S A T R A N Ç Satranç nedir sorusuna büyük satranç ustası Mikhail Tal şu tanımı yapıyor. Bilimsel yöntemler kullanır ama bilim değildir, sportif özellikler taşır ama spor değildir, satranç tam anlamıyla bir sanattır. Oyuncusunun hem yazar, hem eleştirmen ve hem de başoyuncu olduğu bir olgudur. Tal, bu oyunun beni en çok çeken yanı aydın kafaların çarpışması, düşüncelerin savaşması ve karakterlerin çatışmasıdır diyor.
Satranç denir denmez aklımıza sınırsız iki üstün zekâ gelir. Bu iki üstün zekâdan her birinin kendi amacına ulaşmak için düşünülebilecek tüm seçeneklerin hepsini birden görebilmeleri ve bu seçeneklerin içinden en uygununu, en kestirmesini ve en akıl edilemezini bulup uygulama becerisini göstermeleri bize hep heyecan vermiştir. Onları hayranlıkla seyrederiz. Bir sonraki hamle nasıl olacak, rakibi daha sonraki hamlelerde neler tasarlıyor acaba, sorusu merakımızı sürekli kamçılar. Konuya, satrancın nasıl ortaya çıktığını ve ne denli üstün bir zekâ ürünü olduğunu tarihteki öyküsünü okuyarak başlayalım.
Satrancın anlatılanlara göre ilk kez MS 570 yıllarında Hindistan’da oynandığını okuyor, öğreniyoruz. Daha önce Çin’de de bu oyunun oynandığı söyleniyor ama elde somut bir veri bulunmuyor.
Satrancı bir Brahman rahibinin bulduğu söylenir. Komşu ülke İran ile ilişkiler değişik düzeylerde devam ederken günün birinde bu Brahman rahibi, her nasılsa Şah’a bir ders vermek ister. Yine söylenenlere göre bu rahip şaha aynen ”Sen ne kadar önemli bir insan olursan ol, adamların, vezirlerin, askerlerin olmadan hiçbir iş yapamazsın” demiş.
Şah buna sevinmiş ve bu sözü, bu dersi beğendim, seni ödüllendirmek istiyorum, ne dilersen dile benden demiş. Rahip Şah’ın alması gereken dersi hala almadığını düşünerek ”Bir miktar buğday istiyorum” diye yanıt vermiş.
”Sana bulduğum bu oyunun birinci karesi için bir buğday istiyorum. İkinci karesi için iki buğday istiyorum. Üçüncü karesi için dört buğday istiyorum. Böylece her karede, bir önceki karede bana verdiğinin iki katı buğday istiyorum. Sadece bu kadarcık buğday istiyorum” demiş.
Şah, benim gibi güçlü, varsıl bir şahtan isteye isteye üç beş tane buğday mı istemiş bu rahip diye sinirlenmiş. Sonra Şah da ona karşı bir ders vermek istemiş. Yanındakilere seslenmiş, hesaplayın verin ama hak ettiğinden fazlasını vermeyin demiş.
Hesaplamalar ilk karelerde çok kolay.1. Kareye bir buğday, 2. Kareye iki buğday, 3. Kareye dört buğday…
Ancak 10. kareye gelindiğinde 1023 buğday yani yaklaşık bir avuç buğday. Hesaplama böyle gideceğini, rahibe de böyle üç beş çuval buğday vereceklerini düşünerek bu işin üstesinden geleceklerini düşünmüşler.
1 + 2 + 4 + 8 + 16 + 32 + 64 + 128 + 256 + 512 + 1024 = 2047 buğday tanesi
15. Kare yalnızca 1.5 kilo buğday….
Ama…
25. kareye gelince 1,5 ton olduğunu görmüşler, kafaları karışmaya başlamış ama yine de hesaplamaya devam etmişler
31. kareye gelince, artık bu işin şakasının olmadığını anlamaya başlamışlar. 31. karede buğday 92 tona ulaşmış.
49. karede 24 milyon ton buğday. Şaka gibi ama şaka değil, gerçek.
