet eşyası olarak kullanabilmek için içine bir miktar başka maden katılması gerekmektedir. Eğer altının içine gümüş katılırsa sarı altın, bakır katılırsa kızıl, turuncu, platin veya nikel katılırsa beyaz altın olur. Altının içine paladyum gibi madenler de katılmaktadır. İşte, bir kütlenin içindeki altın miktarı, altın diye söylediğimiz o kütlenin saflık derecesi, onun karat değeri veya ayarı demektir.
Almanların Euro’dan önce kullandıkları para birimi bildiğiniz gibi Mark’tır. Mark ilk başlarda yaklaşık 4,8 gram imiş. Bu da yaklaşık bizim 24 kırata, karata denk geliyor. 1875 yılında Paris’te bir Konvansiyon toplanıyor. Toplantıda Metrik sistem konuşuluyor ve uluslararası düzeyde bağlayıcılığı olan kurallar alınıyor. Saf, pür altının 24 kırat olduğu kabul ediliyor.
Şimdi elinizde tuttuğunuz alyansınız, diyelim ki 20 gram geliyor. Bu yüzük içinde bir miktar gümüş veya bakır ya da başka bir madeni de barındırmaktadır. Yine diyelim ki en başından beri yüzük yapılırken siz bu ömür boyu takacağınız yüzüğün yapımını görmek istiyorsunuz. Tamamen saf altın madeni raftan alınıp tamı tamına 40 gramı tartılıyor, ısıtılıyor, bir potada ergitiliyor. Altına şekil verilemesi için sizin yüzük ustanız potaya bir miktar başka bir maden daha ekleyecek. Size sordu siz de biraz daha titiz davrandınız ve usta gel, sen buna platin ekle dediniz. Usta sizin sözünüzü dinledi ve 5 gram platini potaya boca etti. Ne oldu? Altın yine altın ama artık saf bir altın değil. Karışık bir altın. Peki, ne kadar karışık? 40/45 oranında platin karışık bir altın. Başka bir anlatımla elimizdeki altın 24 x 40/ 45 = 21.33 ayar bir altındır.
Gelelim bizim ziynet altınımıza yukarda söylediğimiz gibi bu altınlar 7,216 gramdır. Ve bizim tüm bu meskûk altınlarımız 22 ayardır.
24 ayar ile 22 ayar altının karşılaştırılmasında kuyumcular bu oranı milyem olarak ifade etmektedirler. 22/24= 0,91666 milyem.
Bu durumda elimizdeki ziynet altınının ne kadarı (saf) altındır.
7.216 x 0.91666 = 6.4146666 gram veya,
7.216 x 22/ 24 = 6.6146666 gramdır.
Yukarda iki dirhem bir çekirdeği biz 6,615185 olarak bulmuştuk.
Aradaki fark sadece 6,615185 – 6,614666 = 0.000519 ‘dan ibarettir. Bu fark da 1875 Paris Konvansiyonu tarafından ortadan kaldırılmış, yok sayılmıştır.
Laf lafı açıyor ama ben daha fazla uzatmamak için lira, liret, dolar, sikke, mangır, metelik ve benzerlerinin kökenlerine burada girmek istemiyorum. Onları da ayrı bir başlık altında irdelemeye çalışırız.
Sevgili okurlar, keçiboynuzunun ve iki dirhem bir çekirdeğin, öyküsü kısaca böyle. Hiç düşündük mü, böylesine derin bir kültür başka hangi coğrafyada var? Bu coğrafya bizim. Bu coğrafyadaki gelmiş, geçmiş ve halen yaşanan tüm kültürler bizim. Öylesine iç içe girmiş, öylesine birbirini etkilemiş ve birbirini değiştirmiş ki buna bazılarının söylediği gibi mozaik falan demek doğru değildir. Mozaik deyince, hani şöyle kuvvetlice bir vursan, insanın aklına tüm parçalar geldikleri yere geri gideceklermiş gibi geliyor. Yukarda dilimizin döndüğünce açıklamaya çalıştık, iki dirhem bir çekirdek’in fiziki görünüşü güzel bir tasarım ama kimyasal yapısı da güzel ve değerli bir alaşımdır. Bu ziynet altınındaki gümüşü, bakırı, altını sonradan ayırabilirsiniz ancak iki dirhem bir çekirdek’in ne çekirdeğini ne dirhemini ne yaparsanız yapın birbirinden asla ayıramazsınız. İşte o öylesine bir alaşımdır ki yeryüzündeki en güzel örnekleri Anadolu’ya özgüdür. Öylesine iç içe girmiş ki! Artık ona ne dirhem ve ne de çekirdek diyemezsiniz. Zamanla çekirdek de unutulur, dirhem de ama iki dirhem bir çekirdek kalır. İyi giyinmiş, özenle taktığını, takıştırdığını kendisine yakıştırmasını bilmiş bir kimseyi görünce yüzümüzün tüm kasları gevşemiş bir şekilde ona iki dirhem bir çekirdek gibi olmuş demez miyiz? Keration da kerata da, harnup da, iki dirhem bir çekirdek de bizim. Onları koruyalım, seve seve kullanalım. Son 50 yıldır bu değerlerimiz unutturulmaya, neo-liberal sistemin tek boyutlu insan tipi dayatılmaya çalışılmaktadır. Hayat hamburger yiyip, coca-cola içmekten, sabun köpüğü gibi Hollywood filmlerini seyretmekten ibaret değildir.
