SECCADE
Ülkemizde seçimler yaklaşırken yine dinsel konuların konuşmalara fazlaca sokuşturulduğuna tanık oluyoruz. Bir seccade konusu aldı başını gidiyor. Kendisini bu konularda uzman sayanlardan tutun da bir kez olsun namaz kılmamış, İslam ile Müslümanlık ile hiç tanışmamış kişilere kadar birçok insan kaşlarını çatarak ve seslerini yükselterek düşüncelerini açıklıyor. Doğrusu bu kadar geniş yelpazede insanlar konuşurlarken ben düşündüklerimi yazmak yerine onları dinlemeyi, acaba bu insanlar benden farklı olarak neler söylüyorlar diye onları dinlemeyi tercih ederdim. Ancak bir televizyon programcısı, haber okuyucusu “Ayakkabı ile seccadeye basmak bir gaf olmaktan çok bir skandaldır. Bunun bir faturası mutlaka olacaktır” şeklinde konuşmaya başlayınca duramadım, dayanamadım. Bu yüzden siz şimdi de benden bir sürü laf dinlemek, okumak zorunda kalacaksınız. Kusura bakmayın.
Seccade nedir sorusunu sözlüklerimizden araştırarak başlayalım.
TDK 1966 Türkçe Sözlük ’te (s.632) seccade, Arapça bir sözcük olarak gösterilmiş ve anlamı üzerinde bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükte bir halı, kilim veya kumaştan bir yaygı, namazlık olarak tanımlanmıştır.
Fransızlar seccadeye tapis de prière, İngilizler de prayer rug/mat yani dua halısı diyorlar.
Ferit Develioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ da seccâde: secde’den secâcîd olarak geldiği belirtilmiş ve 1) üzerinde namaz kılınan küçük kilim, küçük halı ve 2) yazmalarda görülen belli başlı motiflerden biri olduğu anlatılmıştır.
Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı adlı kitabında (s.420) seccadeyi namaz halısı olarak tanımlamakta ve sözcüğün Arapça scd kökünden gelen sacada/ secde etti eyleminden türetildiğini vurgulamaktadır.
İsmet Zeki Eyüpoğlu Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü adlı eserinde (s.590) Seccade sözcüğünün Arapça secde ( yüzükoyun yere kapanma, eğilme) den, seccade (üzerine yüzükoyun yere kapanılan secde edilen) sözcüğünden türediğini anlatmaktadır. Secde sözcüğü de gerçekte devenin yere kapanması, eğilmek, pusuya yatma, pusu kurar gibi yere kapanma anlamına gelmektedir.
Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük’ te (s.1152) seccadeyi üzerinde bir tek kişinin namaz kılabileceği büyüklükte halı veya kumaştan yaygı, namazlık olarak tanımlamaktadır.
Şemseddin Sami’nin Kâmû-ı Türkî’ sine göre, (s.556) sözcük dilimize Arapça secde sözcüğünden türetilmiş olarak girmiştir. Anlamı ekseriya üstünde secdeye varmakta yani namaz kılmakta müsta’mel (istimal edilen=kullanılan) olan küçük halı, kaliçe (Eski Türkçelerde halı=kali olup kaliçe küçük halı) olarak anlatılmıştır.
Halıdan söz açılmışken unutmadan şunu da bir yere sıkıştıralım: Dünyada bilinen ilk halı Orta Asya Türklerince dokunmuştur. Halılar en başından beri dokundukları yer adı ile anılmıştır. Hereke, Milas, Gördes, Isfahan gibi. Dokunmuş ilk halı, Pazırık halısı günümüze kadar ulaşabilmiş olup MÖ 6-5. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu Pazırık halılarından bir örnek hâlen Leningrad/ Petersburg Müzesi’nde sergilenmektedir.
İlhan Ayverdi Kubbealti Lugatı (s.2738) : SECCÂDE başlığı altındaki bu sayfasını aynen alıyorum. (ﺳﺠّﺎﺩﻩ) i. (Ar. secde’den seccāde) 1. Üzerinde bir kişinin namaz kılacağı büyüklükte, halı, kilim, kumaş, hasır vb. inden yapılmış, daha çok dikdörtgen biçimindeki yaygı, namazlık:
Ve her iki salona da sırma, kasnak, anavata, dival işlemeli, ipek, arakiye ve yazma seccâdeler serilirdi (Sâmiha Ayverdi).