2021 yılı verilerine göre ülkemizde ortalama 18-20 milyon ton buğday üretiliyormuş. Yemeyip içmeyip ürettiklerimizin hepsini versek bile rahip efendiye borcumuzu karşılayabilmek için dışarıdan da 5 milyon ton buğday dışalımı yapmamız gerekecek.
54. kareye gelindiğinde iş iyice zıvanadan çıkıyor. Rahip anasının gözü… Verilecek buğday 771 milyon ton. Bütün dünya bu adama çalışsa yine de borç bitmiyor. Bir yıllık dünya buğday rekoltesi 500 milyon ton civarında… Tam püsküllü belâ
64. karede ne mi oldu? Hiç söylenmese daha iyi olur. Tüm koşullar aynı olursa bütün dünya bu rahibe borcumuzu ödeyebilmek için hepimizin 1500 yıl çalışması gerekecek…
Bu öykünün sonu bilinmiyor, en azından ben bilmiyorum. Bu upuzun ifadelerle anlattığımız sayının matematik dilindeki anlatımı şöyledir;
1+2+22+23+24+…+263 = 264 – 1 = 18 446 744 073 709 551 615
Yazdım ama bu rakamlar, bu sayı nasıl okunacak? Meraklısı onun da bir yolunu bulmuş. ( On sekiz kentilyon dört yüz kırk altı katrilyon yedi yüz kırk dört trilyon yetmiş üç milyar yedi yüz dokuz milyon beş yüz elli bir bin altı yüz on beş)
Doğrusunu söylemem gerekirse bu öyküyü okuduğum veya dinlediğim ilk anda aklımdaki tüm alıcılara bir uyarı düzeneği kurmam gerektiğini anladım. Hiçbir yerde, hiçbir zaman ölçüsüz konuşmamam gerektiğini, konuştuğum ve yazdığım her şeyin yazmadan konuşmadan önce kendi içimde bir kez ölçüp biçmem, tartmam gerektiğini anladım. Sonuçlarının nereye varacağını önceden bilmeli veya kestirebilmeliyim. Benim yaşantımda, strateji, taktik ve korelasyon kavramlarının temelleri bu öykü ile atılmış oldu. Hangi parametreler kullanılacak, hangi algoritma hesapları yapılacak, hangi paradigmalara ulaşılacak? Karanlıkta göz, gez, nişangâh düşünmeden ok atarsam hedefin ıskalanmasından, okun karavanaya gitmesinden daha doğal bir şey, ne olabilir?
Satranç sözcüğün kökeni:
Arapça saṭranc veya şaṭranc سطرنج/شطرنج “bir oyun” sözcüğünden alınmadır. Arapça olan bu sözcük Orta Farsça (Pehlevice veya Partça) aynı anlama gelen çatrang sözcüğünden alınmıştır.
Bu sözcük Sanskritçe cáturaṅga चतुर्ङ्ग “dört kol – dört unsurdan oluşan ordu” anlamına gelmektedir. Sanskritçe cátur “dört” ve yine Sanskritçe aṅgam “kol” sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
Satranç sözcüğünün kökenine ilişkin başka yaklaşımlar da vardır. Sanskritçe cātura (=akıllı, hünerli, ustaca) ile raṅga (=sahne, platform, faaliyet alanı) sözcüklerinden oluştuğunu ileri sürenler de bulunuyor. Bu şekilde düşünenler sözcüğün morfolojisini öne çıkararak Hintçede Śataraṅja veya Pencapçada Śataraja, Urducada Śatrāṅj şeklinde telaffuz edildiğinden hareketle ‘alanda ustalık oyunu’ olarak tanımlamaktadırlar.
Satrancın VI. yüzyıl İran kaynaklarından anlaşıldığına göre Hindistan’dan İran’a geçtiği saptanablmektdir.. Orta İran Dillerinden Pehlevicede čatrang sözü daha sonra da Arapçaya geçerek şatarang, şataranj, şataranc ve şatranc şekline bürünmüştür. Zamanla Arapçada satranç şekline evrilmiştir.
