ŞERİAT

 

ŞERİAT

Şeriat herhangi bir dinin hükümleri, ahkâmı, kurallarının toplamı olarak tanımlanabilir. Bu anlamda Yahudi, Hıristiyan ve İslam’ın her birinin ya da Zerdüşt dininin her birinin başlı başına bir şeriatı vardır. Bu hükümler bazen birbirleriyle örtüşmekte ve bazen de biri diğerine ters düşmektedir.

Şeriat kelimesi şer kökünden türetilmiştir, çoğulu olan şerâi ve şir’at sözcükleri olup canlıların su içilen bir akarsu ve bu suya giden yolları ifade etmektedir. Meşra, meşraa ( yol, su yolu, su oluğu) gibi kavramlar yukarıda sözünü ettiğimiz bu iki kavramla ilgilidir.

Sümercede šer sözcüğünün karar vermek, bağlamak veya bağlanmak, bir yola girmeye karar vermiş olmak anlamında kullanıldığı dilbilimciler tarafından kabul edilmiştir.  Akatçada ešerum da düzeltmek, yoluna koymak, yoluna girmek sözüne kaynaklık etmiştir. Bu araştırmalar da günümüzde telaffuz edilen şeriat sözüne temel oluşturmaktadır.    

Sümercede šer sözcüğü suç, cinayet, eziyet veya ceza anlamlarında da kullanılmıştır. , Aynı anlam Akatça šertum sözünün kullanılmasına yol açmıştır.
Sümerce šer ve Akatça ešerum İbranicede karşımıza şeriyah olarak çıkmaktadır. Bu sözcük Tevrat’ta birçok yerde geçmektedir.

Şimdi günümüze dönelim. Şeria Nehri ya da Ürdün Nehri/ Jordan Riwer veya Erden Nehri, Orta Doğu’da Ürdün Vadisi boyunca akan ve Lût Gölü’ne dökülen bir nehirdir. 251 kilometre uzunluğundadır.

Şeria, açık ve seçik bir gerçek olarak karşımızda duran bir akarsu olduğuna göre şeriat sözcüğünün de bu akarsuya, Şeria’ya giden yol /şeriyah olduğunu söylemek çok aykırı bir görüş değildir. O Şeria veya Ürdün/ Erden Nehri ki Ortadoğu’nun can damarı olup Arap-İsrail kavgalarının özünü oluşturur. Şu an Filistinlilerin kontrolü altındaki Batı Şeria bölgesi aynı zamanda üç semavi dinin anlatımlarındaki olayların geçtiği yerlerdir. Bu nehir, Jordan River dünyanın dört bir yanından vaftiz için gelen Hristiyan hacı adaylarının uğradığı ve Holly Route üzerinde bulunan kutsal bir yerdir.

Bu üç dinin büyüklerinin Şeria’ya giden yolun güvenliği ve aşiretler arasında adil kullanımını sağlamak için kurallar koydukları ve bunların adına şeriat dediklerini söylersek çok yanlış bir şey söylemiş olmayız.  

Şeria (+ t ) bizi günümüzde konuşulan şeriat kavramına taşımaktadır.

Mezmurlarda, 78/1’ de Yakup tanıklık etti, bir şeriat koydu denmektedir. 78/5 te de bu emirleri oğulların da öğrenmesi gerektiği söylenmiştir.
 

Şr’a kökü, bize su kaynağına götüren yol anlamına gelen şarî sözcüğünü anımsatmaktadır.

Meşra, meşâri Arapçada yol, tarik, rah ve su oluğu anlamlarına gelmektedir.

Meşārib ve meşrub, şerbet ve şurup sözcüklerinin hepsi içecek şeyler anlamına gelmektedir. Aynı şekilde şarap (şerab) bu kökten türetilmiştir.

Meşreb, meşârib, şarib sözcüklerinin de a) içecek, b-huy, ahlak anlamlarına geldiğini sözlük taramalarından öğrenebiliyoruz..

Aynı kökten türemiş olan meşru/geçerli saygın terimine ulaşılabiliyoruz.