Sonra seccâdesini sofaya sererek namaza durdu (Târık Buğra).
Genellikle bu büyüklükte olan süs halısı: Berlin müzesindeki seccâdelerden biri, Osmanlı saray halıları adı ile tanınan zümreye girmektedir. XVI. asrın ortasından îtibâren ortaya çıkan Osmanlı saray seccâdeleri saray için yapılmış lüks seccâdelerdir. Bunlar hediye olarak Avrupa’ya da gönderilmiştir (İslâm Ansk.).
Buradan devam edelim. Seccâdeyi suya salmak (sermek): Kerâmet göstermek anlamını taşımaktadır.
Gerçi ki seccâdeyi saldı suya / Dedi ne lâzım bizi âlem duya (Nâilî’den).
Seccade sözcüğü, böyle bir deyimden, bir dizeden sonra insanın aklına bir de Alâettin’ in Lambası, Sinbad ve Uçan Halı Masallarını getiriyor. Bu masallarda sözü edilen uçan halı veya sihirli halı, üzerindekileri anında ve hızlıca gideceği yere ulaştırmaktadır. Halı küçüktür yani bizim şimdi konuştuğumuz seccade boyutlarındadır ve üstüne bir kahramanımızı bir de onun sevgilisini oturtabilirsiniz, başka birine yer yoktur. Esasen bu iki kahramanın arasına birisini sokmanın da bir anlamı yoktur.
Uçan halının bir kutsallığı bulunmamaktadır ama sihiri vardır. Seccade aynı şekilde bir kişinin namaz kılabileceği büyüklüktedir. Seccadede bir kula bir de Allah’a yer vardır. Oraya başkası oturamaz. Ve Seccadeler hep dikdörtgen biçimlidir.
Binbir Gece Masalları’ nın bu sihirli halılarının birinde Hint sultanının en büyük oğlu Prens Hüseyin, Hindistan’daki Bisnagar (Vijayanagara) şehrine gider ve uçan bir halı satın alır. Hüseyin bu halı ile kuş olup uçmaktadır. İnsanlar kuşları örnek alıp uçmayı deneye deneye uçan demirkuşları icat etmişlerdir. Yahudi kaynaklarında ve başkaca söylencelerde de peygamber ve kral Süleyman’ın uçan bir halısı vardır. Süleymen, onunla büyük bir olasılıkla Belkıs hanımın ülkesine seyahat etmiştir. Rus halk masallarında, Baba Yaga ve Aptal İvan figürleri uçan halılarla ilişkilendirilir. Sözünü ettiğimiz bu halılar Mark Twain’in Captain Stormfield’s / Cennete yolculuk adlı öyküsünde de uçar dururlar, yolcularına unutulmaz serüvenler yaşatırlar. Sihirli halılar, çizgi filmlerde, video oyunlarında, çeşitli şiir ve edebiyat eserlerinde bol bol kullanılmaktadır.
Yani bu seccadeler kutsal olmasalar bile sihirli oldukları kesin. Suya salınıyor bazen havada uçuşuyor. İnsanlar iki ayaklarının üzerinde doğrulup yürümeyi koşmayı öğrenmişler ama bunlarla yetinmemişler zamanla yüzmeyi ve uçmayı da deneyip başarmışlardır. Bu deneylerinde insanların en güzel yardımcılarından bir tanesi de bu halılar olmuştur.