Satranç oyununda sonuca ulaşılması karşı tarafın şahını oyun dışına çıkarmakla sağlanmaktadır. Şah mat şeklindeki anlatımın kökeni mat sözcüğü, Arapça mevt (=ölüm) sözcüğünden türetilmiştir. Zamanla bu deyiş şahmat şekline dönüşmüştür. Bir diğer ifadeyle şah mat, ‘şah öldü’ demektir.
Urduca şatranc denilirken Tacikçede şahmot olarak bilinmektedir. Aynı karşılıkta Peştuca şetranc, İspanyolca ajetrez, Svahilice sataranji sözleri yer alıyor. İran coğrafyasındaki şahmat kelimesi Rusçada şaḥmatı (=satranç) olarak yerleşmiş. Uygurcada hem şaḥmat hem de şätränc deniliyor. Türkmenler satranca küşt derken Kürtler, Kürtçe kuşt (=öldürdü) sözcüğü kabul etmişlerdir.
Fransızlar Jeu d’échecs, İngilizler Chess, Almanlar Schach, İtalyanlar Scacchi, kullanmaktadırlar.
Satranç karşılığında Kırgızca şaḥmat veya satıranç, Kazakça satıraş veya şaḥmat, Özbekçe şatränc, Tatarca şaḥmat, Başkırtça şaḥmat ve Azericede şaḥmat sözleri kullanılmaktadır.
Rumence şah, Macarca sakk, Fince šakki, Yunanca skaki, İbranice işḥukah, Danca skak, İsveççe schack, Gürcüce çadraki; Sırpça, Bulgarca, Makedonca, Arnavutça, Slovence, Slovakça ve Hırvatça šah veya şaḥ diye biliniyor.
Çekçe šaḥy, Katalanca escacs, Norveççe sjakk, Flemenkçe schaak ve İzlandaca skák sözlerini de satraç karşılığında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Timurlenk Satrancı
Klasik satranç dışında bir de Timurlenk Satrancı var. 1402 yılında Ankara Savaşında Osmanlı hükümdarı Beyazıt’ı yenip hezimete uğratan İran’lı topal şah emir Timur. Hani ondan sonra bir fetret devri yaşanmış ya… İşte onun tasarladığına inanılan ama kaynaklarda Shatranj Kamil (mükemmel satranç) veya Shatranj Al-Kabir (büyük satranç) adıyla anılıyor. Bu satranç 112 kareden oluşuyor. Büyük denmesinin de nedeni 64 yerine 112 odacık bulunuşu. Bu odacıklarda 1 tane şah, 1 tane vezir, 2 general, 2 zürafa, 2 izci (ya da öncü), 2 at, 2 kale, 2 fil, 2 deve, 2 debbabe (DEBBÂBE (ﺩﺑّﺎﺑﻪ) i. (Ar. debbābe) İçine girenlerin ok, taş vb. şeylerden korunmaları için üzeri deriyle kaplanmış olan ve yuvarlanmak sûretiyle tahrip edilecek kaleye yaklaşmayı sağlayan fıçı şeklindeki savaş âleti. Kale duvarlarını oymaya yarayan savaş aleti) ve 11 tane de piyon bulunuyor. Gördüğümüz gibi bildiğimiz satrançtan daha kalabalık oyuncular var. Piyonlar zaman içinde örneğin piyonluktan atlığa, kale piyonu kaleye dönüşebiliyor. Şah piyonu nedense prense dönüşüyor.
Timurlenk satrancı bizim ülkemizde pek ilgi görmemiş ama ABD’ de yaygın hatta bugün halen New York’ta Timurlenk Satranç Kulübü bile varmış.
Mangala
Emir Timur buralardan çekildikten sonraki tarihlerde bu coğrafyanın insanları aralarında satranca benzer bir oyun bulmuşlar adını da mangala koymuşlar. Mangala, bir Türk zekâ oyunu olan Köçürme; dünyadaki yaygın adıyla Mankala oyunudur. Gaziantep, Urfa, Hatay gibi illerde oynanan Köçürme oyununun adıdır. Türkiye’de son yıllarda türetilen Köçürme oyunu Mangala adıyla piyasaya sürülmüştür. Irak’ta oynanan Halusa, Filistin’de oynanan El-mankala ve bir Baltık Alman oyunu olan Bohnenspiel ile çok benzerlik gösterir. Mısır’daki bedeviler arasında oynanan, kuralları büyük ölçüde farklı olan Mangala isimli bir başka bir oyun da bulunmaktadır.