Şart ve şerait: Koşul ve koşullar, kurallar anlamına gelmektedir.

Şer’an (ﺷﺮﻋﺎً) zf. (Arapça şer, şerîat’ın tenvinli şekli olup söylenişi şer‘an’ dır.  Şerîat bakımından, şerîata göre, şeriata uygun olan demektir.

Şer’i  sözcüğünün anlamı da şer’an gibi “şeriata göre” veya “şeriata uygun” demektir.

Şerayî ﺷﺮﺍﻳﻊ)  Arapça bir ad olup şerі‘at’ın çoğul şeklidir. Şerāyi‘, Şerîatlar, şerîat hükümleri demektir.

Dilimizde ve başka dillerde şrr, şırr, şar şar, şır şır, şırıl şırıl veya şarıl şarıl gibi nitelemeler, ekler de fonetik çağrışımlarla suyu, suyun yağmurun akışını, yağışını akla getirmektedir.

Aynı şekilde teşrii sözcüğü de yakın zamana kadar dilimizde yasama, yasa yapma anlamına kullanılmıştır.
Teşrîîmasûniyet: Yasama, milletvekili dokunulmazlığı anlamına gelmekte olup yakın zamana kadar dilimizde kullanılmıştır.

Zaman içinde toplumda ve toplumlar arasında ekonomik ilişkiler ve ticaret geliştikçe nelerin meşru, caiz olacağı veya olmayacağı bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in ve aynı şekilde yakın coğrafyadaki Zerdüştlerin ayrı ayrı şeriatları ve şeriat kuralları ortaya çıkmıştır. Bu kuralların toplanması ve yorumlanması, uyuşmazlık halinde hangi kurala göre hareket edileceği, bu işlerle görevli âlimler tarafından geliştirilmiş ve hakem heyetleri, mahkemeler kurulmuştur.
 
NOT: Şeriat sözcüğünün etimolojisi ve tarihsel köklerini araştırırken tarafımdan TDV İslam Ansiklopedi yazarlarından, adı geçen sözlüklerden ve http://aksozluk.org/seriat sitesinden yararlanılmıştır.

TDV İslam ansiklopedisine göre: Şeriat  الشريعة İslâm’a ait dinî, ahlâkî ve hukukî hükümler bütünü anlamında kullanılan bir terimdir.
Aynı kaynağa göre şeriat kurallarını koyan, hâkim olan Allah’tır. Buna şâri الشارع denmektedir.
Şer’i  شرعى sözcüğü de şeriata uyan, şeriata uygun olan anlamlarına gelmektedir.
Şeriat (Arapça: شَرِيعَة, şarīʿa), Kur’an âyetleri ile Muhammed’in söz ve fiillerinden oluşan naslardan âlimler sınıfının (Fukaha) fıkıhçılaran çıkarımları, (istinbat) (kuyudan su, sözlerden anlam çıkarma) ile oluşturulan dini kanunlar toplamıdır. İslam’da ibadetler (farz-vacib kabul edilen), muameleler ve cezalarla ilgili tüm kavram ve kuralları kapsar.

Sözlükte “bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek” anlamlarındaki şer‘ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi‘) ve şir‘at kelimeleri “insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” mânâlarına gelmektedir.

Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugât’ında (s. 1157) şeriat sözcüğünün Arapça şer ve şerai’den türetilmiş olduğu 1) doğru yol, 2) Allah’ın emri 3) ayet, hadis ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan din kaideleri olduğu açıklanmıştır.
İcmâ i ümmet:  Aynı asırda yaşayan İslâm müctehitlerinin Kur’an ve sünnette belirtilmemiş olan şer’î bir meselede ittifak etmeleridir. “Dört olan şer’î deliller Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır.

İlhan Ayverdi’nin dijital Kubbealtı Sözlüğünde şeriat (ﺷﺮﻳﻌﺖ) i. (Ar. şer‘ “yol açmak, kānun koymak”tan şerі‘at) 1. Açık, doğru ve düz yol. 2. Herkesin uyması için konan her çeşit kural, kānun, yasa, düzen ve nizam olarak açıklanmıştır.