Hz. Muhammed’in Allah ile yaptığı uzlaşma sonucu inananların günde 5 vakit namaz kılmaları kararlaştırılmıştır. Namaz vakitleri adına ezan dediğimiz bir çağrı ile ahaliye duyurulmakta ve insanlar bir namaz kıldırıcı imamın arkasında saf tutarak namazlarını kılmaktadırlar. Önceleri kıblenin neresi olacağı epey tartışılmış ama sonunda Kâbe’nin bulunduğu yerde karar kılınmıştır. Namaz kılınan yerin temiz olması gerekli ve zorunludur. İnsanların secde sırasında başlarını yere dokundurduklarında başlarının ve hatta ağızlarının kirlenmemesi, alınlarının kuma, taşa çarpıp çizilmemesi, temiz kalması için bir çare aranmış bu da hasır vb. örtülerle, yaygılarla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu örtüler kutsal şeyleri yaşamada bir araçtırlar, kendilerinin bir kutsallığı yoktur. Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor:…Hz. Peygamber’in burnu ve burun yumuşağı üzerine (secdeden) su ve çamur bulaştığını gördüm… Kur’an’da veya hadislerde bunların kutsallığına ilişkin herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Aynı şekilde bir ayinin yapılmasını sağlayan şeylerin örneğin cübbenin, sarığın, tespihin de bir kutsallığı yoktur. Kutsallığı yaşatan birer araçtırlar. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı da konu ili ilgili yaptığı açıklamalarda seccadenin herhangi bir kutsallığının bulunmadığını açık ve net olarak ifade etmiştir.
Seccade olmadan kılınan namaz da seccade üzerinde kılınan namaz kadar makbuldür. Seccade olmaması bir eksiklik değildir. Yeryüzü ile gökyüzü arasında her yerde Müslümanlar kıbleye yönelip namazlarını eda edebilmektedirler. Onlar için her yer “ mescid – camî ” yani secde edilen yerdir.
Bunlara karşın seccadenin kutsal olduğuna ilişkin bu yanlış algı nasıl oluştu? Gerek cemaatle ve gerekse tek tek kılınan namazlarda temizliğin gerekli ve zorunlu olması sonucu insanlar her keresinde seccade veya benzeri bir şeyi arayıp bulmaktansa daha önce kullandıkları seccadeleri yanlarında getirip götürmeye başlamışlardır. Daha sonra seccadeler, özellikle Osmanlı döneminde bir zevk nesnesi haline gelmiştir. Halıdan, ipekten dokumalar, üzerine geometrik veya bitki ve kuş figürleri olan çizimler geliştirmişlerdir.
Bu arada bir de seccâde-nişin (ﺳﺠّﺎﺩﻩ ﻧﺸﻴﻦ) olarak tanımlanan bir deyim de türetilmiştir. Bu deyimin anlamı seccade üzerinde (Farsça nişіn “oturan”), çok namaz kılan, takva sahibi olan demektir.
Bir de Osmanlı’da seccâdecibaşılar varmış. Bunlar pâdişâhın namaz kılacağı seccâdeyi yaymak ve namaz bittikten sonra kaldırıp bir yerde saklamakla görevli kişilermiş.
Bu seccadelerin namazla birlikte serilmesi ve işi bitince hemen kaldırılıp bir yerde saklanmaları gelenekselleşmiştir. Bu seccadeler genel olarak üzerlerine bir şekil işlenmiş ve kuşaktan kuşağa geçmiş iseler kendiliğinden değerli hale gelmişlerdir. Dinsel bir ayin aracı oluşu da hiç kuşkusuz bu kutsallığın doğumuna yardımcı olmuştur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi asıl olan kutsallık değil temizlik olduğundan mescitlerin, camilerin de tabanlarının temiz olması gerekmektedir. Ancak uygulamada bunun gereği gibi sağlanamadığını görmekteyiz. Ülkemizde ve yurt dışında titizlikle uygulanan kurallardan bir tanesi bu zeminlere ayakkabılarla basılmamasıdır ancak yalın ayak veya çorap ile basıldığında da sağlık sorunları başka türlü devam etmektedir. Ziyaretlerim sırasında bu yerlere konulan halı, kilim, hasır vb. örtülerin istenen temizlikte olmadığı tarafımdan görülmüştür. Bazı camilerde halı yıkama makineleri kullanılmakta ancak yeteri kadar kurulama yapılmadığı için bu halılar ıslak, nemli kalmaktadır. Nemli ortamlarda ise mikrop ve benzeri organizmaların çoğalması ve yayılması daha kolay olmaktadır. Ayakkabı konusunda gösterilen titizlik başka konularda gösterilmemektedir. Örneğin