16. yüzyıldan başlayarak Türk minyatürlerinde mangalaya ait çizimlere rastlanılmaktadır.
Türk tiyatrosu, Türk-İslâm tasvir ve süsleme sanatları hakkındaki araştırmalarıyla tanınmış bilim ve kültür araştırmacısı olan ve asıl adı Metin Tevfik Çavdar olan Metin And’a ( 1927-2008) göre bu oyunu konu eden ilk eserlerden biri, Binbir Gece Masalları’ nda anlatılan (15. gece) mankala ile ilişkili olduğu düşünülmektedir.
Batılı kaynaklarda ise mangaladan ilk kez 1694’te İngiliz oryantalist Thomas Hyde’nin bir çalışmasında söz edilmiştir. 1747 yılında da Jean Antoine Guer’in Paris’te yayımlanan (Türkler’in Gelenek ve Alışkanlıkları) adlı yapıtında bu oyunun adı Mangola olarak yazılmıştır. İngiltere’de 1860 başlarında Mangola yeni bir oyun olarak tanıtılmış ve Jaques şirketi tarafından yayımlanmıştır. Ressam Johann Samuel Mock’un “Mangala Oyunu” adlı yapıtı (18. yüzyılın ilk yarısı) Pera Müzesi’de sergilenmiştir.
Mangala oyununda her iki oyuncu oyun başında kendi tarafındaki 6 oyuğa 4 taş koyar.
İlk oyuncu kendi tarafındaki çukurlardan birini seçer ve içindeki taşları saatin tersi yönünde, sıradaki çukurlara birer birer bırakarak ilerler.
Eğer dağıtılan son taş hazineye denk geliyorsa sıra yine aynı oyuncuda kalır eğer oyuncunun çukurlarının birinde tek taş varsa o taşı sağa ilerletebilir.
Oyuncu hazinesine taş koyduktan sonra elinde hala taş kaldıysa rakip bölgeye taş koymaya devam eder. Eğer son taş rakibin bölgesindeki bir kuyuyu çift yaparsa (2,4,6,8, gibi) kuyudaki tüm taşları alır.
Oyuncu kendi bölgesindeki bir boş kuyuya son taşı denk getirirse karşı bölgedeki kuyudaki taşları da kendi taşını da alır ve hazineye koyar.
Oyun bir oyuncunun bölgesindeki taşlar bitince biter. Bölgesindeki taşları ilk bitiren oyuncu rakibin bölgesindeki tüm taşları da hazinesine koyar.
Oyun böylece biter ve taşlar sayılır, hazinesinde daha çok taş olan oyuncu bir puan alır, diğer oyuncu sıfır puan alır. Eğer berabere biterse iki oyuncu da 1/2 (yarım) puan alır.
Oyun böylece 5 set devam eder. Beş set sonunda en fazla puanı olan oyuncu kazanır.
Mangala sözcüğünün kökeni:
Mangala Arapça aktarma, taşıma anlamına gelen ve Türkçede de nakletme şeklinde yerleşmiş olan nakl kökünden türediği, mangalanın da bu sözcükten geldiği düşünülmektedir. (Münakale/ eskiden ulaştırma bakanlığının adı Münâkalat Vekâleti idi). Mangala Türkçe Köçürme sözünün Arapçasıdır. Bununla birlikte Metin And bu sözcüğün taşların sıralanışı düşünülerek Türkçede en küçük askeri birlik için kullanılan manga sözcüğünden veya taşların konulduğu çukurlar düşünülerek mangal sözcüğünden türetilmiş olabileceği yorumunda bulunmaktadır. Türkçedeki m>b benzeşmesi dolayısıyla minkale sözünden türediği de düşünülmektedir. (Murun>burun, binkale>minkale gibi)
Satranç Taşlarının ad ve anlamları:
Satrancın tarihini bilmeyen bir kimse için satranç taşlarının adları pek anlamlı değildir. Bunlar aslında birer simgedir. Oyuncuların taşlarını karıştırmaması için bir tarafın açık, diğer tarafın taşları koyu renktedir. (Siyah/Beyaz) Başlangıçta her iki tarafın 1 şah, 1 vezir, 2 kale, 2 at, 2 fil ve 8 piyonu, toplam 16 taşı bulunur.