Şemseddin Sami’nin Kâmûs-ı Türkî’ sinde  (s. 608) şerî’at Sözcüğünün Arapça ve çoğulunun da şerâyi olduğu belirtildikten sonra Arapça terimler arasında şerî’a olarak görüldüğü yazılmaktadır.  1) doğru yol, tarik-ı müstakîm (doğru yol), 2) kânûni-i İlâhi, bir kavm ve ümmetin idâresi için evâmir(emirler) ve nevâhi-i İlâhiyye’ye (nahiyeler) müstenid (dayanan) kânûn-i Celil (doğa yasası) , Şeriât’ı Mûsâ, (belirlenen şer’ia)  şeriatı Muhammediyye,(peygamberce konan kurallar) 3) bilhassa âyât-ı Kerîme ve ehâdisî Nebeviyye ile kîyas ve icmâ-ı ümmet ve ictihad-ı e ‘ imme-i izam erkân üzerine müesses olan kânun-ı İlahî, şer’i şerif, şeriatı garrâ, şeriatı İslâmiyye anlamlarına geldiği açıklanmıştır.

Şeriat sözcüğünün anlam ve etimolojik köklerine ilişkin bilgiler bunlardan ibaret değildir. Ancak bu kadarı bile bizim için yeterlidir.

İslam hukuku bilginleri, din ve şeriata ilişkin çok farklı yorumlar yapmaktadırlar. Bazılarına göre din her alanı kapsamaktadır. Bazıları ise din ile şeriatın farklı şeyler olduğunu öne sürmektedirler. Bunlara göre Kur’an’ın Mâide suresinin 5/48 ayetinde  ( Elmalılı Hamdi Yazır (s. 71) inanç ve ahlak esaslarıyla temel hükümleri ifade eden din tek şeriatlar farklıdır denmektedir. Biz her biriniz için bir şeriat, yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Bunların dışında kalan kimi bilginler ise şeriat alanının kısmen dinden bağımsızlığını ve sosyokültürel alanı kapsadığını söylemektedirler.
Bilim ve teknolojideki baş döndürücü ilerlemeler ister istemez kimi İslam düşünürlerini arayışlara yönlendirmiştir. Bu düşünürler insanlar arasındaki ilişkilerden insan tanrı arasındaki ilişkileri bir birinden ayırmak gerektiğini söylemektedirler. Bunların karşısında olanlar ise insanın bilme yeteneğinin Allah’ın peygamberler aracılığı ile insanlara ilettiği bilgileri doğru anlamak ve kavramakla sınırlı olduğunu, aksi yönde düşünmenin Allah’ın birliğine, tekliğine ve büyüklüğüne karşı şek ve şüphe uyandırmak ona şirk koşmak anlamına geldiğini iddia etmektedirler. Bu tarzda düşünenler bilimin gelişmesine geri kalmasına engel olmakla kalmamışlar, bulundukları toplumun da geri kalmasına neden olmuşlardır. Ayrıca yaşadıkları toplumda barış ve huzura büyük zararlar vermişlerdir.

Din ve şeriat arasında fark görmeyenleri biraz daha yakından tanıyabilmek için Osmanlı dönemine bakmakta yarar vardır. Avrupalıların kendisine Soliman le Magnifique adını verdikleri Sultan Süleyman’ın en önemli özelliği “Kanuni” unvanıdır. Hiç kuşkusuz ona bu unvanı kazandıran şeyhülislam Ebusuûd efendidir. Bu şeyhülislam “kanun ile şeriatı birleştiren” bir devlet adamı olarak Hanefi fıkhına ve Osmanlı Hukuk düzenine yeni bir yorum ve düzenleme getirmiştir. Sonuç olarak padişahın her fermanı bir kanun ve çıkardığı her kanun da şeriat olmuştur. Başka bir anlatımla tüm iktidarı elinde tutan padişah her türlü hukuk uyuşmazlığında uygulanacak yasaları kendisi koymakta ve bu yasaların meşruiyetini de Tanrı olarak ilan etmektedir. Ne yazık ki; tarih ne Ebussuûd efendiyi ve ne de Kanuni Sultan Süleyman’ı haklı çıkarmamıştır. Akla ve bilime ters düşen karar ve uygulamalar ile coğrafyanın ilk ve en önemli haritalarından birini yapmış olan Piri Reis’in kıymetini bilememişler ve Kahire’de asmışlardır. Akıl ile bilim ile değil kılıç zoru ile elde ettiği zenginlikler de zaman içinde birer ikişer eriyip gitmiştir.