dünyaca ünlü Mescid el Aksa içinde uyuyan ve uygunsuz durumda uzanmış yatan birçok kişiyi gördüm. Bir köşede yavrulamış kedilerin dolaştığı, onlara halıların üzerinde yiyecek veren insanları gördüm. Fas’ta cami içinde kadınlı erkekli grupların yaprak sarma yediklerine tanık oldum. Ve bir başka kentte yine camide minberin sağ tarafında elini sevgilisinin omzuna atmış ve samimi bir şekilde sarılmış bir çifti belgelemek için fotoğraf çekerken birisi tarafından feci şekilde azarlandım. Bu örnekleri gördükten sonra kafamıza yerleştirdiğimiz ve “bize göre olan doğrular” değişti. Bunlardan bir tanesi camilere yalnız erkeklerin girebileceği düşüncesiydi. İkincisi camide, örneğin, dolma falan yenemeyeceğine ilişkin düşünceydi. Bunların yanlış olduğunu başka bir İslam ülkesinde uygulamaların farklı olabildiğini gördüm, anladım. Cami cem, icmal etmekten gelen insanların bir araya toplandığı yer anlamına geldiği basit gerçeğini böylece öğrendim. Camilere verilen bir başka ad da secde-gâh veya secde-geh’ tir. Cemevi de, insanların cem oldukları, toplandıkları yer anlama geliyor. Bu ülkelerde hangi amaçla olursa olsun kadın ve erkekler bir araya gelebiliyordu. Aynı şekilde yemek yenmesi de bu yerin kutsallığını bozmuyordu. Bütün bunlar kutsallığa bir zarar vermiyorsa ayakkabının niçin kutsallığa aykırı olduğunu anlamak (tanığı olduklarımdan sonra) bana zor gelmeye başladı. Temizlik konusu elbette akıldan çıkarılmaması gereken bir durumdur.
Dolayısıyla seccadenin üzerine ayakkabı ile basıldı diye kıyamet koparmanın arkasında yatan başkaca nedenleri araştırmak gerekir diye düşünüyorum.
Unutulmamalı ki; seccadeyi seren, yayan kaldırır. Eğer ben böyle şeylerle uğraşamam deniyorsa o zaman o kişinin seccadeyi yayması kaldırması için kendisine padişahlar gibi bir tane seccadecibaşı tutması gerekir. Yerde serilmiş bir halı, kilim parçasının gerçekten namaz kılmak için mi yoksa başka bir amaç için mi serildiğini bilmenin ve ona göre davranması gerektiğinin sorumluluğu bir konuğa yüklenemez. Böyle bir anlayış anlamdan da adillikten de yoksundur.
Bir İran gezimiz sırasında Isfahan’da bir halı mağazasını ziyaret ettik. Seccade büyüklüğünde ipek bir halıyı aldık ve getirip evimizin bir köşesine koyduk. Eve temizliğe gelen hanımın temizlik için her gelişinde ilk işinin bu küçük halıyı kaldırmak olduğunu fark ettim. Dayanamadım, merakımı gidermek için niçin bu halıyı toplayıp kaldırıyorsun diye sordum. Bana verdiği cevap: “Halının bir ucunda eski yazı var. Üzerine basmayalım diye kaldırıyorum.” Gerçekten de seccadenin bir ucunda Arap alfabesi ile bir şeyler yazıyordu. Aslında yazının dinsel hiçbir anlamı yoktu. Halıyı dokuyan iki kişinin adları yazılıydı. El dokuması bu esere dokuyucular imzalarını atmışlardı. Demem o ki; halkımız hiçbir zaman (ne bu gün ve ne de 70 kuşak öncesinde) Arapça ve Arap alfabesini öğrenmediği için kulaktan dolma öğrendiği şeylerle seccadeyi ve üzerinde yazılı şeyleri dinin kutsallarından birisi sanmakta ve temizlikçi hanımın her gelişinde katlayıp kaldırdığı, sermek de, o gittikten sonra bize düşmektedir.
TDV İslam Ansiklopedisine göre ilk dönem kaynaklarında, Türkiye’de namazlağ veya namazlık da denilen yaygının Arapça adı olan seccâdeye (secdeden) rastlanmaz. Ancak bazı muahhar kaynaklar, ilk dönemlerde üzerinde namaz kılınan halı-kilim türü yaygılardan seccade olarak söz eder. Hz. Peygamber’in, üzerinde namaz kıldığı hurma lifinden dokunmuş küçük hasır kaynaklarda humre/ humra (örtü) adıyla geçmektedir (Buhârî, “Ṣalât”, 21; Müslim, “Mesâcid”, 270). Abdullah b. Ömer’in bir halı seccadesi (tınfise) olduğu rivayet edilir (Müsned, II, 56). İbn Teymiyye, İmam Mâlik’in, Abdurrahman b. Mehdî’nin Medine’ye geldiğinde mescide bir seccade sermesini hoş görmediğini ve onu bid‘at saydığını söyler (el-Fetâva’l-kübrâ, II, 33).