“Beyaz vezir beyaz kareye, siyah vezir siyah kareye” ve “Her iki oyuncu da zemine baktığında sağ alt köşe beyaz kare olmalıdır” kuralları. Bu satranç kuralları dikkate alındığında kale-at-fil-vezir-şah-fil-at-kale şeklinde 8’li bir sıra oluşmuş olacaktır.
Ön sırada 8 piyon bulunur.
Tüm taşlar dizildiğinde oyun başlamaya hazır hale gelir
Taşların Türkçedeki adları: Şah, vezir, kale, at, fil ve piyon
Taşların Fransızca karşılıkları: Roi, Reine, Tour, Chevalier, Évêque, Pion
Taşların İngilizce karşılıkları: King, Queen, Rook, Knight, Bishop, Pawn
Bu taşların özgün adlarını öğrenince konu biraz daha aydınlanmış olacaktır.
Şah – King: Bizdeki adı şahtır. Biz şah adı veriyoruz ama taşın tepesinde bulunan hac sembolü aslında bunu doğrulamamaktadır. Şah ama tabii ki tepesindeki haç işareti kafamızı karıştırmaktadır. King bilindiği gibi kral anlamına bir sözcüktür.
Vezir – Queen : Bizde vezir olarak adlandırılıyor. Bizde kral ve kraliçe kavramları bulunmadığından vezir daha anlamlıdır.
Kale – Rook : Bizde şahı kaleye koymak, rok/rook yapmak olarak geçmektedir. Anlamı İngilizce castling yani kaleye koymaktır.
At – Knight : Bizde “at” deniyor, özgün hali ise şövalyedir. Aslında atın tek başına saldırı yapması düşünülemez. Bu nedenle knight veya chevalier denmesi daha doğrudur.
Fil-Bishop : Bu taşın bizdeki adı ” fil ” olup özgün adı piskopostur. Bizde niçin fil adı kullanıldığı bilinmiyor, taşın şekli de pek file benzemiyor. Bir olasılıkla savaşlarda kullanılan filler düşünülerek bu ad kullanılmış olabilir.
Piyon – Pawn : Piyon, dilimizdeki anlamı gibi satrançta benzer bir işlevi vardır.
Taşların satranç tahtası üzerinde hareket kuralları:
Şah: Çapraz, düz, ileri ve geri sadece bir kare giderek taş alır. Satranç, ilk çağlardaki savaşın modellemesidir. Bu yüzden liderini kaybeden asker topluluğu nasıl kaybediyorsa, şahını kaybeden oyuncu da oyunu kaybeder. Bütün oyun şah üzerine kurulmuştur. Ama aynı zamanda şah oyundaki en güçsüz taştır. Şah her oyuncu için bir tanedir. Beyaz oyuncunun şahı başlangıçta (e1) karesinde, siyah oyuncunun şahı (e8) karesinde yer alır.
Vezir : Boş olan karelere ileri, geri, sağa, sola ve çapraz hareket ederek önündeki taşı yer. Vezir oyundaki at dışında her taşın hareket yeteneğine sahiptir. Satranç oyunun en önemli ve en güçlü taşıdır. Vezir her oyuncu için bir tanedir. Beyaz oyuncunun veziri başlangıçta (d1) karesinde, siyah oyuncunun veziri (d8) karesinde yer alır.
Kale : İleri, geri, sağa ve sola istediği kadar gidebilir. Önündeki taşı alır. Kale, bulunduğu hattın üzerinde hareket yönünde rakibe ait ilk taşı almak potansiyeline de sahiptir. Kale her oyuncu için iki tanedir. Beyaz oyuncunun kaleleri başlangıçta (a1) ve (h1) karelerinde, siyah oyuncunun kaleleri (a8) ve (h8) karelerinde yer alır.