Hoca Saadettin ile Sokullu Mehmet Paşa’nın desteği ve Padişah III. Murat’ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında bir gözlemevi (Dar-ü’r Rasad-ül Cedid) kurulmuştur. Takîyüddîn yönetimindeki bu gözlemevinde şeriata aykırı olarak Allah’ın işlerine karışmak anlamına gelen şeyler yapıldığı ve ayrıca meleklerin bacaklarının seyredildiği iddia dönemin uleması tarafından iddia edilmiş ve bu bilim yuvası 1580 yılında topa tutularak yıkılmıştır.

Din ve bilim arasındaki bu çekişme yalnızca İslam dünyası ile sınırlı değildir. 1600 yılında Giordano Bruno’nun diri diri yakılmasını anımsamak yeterlidir.

Galilei Galileo’nun Roma Engizisyon Mahkemesinde 1615 tarihinde yargılanmasının başlıca nedeni bu bilim insanının Kilisenin söylediğinin aksine astronomik bilgiler vermesidir.

Polonyalı bilim insanı, astronom Kopernik’in bilime yaptığı katkıların en büyüğü, devrim niteliğindeki evren modeliydi. Kopernik döneminde Kilise dünyanın sabit olduğunu, çevresinde bulunan yıldızların, ayın ve güreşin onun çevresinde döndüğünü söylerken Kopernik bunun tam aksini söylüyordu. Ancak bu düşüncesini açıklamaktan çok korkuyordu.  Bu yeni bir çığır açan (De Revolutionibus Orbium Coelestium) düşüncesini ölmeden 3 yıl önce 1543 tarihinde açıklayabilmiştir.

Hangi din olursa olsun önce bazı kurallar koyar, bazı söz ve eylemleri uygun bularak yapılmasını emir haline getirir. Bazı söz ve eylemleri de yasaklar. Emirlerin yerine getirilmesini sevap, karşı çıkılmasını günah olarak nitelendirir. Ortadoğulu üç büyük din, semavi, göksel, İbrahîmî dinler, insanlar öldükten sonra mahşer gününde kıyam edeceklerini, dirileceklerini ve ahiret günü tüm söz ve eylemlerin büyük bir mahkemede, mahkeme-i kübra’ da değerlendirileceğini söylemektedirler.  Yargılama sonucuna göre kimi insanlar cehenneme gönderilip cezalandırılacaklar, kimi insanlar da cennete gönderilip sonsuz bir mutlulukla ödüllendirileceklerdir.  Bu üç dinin peygamberleri bu işleyişi aşağı yukarı benzer şekillerde ifade etmişlerdir.

Kutsal kitaplar böyle söylemekle birlikte insanlar dünyada birbirleriyle olan ilişkilerinde büyük sorunlar yaşamaktadırlar. Yaşamlarını sürdürmek için üretirken de üretilen şeyleri bölüşürlerken de yaşadıkları sorunları çözebilmek için aralarında kurallar koymak zorunda kalmışlardır. Bu kurallar en başta hukuk kurallarıdır. Kimin hakkı nerede başlayıp nerede sona ermektedir? Bunu önceden kabul ettikleri hukuk kurallarına göre belirlemektedirler.

Konunun diğer ayrıntılarını dışlayıp basitleştirirsek dinin de hukukun da toplumun yadsınamayacak iki gerçeği olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısı ile iki tür kurallar topluluğu kendiliğinden oluşmaktadır.