Seccade konusunda farklı bir görüşe göre: Şiî Müslümanlar, secdeyi mühür denen basılmış bir toprak parçasının üstünde ifa ederler. Bu toprak çoğu zaman Irak’ın Kerbelâ kentinden getiriliyormuş.
İslam’ın beş önemli mezhebinden olan Şiî Caferî fıkhına göre secde, yiyecek ve elbiselerin dışında, pak toprağın ya da toprakta biten tabiî bir maddenin üstünde yapılmalı. Buna göre secdenin toprak, tas, kum ve çimen üstünde yapılması caizdir. Madenlerin üstünde secde edilmez. Kâğıdın üzerinde secde etmek ise, toprakta biten maddelerden üretildiği için caizdir. Ama elbise veya halının üzerinde secde etmek caiz değildir. İran ve Azerbaycan gezilerimiz sırasında bu mühürlerden iki tanesini anı olarak aldım, getirdim.
İslâm Ansiklopedisindeki açıklamalardan anladığımız kadarıyla seccadenin kavram ve bir nesne olarak herhangi bir kutsallığı bulunmadığı gibi Hz. Peygamber’in sağlığında da herhangi bir örtü veya yaygı olmaktan başka bir anlam ve işlevi bulunmadığı görülmektedir. Yine aynı açıklamadan anladığımız gibi mescitlere seccade serilmesi hoş karşılanmamakta ve bid’at olarak değerlendirilmektedir.
Kutsal nedir, ne değildir sorusunu da düşünmemiz gerekmektedir. Kutsal, kavram olarak sanıldığı kadar eski değildir. Kut sözcüğünden1940’larda türetilmiştir. Kut sözcüğü Türkçe bir sözcük olup rahmet, bereket, baht, talih ve saadet anlamlarına gelmektedir. Eski Uygur Türkçesinde kut, kawut, kıwut şeklinde seslendirilmektedir. Moğolcada kutuğ olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Kutsal kavramının Arapça ” quds “ sözcüğünden çağrışım yolu ile “kutsal” olarak dilimize devşirildiği, kazandırıldığı ileri sürülmektedir. Ancak yukarıda değindiğimiz gibi kut sözünün, fonetiği değişik olsa da Uygurca ve Moğolcada da yer almış olması bu olasılığın zayıf olduğunu düşündürmektedir. Denebilir ki; Türkler İslâmı kabul ettikten sonra bu etkileşim olmuştur. Uygur Türklerinin ve Moğolistan’da yaşayan halkların İslam dininden çok Buddha ve Maniheizm ile ilişkisi vardır.
Bilindiği gibi Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından 1069 yılında yazılmış olan Kudatgu Bilig’in sözlükteki karşılığı mutluluk (kut-saadet) veren bilgi anlamını taşımaktadır.
Arapçadaki quds ve qudsi bizim bildiğimiz kutsal sözcüğü ile aynı veya benzer anlamlar taşımaktadır. Kut durumunu yani bereket ve saadeti ifade etmektedir. Bir başka deyişle mübarek demektir. Mübarek bereketlilik halini kapsamaktadır. Kutsi veya kutsal ya da mübarek a) Aziz: yüce, soylu, güçlü ve saygın b) Tanrıya adanmış ve belli bir törenle girilebilen yer anlamına gelmektedir.
Yine Arapçada bulunan mübarek sözcüğü de konumuzla yakından ilgilidir. Mübarek ve mukaddes kavramlarının anlamları birbiriyle örtüşmektedir. Kutsal konusunda daha geniş bilgiye BNGV Kavram Mutfağı ve alicanpolat.com/Kavram Mutfağım sayfalarından ulaşılabilir.