Sevgili okurum, şu güzelim Anadolu’muzun sesine bir kulak verir misiniz ?
Yar saçları lüle lüle
Yar benziyor beyaz güle…
Bu lüle ne lülesi, hiç düşündük mü? Efendim; Anadolu’da su kaynağının debisinin ölçülmesinde birim olarak lüle kullanılmış. Bir lüle yaklaşık olarak 26 milimetre çapında bir borudur ve saatte 36 litre su akıtır. Bu lülenin bir günde akıttığı su 36 x 60 x 24 = 51.840 litre yani yaklaşık olarak 52 metreküptür. Eskiden Taksim’de, Taksim’in makseminde, sular idaresinde sular kente böyle dağıtılırdı. Bilmem hangi beyin, hangi ayanın evine kaç lüle su verileceği burada planlanıyordu. Şimdi İstanbul Taksimde ve başka her yerde mekanik, elektronik ve hatta dijital sayaçlar kullanılıyor ama bizim lülemiz hala yaşıyor. Anadolu’muzun bir köyünde bir delikanlının ağzında çiçekleniyor. Delikanlı sevgilisinin omuzlarına inen saçlarını lüleden akan suya benzetiyor. Aşk budur. Aşk daha güzel nasıl anlatılır?
Onlar manava gittim iki kilo pırasa aldım, yanına bir kilo promosyon patates verdiler diye cıyaklayarak müzik yaptığını zannededursunlar. Biz türkümüzü söylemeye devam edelim.
O yar benim hayatımdır.
Ölürüm de vermem ele…
Yar yar aman… yar yar aman…
Yar yüreğim oldu……………………….
Saygılarımla…
Ali Can Polat
07.03.2006
Kaynakça :
1-www.barcelona-tourist-guide.com
2-Schmucklexion von prof.Leopold Rössler/-www.beyars.com/lexion
3-www.dergi.ormuh.org.tr/20054sy/harnup.htm
4- www.cinetarim.com.tr/dergi/arsiv57/
sekrorel105.htm
5-www.vagon.com.tr/keçi
6-www.fao.org
7-T.E.A.E.-Bakış Haziran-2003 Sayı 3
nüsha 5 Dr.R.Tunalioğlu,Y.Doç.Dr.M.T.Özkaya
8-www.infoTurkhish.com // Osmanlılarda Altın Paralar
9-Yapı Kredi Bankası Yayınları// Osmanlılarda Madeni Paralar.
10-www.Turkhishtime.org/sector_2/print/86_trp.asp –Prof. Dr. Şevket Pamuk
11-www.madolyon.gen.tr.- Avni Özgürel
12- Meydan Larousse/ Dirhem,Kırat,Keration,Keçiboynuzu,Harnup-harup,
Kerata vb. maddeleri.
13- TDK sözlüğü
14-Osmanlı Ölçü Birimleri
15-Ali Püsküllüoğlu Sözlük Seti
16-www.milliyet.com.tr/1997/10/19t/yazar- Zülfü Livaneli
17-www.blogcu.com/dilara45/286324/-12 k-Zülfü Livaneli
18-www.sevde.de/İslam_Ans/K/K2 – Mamdi Döndüren
19-darphane.gov.tr//Cumhuriyet Altınları
20-İKO İstanbul Kuyumcular Odası Web Sitesindeki bilgiler.