Din kuralları açıkça yargılamanın kıyamet sonrasında, Mahkeme i Kübra’da yapılacağını söylemektedir. Kur’an’a göre Allah ‘benim karşıma kul hakkı ile gelmeyin’ derken kulların dünyada hak, alacak verecek işlerini kendilerinin çözümlemelerini öngörmektedir. Yani din muamelat kısmına ilişkin sorunları insanların yarına bırakmamalarını, burada çözümlemelerini öngörmektedir. Dinler kul ile yaratan arasındaki ilişkiler nedeniyle yani ibadet konusunda insanları gelecek dünyada yargılayacak ve bu yargılama sonuçlarına göre cezalandıracak veya ödüllendirilecektir.

Şeriatı Allah’ın insanlar arasındaki ilişkilerde koyduğu emir ve yasaklar olarak anlamak ve uygulamak çok doğru değildir. O bu kuralları peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmiş ve insanları düşünce ve eylemlerinde serbest bırakmıştır. Bu dünyada insanların cüz-i iradeleriyle a) hayır hasenatta bulunma, sevap kazanma veya b) günah işleme özgürlükleri ( ! ) vardır.  Her şeyin sahibi ve her şeye kadir olan Allah’ın bu dünyada kullarına günah işletip sonra gelecek dünyada onları yargılaması akıl ve mantığa, eşyanın tabiatına uygun değildir. İnsanların aralarındaki ilişkilerde sorunlarını belirleme ve çözmede kendi başlarına kurallar koymaları ve bu kurallara aykırı davrananları yargılamaları en doğal olan yol ve yöntemdir.

Hiç uzatmaya gerek yok, bu iki konuyu birbirinden ayırmanın adı laikliktir.
a)Tanrı ile insan arasında ilişkiler insanın iç dünyasında başlayıp bitmektedirler. b)Dünya işleri de diğer insanların insanlarla konuşup tartışarak, anlaşma olmaması durumunda mahkemelerde yargıçlara başvurarak çözümlemelerini gerektirmektedir.

Bu yargılamayı Allah adına yapmak veya yapıyor görünmek başka amaçlara hizmet etmektedir.
Dünyada yaşayan ve yok olup giden sayısı belirsiz din bulunmaktadır.
En azından Hz. İsa’nın, Hz. Musa’nın ve Hz. Muhammed’in tanrıları aynı tanrı, aynı Allah olduğuna göre bu ortak gücün birbirinden farklı kuralları ve şeriatları olamaz. Bu karşılaştırmanın ortak noktası (asgari müştereği) bu dinlerin ibadetlerinde uygulayacakları kurallar aynı ama muamelatta uygulayacakları kuralların farklıdır.  Yaşam pratiğinde bu görüş doğrulanmıştır. Her üç din tanrının varlığı, birliği ve büyüklüğü konularında birleşmekte örneğin domuz etini iki din yasaklarken bir tanesi serbest bırakabilmektedir.

Her din bizim kurallarımız en iyisidir demektedir. Kaldı ki aynı dinin içinde de değişik, klikler, hizipler, mezhepler, olmadı cemaat ve tarikatlar bulunmaktadır. Yalnızca ülkemizde birçok mezhep ve sayısı yüzlerle ifade edilen tarikat ve cemaat vardır.
Birine göre doğru olan diğerine göre yanlıştır. Bu din veya mezheplerden birinin benimki doğrudur, diğerleri yanlıştır demesi ve bu düşüncesini başkalarına dayatması ise, sonuçta kanlı savaşlara neden olmaktadır.
Hz. Muhammed öldükten sonra halife olan ilk dört kişiden üç tanesinin öldürülmesinin nedeni nedir? Sıffin savaşının, Kerbela olayının, Haçlı seferi olarak adlandırılan savaşların, sayısı belirsiz din-mezhep kavgalarının sonucunda elde edilen nedir?  Protestanlık olarak adlandırılan mezhebin ortaya çıkış nedeni nedir. Dinde reform hareketlerinin amaçları neydi? Bütün bu savaşların hepsi din ve o dinin kurallarının, şeriatının uygulanması için olmuştur.
Daha doğrusu bu uyuşmazlıkların kaynağı din olmayıp toplulukların ekonomik çıkarlardır. Uyuşmazlıkların çözümü ise tarih boyunca zor ve şiddet kullanarak, silahla-savaşla çözülmeye çalışılmıştır. Dinler ise bu gerçeği örtmek için bulunan bir kalkandır. Bu gerçeği tüm toplumbilimcilerin asla gözden uzak tutmamaları gerekmektedir. Aksi halde sonu gelmez tartışmaların içinde boğulup kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız.