Dilimizde kutsal kavramı da anlam ve köken olarak yeterince bilinmediği için yanlış veya olduğundan farklı algılanmakta ve insanlar kutuplaşarak birbirlerini yok yere suçlamakta, birbirlerine yoktan düşman olmaktadırlar. İkinci bir olasılık da bunların anlamlarını bildikleri halde başkaca düşüncelerini gizlemek için bunları kendilerine bir koruyucu olarak kullanmaktadırlar.
Konunun daha iyi kavranabilmesi için secde ve namaz sözcüklerine de eğilmekte yarar var.
TDK 1966 Sözlüğü secdeyi namaz kılarken alnı, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere getirerek alınan durum olarak açıklamaktadır.
Ali Püsküllüoğlu da (age s.1152) benzer bir tanımlama yapmaktadır.
İsmet Zeki Eyüboğlu’nun görüşlerini yukarıda vermiştik.
Sevan Nişanyan (age s. 420) secde kavramını yere kapanma, yere kapanarak tapınma olarak açıklamaktadır. Sözcüğün kökeni Arapça sacda mastarından gelmektedir. Aramca sagd/sagūdā سجد a.a. < Aram #sgd סגד kökü ile ilgilidir.
Ferit Develioğlu (age s.1082) secde için namazda alını, el ayalarını, dizleri ve ayak parlaklarını yere dayamaktan ibaret ibâdet vaziyeti olarak tanımlamaktadır.
Konu secde olunca sehiv secdesi, şükran secdesi ve tilavet secdesini de anmak gerekmektedir. Secde ayetleri ise Kur’an’da okuyanın secde etmesini gerektiren ayetlerdir.
Şemsettin Sami (age s.556) secdeyi bize namazda ve makam-ı tazîm ve arz-ı ubudiyette eğilip yüzünü yere sürme, yere kapanma olarak vermektedir. Buradan da anlaşıldığı gibi secde kavramının namazdan başka uygulama alanları ve namazda tanımlanan şeklinin dışında şekilleri de bulunmaktadır.
Kubbealtı Lügatı (age s. 2738) Secde sözcüğü için şu notu yazmaktadır. (ﺳﺠﺪﻩ) i. (Ar. secde) Allah’ın büyüklüğü, yüceliği önünde hiçliğini göstermek ve O’nu ululamak maksadiyle vücûdu alın, burun, el ayaları, dizler ve ayak parmakları yere değecek duruma getirme, bu durumda yere kapanma: Bu eyleme de secde etmek, eylemek, secdeye varmak/ ‘kapanmak’ deniyor. (Secdeye kapanmak şeklindeki deyimin içinde iki kez kapanma sözcüğü olduğunu, bunun da yanlış olduğunu belirtmeliyiz.)
Bir de alnı secdeye değmiş veya secdesiz gibi kavramlar da bulunmaktadır. Bu kavramlarla namaz kılan ve kılmayan ayrımı yapılmak istenmektedir. Yine yeri gelmişken söylemek gerekir ki; cenaze namazı, secdesiz, ayakta kılınan namazdır.
Secde kavramının derinlerine doğru gezimizi biraz daha eskilere götürürsek antropolojik bir durağa doğru ilerlemiş oluruz. Bilindiği gibi insan denilen varlık, homo sapiens türünün içinde ayrışarak iki ayağının üzerinde durabilme olanağını kazanmıştır. Homo erectus durumuna gelen homo sapiens’in görüş açısı genişlemiş, yürüme ve koşmayı başarmış, alet yapmaya başlamış ve buna koşut olarak beyin yapısı her geçen gün biraz daha gelişmiştir. Düşünen varlık insan, olayların oluş nedenleri üzerinde kafa yormaya başlamıştır. Doğada tekrarlanan olaylardan hareketle kendine göre kurallar bulmuştur. Bu arada özetle söylemek gerekir ise bir tanrı, yaratan kavramı üzerinde düşünmüştür. Daha sonra ise insanlar topluluk halinde din denilen bir inançlar sistemini bulmuşlardır. Dinlere uymayı sağlamak için insanlar bazen korku bazen yarar ilkesini öne çıkarıp bazı dogmalar, naslar, tabular yaratmışlardır. Bunlara daha sonra kutsal tanımlamasını yapmışlar, bu kutsallara el, dil uzatanları cezalandırma yoluna gitmişlerdir. İnsan insan olmaya başlarken önce iki ayağının üzerine yükselmiştir. Bu belki de soyumuzun yaşadığı en büyük devrimdir. Bu devrim ile insan yükselmiştir. Başka bir anlatımla bu durumun bilincine varan insan ben her şeyi yaparım anlayışına ulaşmıştır. Oysa bu denklemin öteki yanında hala karşısına dikilen bir dizi zorluklar da vardır. İnsanlardan büyük bölümü insanın o kadar da büyük olmadığını, bütün bu doğal sistemi yöneten başka bir güç veya güçlerin bulunduğu gerçeğini diğer insanlara zorla kabul ettirmeye başlamışlardır. İnsanın bu gerçeği kabul etmemesi halinde bütün bir toplumun zarar göreceği inancı toplulukta yerleşmiştir. Bu zorlama işi ise insanı, insanın homo erectus olurken kazandığı yükselme şeklindeki üstünlüğün aşağılanması ile olacaktır.