Fil : Çapraz gider ve istediği kadar gider. Fillerin biri daima beyaz, diğeri daima siyah karelerde hareket eder. Fil her oyuncu için iki tanedir. Beyaz oyuncunun filleri başlangıçta (c1) ve (f1) karelerinde, siyah oyuncunun filleri (c8) ve (f8) karelerinde yer alır.
At : (L) çizerek ilerler ve taşı alır (iki ileri bir yana şeklinde). Satranç oyununda taşların üzerinden atlayarak ilerleyen tek taştır. L şeklinde geri de gidebilir. Tam L şeklinde 8 yöne gidebilir. At her oyuncu için iki tanedir. Beyaz oyuncunun atları başlangıçta (b1) ve (g1) karelerinde, siyah oyuncunun atları (b8) ve (g8) karelerinde yer alır.
Piyon : Piyonlar önlerinde taş bulunmadıkça, ileriye doğru ve düz olarak ilerlerler. Piyonlar açılışta (ilk hamlelerinde) isterlerse iki kare ilerleyebilirler. Bu hareketlerinde geldikleri karenin sağında ya da solunda karşı tarafın bir piyonu varsa hemen arkasından gelen hamlede çift gitmiş bu piyonu sanki bir kare gitmiş gibi geçerken çapraz alabilir. Piyonlar ileriye doğru tek kare çapraz olarak diğer taşları alabilirler. Sekizinci sıraya ulaşan piyonlar oyuncunun istediğine göre şah hariç herhangi bir taşa terfi ederler. Bu taş genellikle en güçlü taş olan vezir olur. Piyon her oyuncu için sekiz tanedir. Beyaz oyuncunun piyonları başlangıçta (a2, b2, c2, d2, e2, f2, g2 ve h2) karelerinde, siyah oyuncunun piyonları (a7, b7, c7, d7, e7, f7, g7 ve h7) karelerinde yer alır.
Satranç Avrupa’ya MS 1100-1300 tarihleri arasında gelmiş. Önce alışık olmadıkları şah mat ve diğer kavramlar karşısında afallamışlar ama özünü alıp kalıbını kendilerine uydurmakta gecikmemişler. Osmanlı döneminde açıkça karşı çıkılmamış ama yeteri kadar da üzerinde durulmamıştır. Ancak 19. Yüzyılda insanlar satranç öğrenmeye yoğun olarak heves etmişlerdir.
Avrupa Hristiyan kültürü satrancın adı ve kurallarıyla ilgili sembolleri değiştirerek işe başlamış. 1200 ‘lü yıllarda bir Papa Masum Ahlak adıyla bir inceleme yayınlamıştır. Kiliselerde vaazlar verilmiş, Satranç tahtası üzerindeki yaşam ve ölüm karşıtlığına vurgular yaplmıştır. 14. yüzyılın başında, Dominikli Jacques de Cessoles, Les Échecs moralisés adıyla “satranç oyunu aracılığıyla erkeklerin ahlakı ve soyluların görevleri ” üzerine bir kitap yazmıştır.
Charles V döneminde Évrart de Conty, Satranç tahtasındaki her boşluk bir erdemin (Asalet, Merhamet, Gençlik, Güzellik), bir kalitenin (Tatlı görünüm, Hoş karşılama, Güzel tavır) veya bir mengenenin (Utanç, Yanlışlık) adını taşımaktadır diye yazmıştır.
Genç bir kız, genç bir adamın karşısına çıkar: Satranç oyunu aynı zamanda iki cinsiyetin karşılıklı güçlerini ve baştan çıkarma kapasitelerini test eden bir aşk tiyatrosu gibi anlatılmaya başlanılır.
Satranç oyununun Roman de la Rose’dan esinlenen bir başka didaktik kullanımı daha vardır: Bu, antik dönem tanrılarının ahlaki yorum yapma fırsatı sunduğu mitoloji üzerine bir inceleme olan Les Échecsamoures’dir. Chess in Love’ın düzyazı metni özellikle mitolojik bölümleri toplumda hayli yankı bulur.