Bu dinler doğduğunda bir tane peygamberi vardı, hiç birinin mezhebi, cemaati ve tarikatı yoktu. O zaman bu dinler işleri bu haliyle güle oynaya yürütürlerken ne oldu da peygamberleri öldükten sonra birçok tarik, yol ortaya çıktı. Doğru, gerçek veya hak bir tane olup o bir yerlerde tahtında oturmaktadır. O’ na ulaşmak için 360 derecelik açılarla 360 ayrı yöne giden yolların hepsi veya birkaçının doğru olması asla söz konusu olamaz.

Din kuralları yine o dinin kutsallarına göre dogmalardan, naslardan oluşmaktadır, değişmezler.  Oysa dünyadaki insan ilişkileri sürekli değişim halindedirler. En yenisi 1400 yıl öncesine ait olan kuralların bugün de geçerli olabileceğini düşünmek hayatın kendisine aykırıdır. Bu deyim yerindeyse sürekli büyüyen, gelişen oğlunuza veya kızınıza 5 yaşında aldığınız elbiseyi ısrarla ve inatla giydirmeye benzer.   Sonuçta giysi patlar, yırtılır ve çocuk da giysisiz kalır. İstenen sanırım bu değildir.

Şeriat tanrının kutsal ayetlerinden, hadislerden, sünnetten ibaret değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi şeriatın dört ana bileşeni: Kur’an, hadis, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Uygulamada icma ve kıyas şer’i hükümlerin çok büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Kuran ve sünnet adeta bir referans kaynağı olarak kalmaktadır.
Şeriat heveslilerinin bilmesi gereken en önemli şeylerden bir tanesi şeriat ile İslam’ın aynı şeyler olmadığıdır. İcma ve kıyas bir zorunluluktan doğmaktadır. Kur’an yani tanrı buyruğu, peygambere indirildiği ana uygun, o tarih için geçerli hükümler olabilir. Kaldı ki; Kur’an’da bile birçok ayet sonradan gönderilen ayetlerle değiştirilmiştir. Bu değişim, değişen koşullara uyum sağlanabilmesi içindir.

Kur’an Hz. Peygamberin ölümünden çok sonra Mushaf haline getirilmiştir. Kitaplaşma sürecinde bile tam olarak yazılamadığı iddialar arasındadır.
Kur’an’ın indirilmesi tamamlandıktan sonra da değişim devam ettiğinden sorunlara çözüm bulabilmek için Kur’an ayetlerinin yorumlanması, hadislerin sınıflandırılması, sahte ve sahih olanların ayrılması zorunlu hale gelmiştir.

İnsanlar arasındaki her türden ilişkilerde yeni durumlar ortaya çıkmıştır. Yeni durumlara hüküm kurabilmek için İslam’da kendiliğinden bir ulema sınıfı doğmuştur. Âlimler çalışmaları sonucunda icma ve kıyas yolu ile bir fıkıh yaratmışlardır. Âlimlerin ilerideki olaylara örnek olmak üzere geliştirdikleri içtihatların belirlenmesi başlı başına bir sorun olmaktadır. Ulemanın Kur’an’ı anlama ve yorumlaması onun benimsediği mezhebe göre çok büyük farklılıklar göstermektedir. Görevli ulemanın bizim esas aldığımız içtihat doğrudur, bunun dışında kalanlar batıldır şeklindeki dayatması ise toplumda hak ve adalet anlayışını alt üst edecektir. Nitekim Emevî ve Abbasi dönemi şeriat anlayışı ile Osmanlı dönemi şeriat anlayışı hayli farklıdır. Osmanlı döneminde derleme hukukun bir örneği olan Mecelle de uyuşmazlıkları çözmede yetersiz kalmıştır.