İnsanın doğrudan kendisi bu güç karşısında onu kızdırmamak, onun rızasını kazanmak veya yardımını sağlamak için kendi kazanımlarından vazgeçmekte, sen büyüksün diyerek eğilmektedir. Bunun bir yolu dua, bir yolu sunular sunmak ve bir yolu da secde etmektir. İnsan bu eylemi ile bir güce, otoriteye karşı küçüklüğünü, çaresizliğini kabul etmiş olmaktadır. Bunun tam tersi bir durum şu örnekle açıklanabilir. Çocuklar arasında yaygın olan bir oyunda çocuklardan bir veya birkaçı ayakçak takarak yürümeye çalışırlar. Sonra düşünce hep birlikte gülüşürler. Bu krala karşı bir alaylı karşı koymadır. İnsanların çeşitli büyüklükte taçlar, şapkalar takarak boylarını olduğundan uzun göstermeleri hep büyüklük gösterileridir. Aynı şekilde XIV. Lui ile başlayan ayakkabıya topuk eklenmesi geleneği de aynı isteğin bir başka görünümüdür.
Diplomaside bir ülkeden diğerine gönderilen elçi için düzenlenen itimat mektubu kabul seremonisi üzerinde durduğumuzda gücün büyüklüğünün kabulü veya dengelenmesi dikkat çekmektedir.
Kral karşısında yapılan reveranslar, şapka veya benzerinin diğer ele alınışı, kılıcın veya ateşli silahların namlusunun yere indirilişi gibi şeyler bir otoriteye boyun eğme, itaat etmenin göstergeleridir.
Bu işleyiş günümüzde büyük ölçüde törpülenmiş gibi görünmektedir ama dikkat edilecek olursa egemen olan güç veya güçler büyüklüklerini başka yollarla kabul ettirmektedirler.
Doğu toplumlarında da antik dünyada da dinsel veya monarşik bir otoritenin gücünü kabul ritüel ve seremonilerde belirgin olarak görülmektedir.
Namaste’ : Sanskritçe namastē “«sana boyun eğiyorum», Hintçe selam sözü” sözcüğünden alıntıdır. Sanskritçe namas नमस् “boyun eğerek saygı gösterme, temenna etme” anlamına gelmektedir. Yogada da balasana pozisyonu bir tür secdeye varma halidir.
Günlük yaşantı içinde insanların birbirleriyle selamlaşma durumunda eğilmeleri aynı anlama gelmektedir.
Aynı şekilde; bir ülkenin istiklâl marşı çalınırken veya bayrağı göndere çekilirken izâm etmek, tazim duruşunda bulunmak, cenaze arabası geçerken durup beklemek, bir anma toplantısında saygı duruşunda bulunmak, o kişi veya olayı ululamak kendisinden başkasını yüceltmek aynı amaçlara hizmet eden davranışlardır.
Özellikle Tibet-Nepal-Katmandu Budizminde yere secde ederek bir yerden bir yere ulaşma istekleri ve Avrupa içlerinden başlayarak Portekiz’de sonlanan kutsal yolculuklar, Kudüs kentinde Hristiyanların hala yapageldikleri via dolorosa yolculuğu, holy route örnek olarak gösterilebilir.