20. Yüzyılın ortalarından başlayarak satranç oyunu uluslararası bir ilginin de odağı oldu. Her ulustan satranç ustaları yetişti. Özellikle SSCB döneminde ünlü satranç ustaları adından söz ettirmeye başladılar. Garry Kasparov, Anatoly Karpov, Mikhail Tal, Emanuel Lasker, Bobby Fischer, Magnus Carlsen, Fabiano Caruana hemen akla ilk gelen satranç ustalarıdır.
Bilişim, bilgisayar teknolojilerinin gelişimi ile birlikte yapay zekâ ve satranç kavramları yeni atılımlara hazırlanmaktadır.
Bir gün, Alphazero yapımcısı ve şirketin sahibi, Kasparov’la birlikte bir basın toplantısı yapıyorlar. Kasparov’a gelen sorulardan biri: Saniyede milyonlarca varyant hesaplayan bilgisayarlara karşı saniyede bir hamle hesaplaması bile zor olan insan, yine de belli bir yıla kadar bu güce karşı mücadele edebildi, hatta şimdi bile nadiren de karşılık verilebiliyor. Bunu nasıl yapabiliyorsunuz?
Kasparov düşünmüş, düşünmüş ve açıkçası, bilemiyorum diye yanıt vermiş. Beynimizin gizleri henüz tümüyle çözülemedi. Özetleyerek söylemek gerekirse; satranç ustaları hesap makineleri değildir. İnsanın duyguları, hangi hamleyi, ne zaman kullanmak gerektiğini duyumlarıyla belirler. Ustalığı budur. Hesap gücünü de gerektiğinde kullanılır.
Satranç sanatsal düşüncelere çok fazla etkilerde bulunmuş. Yaşadıkları sürece Goethe, Igor Oistrakh, Robert Schumann, Felix Mendelsshon Bartolldy, Dante Alighieri, Giovanni Boccacio, Vasili Kandinsky, George Gordon Byron, Thomas Mann, Sergey Prokofyev ve daha niceleri satrançtan etkilenmişler ve kendileri de bu oyunu oynamışlardır.
Bedri Rahmi’ye sanat nedir diye sormuşlar, oyundur derim demiş.
Büyük ustaya en güzel oyununuz hangisi diye sorduklarında ise henüz oynamadım demiş. En güzel cevap!
Satranç ve satrançla ilgili olarak geliştirilmiş kavramlar genel olarak bunlardır. Elbette işin içine girdikten sonra daha karışık, karmaşık, sofistike kavramlar ve terimler de karşımıza çıkmaktadır.
Satrancın nerede ve nasıl bulunduğuna, bir oyun haline getirilişine ve bu oyunun gelişme süreçlerine ilişkin bilgileri vermeye çalıştık.
Satranç Doğuda bulunuyor, Batıya ulaşıyor ve orada yeniden şekilleniyor. Sonra Doğu, Batının şekillendirdiği oyunu bu haliyle kabulleniyor. Taşların adları bir yana şekilleri de değişiyor. Biz Şah diyoruz ama elimize aldığımız taşın Şaha benzeyen bir şekli yok. Vezir vezire benzemiyor. Filin fil şekliyle hiç ilişkisi yok. Doğu elindeki bir kültür aracını Batıya kaptırmış. Niçin? Çünkü ekonomik gücü eline bir şekilde geçirmiş olanlar ulusal ve uluslararası düzeyde kültürü de şekillendiriyor. Şekillendirdiği bu kültür araçları ile toplumları istedikleri yöne yönlendiriyor. Bu karşı çıkışımız ulusalcılık veya bölgecilik ile ilgili değildir. Batı patent, lisans ve knowhow’ larla kendi bilim, kültür ve sanat ürünlerini koruyorsa kültürün gerçek sahiplerinin de kendi buluşlarına sahip çıkması gerekir. Eğer bir toplumun ileriye gitmesini bekliyorsak o toplumu yönetenlerin bilim ve sanat insanlarına her türlü olanağı sağlamasının yanında ürünlerine de sahip çıkması zorunludur.
Ali Can Polat
17.04.2022