Mecelle: Osmanlı döneminde Tanzimat Fermanı sonrasında, Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığında toplanan bir kurul tarafından İslam’ın yalnızca Hanefî mezhebi esas alınarak, İslam’ın muamelâta ilişkin hükümleri ve bu hükümlerle ilgili içtihatları bir araya getirilerek oluşturulmuştur. Ülkemizin ilk medenî yasasının Mecelle olduğu söylenebilir. Okullarda da ders olarak okutulan bu kitaptır. Tam adı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ dir. Görüldüğü gibi bu yasa İslam’ın dört fıkıh mezhebinin yalnızca bir tanesini temsil eden Ebu Hanife’nin görüşlerini yansıtmaktadır. Diğer İslam mezheplerine bağlı olanlar bu yasayı tanımak istememektedirler. Yalnızca bu yüzden çok kan dökülmüş, olaylar tarih sayfalarını doldurmuştur.

Mecelleyi savunanlar şeriata karşı çıktı diye diğer mezheplere bağlı Müslümanları dine karşı çıkmakla, dinsizlikle suçlayabilmektedir. Mecelleyi dayatan devlet ister istemez zor kullanmakta bu da toplumda barışı, huzur ve refahı yok etmektedir.

Mecelle birçok yönüyle yetersiz kaldığından bir de Örfi Hukuk doğmuştur. Uygulayıcı yargıçlar, kadılar Mecelle dışında bu yasal düzenlemelere göre de hükümler kurmuşlardır.
Bununla da kalmamış imparatorluk sınırları içindeki gayrimüslim tebaa için de ayrı bir hukuk gelişmiştir.

Bütün bunlar ülke içinde çok başlı bir hukuk sistemini yaratmıştır. Bu çok başlılık en çok da Müslümanlar ile Müslüman olmayan vatandaşlar arasındaki hukuksal sorunların çözümünde kargaşaya neden olmuştur.
1923 yılında kurulan Cumhuriyet ilk iş olarak insanların hak arama özgürlüğünü ve adaletten eşit olarak yararlanma hakkını sağlamıştır. Bu eşitlik ve özgürlük hukukun kaynağının birliğini ve tekliğini güvence altına almakla gerçekleştirilmiştir. Bu çağdaş kültürel zenginliğin kıymetini bilmek ve onu korumak zorundayız. Hukukun birliği ve üstünlüğü varlığımızın ve birlikte bir arada barış ve huzur içinde yaşamamızın, kalkınma ve refahımızın en önemli koşuludur.

Bir ülkede veya ülkeler arasında hukuksal sorunların çözümünde adaletin bir dine veya politik bir görüşe göre gerçekleşmesini beklemek yapılabilecek yanlışların en büyüğüdür. Belli sınırlar içinde dayanağını zor ve şiddet kullanmaktan alan teolojik bir yönetim düşünülse bile uluslararasında bu asla gerçekleşemez. Çünkü diğer devletler bunu doğal olarak kendi egemenliklerine bir saldırı gibi algılarlar.

Bugün yeryüzünde en ileri derecede şeriat hukuku uyguladıklarını söyleyen Suudi Arabistan bile birçok alanda geri adımlar atma hazırlığı içindedir. Bugün şeriat ile yönetilmeye çalışılan hiçbir ülke çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamamış, kalkınamamıştır. Bu ülkelerde barış ve huzur ortamı da sağlanamamakta, sürekli bir kargaşa insanların dünyasını karartmaktadır.

Toplumda “Şeriat eşittir İslam” şeklindeki anlayışın doğru olmadığı, kavramın etimolojisi, tarihsel süreç içinde geçirdiği evreleri,  geçmişteki şeriat uygulamalarının gerçeklerle bağdaşmadığı yukarıda anlatılmaya çalışılmıştır. Buna karşın böyle bir algı yaratılması, şeriata karşı çıkan ve laik bir hukuk düzeni isteyenlerin dinsizlikle suçlanması talihsiz bir iç savaşa ortam hazırlayacaktır. Hükümetlerin böyle bir anlayışı desteklemeleri ise onları demokratik olmaktan çıkarıp dinci faşist bir diktatörlükle suçlanmasına neden olacaktır.