Namaz ve namazdaki kıyam, rükû secde hareketleri büyük güce, Allah’a boyun eğme eylemleridir. Seccade ise secde edilen yerdeki örtüden başka bir şey değildir. Kutsalın kendisi boyun eğme, yanı secdeye varmadır. Seccadenin önemi yoktur.
Zerdüşt inancında da namaz kılma ibadeti vardır. Zerdüşt dini Hristiyanlıktan 1500 yüzyıl, İslam’dan da yaklaşık 2000 yıl öncesine dayanır. Zerdüştlerde de İslam’dakine benzer şekilde namaz öncesi abdest alma vardır. Namaz-geh çağrısı zil çalarak yapılır. Örtünerek namaz kılınır. Namaz Türkçeye Farsça’ dan geçmiştir. Farsçadaki namaz da Zerdüşt dininden gelmektedir. Arapça’ da namazın karşılığı Sala’dır. Sözcük ṣlw kökünden gelen ṣalā(t) صلاة “secde, secde ederek yapılan ibadet, namaz” anlamına gelmektedir. Namaz vakitleri de İslam dinindekilere benzemektedir. Havaan: Sabah; Rapithwan: Öğlen; Uziren: Öğleden Sonra/İkindi; Aiwisuthrem: Akşam; Ushaen: Gece. İran’da bir Zerdüşt rahibinin bize anlatımına ve uygulamasını gösterdiğine göre namaz sabah öğlen ve akşam vakitlerinde kılınmaktadır.
Namaz kılanların Müslümanlardan ibaret olmadığı, Yahudi, Süryani, Ezidi, Dürzi ve Hristiyanların da namaz kıldıkları belirlendiğine için namazın bir pagan tapınma şekli olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüştekilere göre namaz, secde güneş kültü ile doğrudan bağlantılıdır. Bazı Yahudi topluluklarında da Müslümanlarınkine benzer namaz kılma ayini vardır. Onlar da belli kutsal metinleri sesli olarak birlikte okuyup birlikte secdeye varmaktadırlar. Başlangıçta Hristiyanlarda da namaz veya benzeri bir ayin türü bulunduğu ancak Yahudilere benzememek için bu uygulamayı bıraktıkları söylenmektedir.
İnsan toplulukları, özellikle yakın coğrafi komşuluklarda birbirleriyle symbiotique et syncrétique ilişkiler içindedirler. Birbirleriyle sürekli bir kültür alışverişi yaparlar. Din de bu kapsam içindedirler. İnsan toplulukları ticaret ilişkisi içinde birbirlerinden meta alışverişi yaparlarken çeşitli yollarla birbirlerine din kültürlerini de alıp vermektedirler.
Seccade konusu ile başlayan bu tartışmalar daha da derinleştirilebilir ancak bunların ülkemizin acilen çözüm gerektiren sorunlarının bilerek veya bilmeyerek önüne geçirilmesi zaman ve emek israfından başka bir şey değildir.
Konuların yeterince bilinememesinden ve toplumda daha öncelerden konu ile ilgili olarak yanlış algıların yerleşmiş olmasından yararlanan kimi insanlar din ve milliyet konularını kendilerine zırh ve kalkan yaparak asıl amaçlarını gizlemektedirler. Bu tür insanların amaçları toplumun asıl sorunlarının tartışma dışında tutarak kendi sömürü düzenlerinin devamını sağlamaktır.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının eşiğinde kritik bir öneme sahip ve 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri sıradan bir yasama ve yürütme organı seçimi değildir. Halkımız bu seçimde ülkenin yıllardan bu yana yanlış uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel politikaların sorunlarından kurtulmak istemektedir. Halkımız 100 yıldır benimseyip içselleştirdiği laik demokratik sistemi ve bu sistemle elde ettiği hakların yok edilmesini değil bunları korumayı ve geliştirmeyi istemektedir.
Halkımız kendi sömürü düzenlerinin devamı için göz boyayıcılara artık inanmamalıdır. Önüne sürülen provokasyonları boşa çıkartmalı ve seçimde kendisi ve ülkemiz için oylarını hurafelerden, tutarsızlıklardan yana değil bilimin ve çağdaş uygarlık değerleri doğrultusunda gerçekçi, akılcı plan ve projelere kullanmalıdırlar.
Saygılarımla
03.04.2023
Ali Can Polat