Ortaçağ devletlerinden farklı olarak bugünün ülkelerinin demografik yapılarına baktığımızda farklı din ve milliyette olan insanların bir arada birlikte yaşadıklarını ve her bir topluluğun eşit hakları bulunduğunu görebiliyoruz. Bu insanları bir arada tutan şey onların etnik ve dinsel kimlikleri değil tasada ve kıvançta bir olma istekleridir. Bu farklı gruplardaki insanların haklarını güvence altında tutan laik hukuk sistemleridir. Bu ülkelerde herkes eşit, demokratik haklara sahiptirler. Bu ülkelerde denge ve denetim sistemleri saydamdır ve işler durumdadır. Bu gruplardan birinin diğerine üstünlük kurma istekleri o ülke insanlarının yararına olamaz. O ülkelerin sağduyu sahibi yurttaşları ve yöneticileri bunu çok iyi bilebilirler.  

Ancak dün olduğu gibi bugün de emperyalist güçlerin kendi sömürü düzenlerinin, kaynak ve pazar alanlarının genişlemesi veya var olan hegemonyalarının devamı için etnik ve din ayrımcılığını kışkırttıklarına tanık olmaktayız. Bu oyuna gelmemek, bu tuzağa düşmemek gerekmektedir. Dikkat edilecek olursa Batı uygarlığı kendi arasında din ve mezhep ayrımcılığı sorununu çözmüştür. Tarihte bedellerini ödemişler ama artık bu konuları sorun haline getirmemektedirler. İslam dünyasına gelince 1400 yıldır hep aynı sorunlar yaşanmakta, hep aynı acılar çekilmektedir. Batı dünyası bu sorunu akıl ve bilim ile çözmüştür. İslam dünyasının da aynı yolu izlemesinden başka bir kurtuluşu yoktur.

Din ve vicdan özgürlüğü yurttaş olmanın bir gereğidir. Hiç kimse belli bir inancı kabule veya o inanç içinde yaşamaya zorlanamaz. İsteyenin herhangi bir dine inanma ya da inanmama özgürlüğü o ülke yasalarının güvencesi altında olmalıdır.

Yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi şeriat ve din aynı şeyler değildir. Şeriata hayır demek dine hayır demek, dine karşı çıkmak, dinsizlik yapmak değildir. Elma ile armudu toplamak neyse din ile şeriatı toplamak da aynıdır. Şeriat tutkusu içinde olanların başka bir din veya mezhebin şeriatının hükmü altına girmek tehlikesi içindedirler. İslam dininde en temel inançlarından biri de “dinde zorlama olmayacağı” kuralıdır. Dinde tebliğ vardır, icbar yoktur. Zor kullanarak inancını kabul ettirmeye çalışan kendisinden daha büyük bir zor kullanan karşısında kendi inancını yaşayamaz hale geleceğini unutmamalıdır.

Bugün laik demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde hilafet ve şeriat gibi istekler yasalarımıza ve anayasamıza aykırıdır. Yasalarımıza göre suçtur. Bu hareketlere  hükumet veya sivillerin kol, kanat germesi veya bu hareketleri özendirmesi, onlara destek olması da aynı şekilde suçtur. Bu gerçeğin göz önünde tutulması zorunludur. Bu suçlar bugün olmazsa yarın kovuşturma konusu olurlar.

21. Yüzyılda artık insanlar yeni din savaşları ile yeni acılar yaşamamalıdır. İslam inancıyla veya başka bir inançla ya da inançsızlıkla yaşamak için laik bir sistem gerekli ve yeterlidir. İnsanlar inancı da inançsızlığı da özgürce ve vicdanlarında yaşamalıdırlar.

04.02.2024
Ali Can Polat

 

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.