SAMİ SELÇUK

 

SAMİ SELÇUK

 

Pesimizm – Optimizm – Realizm – Polyannacılık – Oblomovluk vd.

Bu yazıya başlamadan önce epey düşündüm, üç kez klavyenin başına oturdum kalktım. Ancak susmayı kendime yediremedim, gelecek itiraz ve eleştirileri göze alarak sonunda yazmaya, düşündüklerimi becerim ölçüsünde sizlere ulaştırmaya karar verdim. Yazıya başlamadan önce alt başlıkta yer alan kavramların birer ikişer cümle ile açıklamayı uygun buldum.

Pessimisme, pessimiste: Fransızcadan dilimize girmiş olan bu ve aşağıdaki diğer sözcükler kötümserliği, karamsarlığı ve bu durumu kendisine ilke edinmiş kişileri anlatmak için kullanılıyor.

Optimisme, optimiste: Pesimizmin aksine bu da iyimserliği anlatmada kullanılıyor. Türkçede zaman zaman nikbinlik sözcüğü de optimizm yerine kullanılıyor. Kökeni Farsça olan bu sözcük de nik-nevak-niyak sözcüklerinin evrilmesi ile dilimize iyimserlik anlamında girmiştir. (Nik: İyi + Bin: gören= İyi Gören) Optmistlik veya nikbinlik sözcükleri bardağın boş tarafına takılmadan dolu tarafı ile neler yapılabileceği anlatılmak istendiğinde kullanılmaktadır.

Réalisme, realiste: Gerçekçilik ve gerçekçiliği savunan kişi demektir. Realizm 19. yüzyıl ortalarında, 1848 işçi hareketlerinden sonra Fransa’da ortaya çıkan estetik, edebi ve felsefi anlayış için türetilmiş bir kavramdır. Pozitivizm veya olguculuk ise Auguste Comte’un başını çektiği, doğru bilginin yalnızca bilimsel bilgi olduğu, doğru bilgiye ise yalnızca ampirizm yolu ile/ deneyle ulaşılabileceği görüşünü savunan bir düşünce akımıdır.

Zaman içinde geleneğe ve klasik anlayışa karşı romantizm akımı ortaya çıkmıştır.  Klasik ve romantik anlayışa karşı da bir tepki olarak realizm anlayışı doğmuştur. Daha sonra sosyalist akımların güç kazanmasıyla gerçekçilik sosyalist/ toplumcu gerçekçilik anlayışına evrilmiştir.  20. ve 21. Yüzyıllarda sürrealizm ve gerçekötecilik /Post-truth  gibi kavramlar birbirlerini izlediyse de bunların ayrıntısına bu yazıda girmeye gerek yoktur.

Polyannacılık: Pollyanna, 1913 yılında Eleanor Porter tarafından yazılmış bir romanın kahramanıdır. Pollyanna anne babası öldükten sonra, tek akrabası olan sert huylu teyzesinin evinde yaşamını sürdüren bir genç kızdır. Romanda onun yaşantısından kesitler anlatılmıştır. Daha sonra bu durum psikolojinin bir konusu haline gelmiştir.
Bu kavramın anlamı deyim yerindeyse vurdumduymazlık, her durumda bir mutluluk oyunu oynamak demektir. Türkçede bu da geçer, aman bir şey olmaz, kalanı ile yine yaşarız gibi psikolojik bir durumu, ironinin çok ötesinde aşırı bir iyimserliği ifade etmekte kullanılmaktadır. Ev yanarken iyi oldu üşümüştük, ısınıyoruz vb…

Oblomovluk: Oblomov İvan Gonçarov’un 1859 yılında yayımlanan bir romanı ve bu romanın bir kahramanının adıdır. 19.Yüzyıl Rus edebiyatının unutulmaz simgesel kişiliklerinden birisidir. Oblomov, önemli kararlar almak ve bu kararları uygulamak konusunda aciz, yeteneksiz ve becerisiz genç ve cömert bir soyludur. Onun bu durumu edebiyat, sosyoloji ve psikoloji alanında araştırma ve incelemelere konu olmuş ve bizim burada kısaca tembellik olarak tanımladığımız Oblomovluk kavramı da böylece doğmuştur.

Bu kavramlardan söz edince bunlara yakın anlamlar çağrıştıran başka kavramlar da hemen gözümüzün önünden sıra ile geçiyorlar. Nihilizm, anomi, anarşi ve Spartakist hareketler gibi… Neyse bunların da ayrıntılarına girmeye gerek yok.

*

06.06.2024 günlü ajanslar Cumhurbaşkanının verdiği bir demeçte veya yaptığı bir konuşmada son kayyım kararlarını anlatırken “Yargı burada kanunu değil, hukuku konuşturdu.” ifadelerine yer vermiştir. Bu sözleri duyar duymaz bir yargı kurumunun görevinin “kanunu veya hukuku konuşturmak” mı yoksa uygulamak mı olduğunu düşünmeden edemedim. Bu dil devlet bürokrasisinin değil kahvehane kültürünün bir ifade tarzıdır. Bu biçimsel durum dışında kanun ve hukuk kavramları elbette hukuk felsefesi yönünden uzun uzun tartışılır, tartışılmıştır da.  Ama yargılama yapan yargıç yönünden, ben bugün hukuku yarın da kanunu konuşturayım diye bir seçim söz konusu olmaz, olamaz. Burada yargıcın bir takdir hakkı da söz konusu değildir.
Amaca kanun hizmet ediyorsa kanun, hukuk hizmet ediyorsa hukuk uygulanır, uygulanmalıdır şeklindeki bir anlayış ve düşünce ise hiçbir bakış açısından kabul edilemez. Hem kanun ve hem de hukuk devleti anlayışına, hukukun üstünlüğü ilkesine tümüyle aykırıdır. Kanımca talihsiz bir değerlendirme olmuştur.

Aynı gün Tele-1 Televizyonunda yayına konuk olarak katılan Yargıtay Onursal Başkanı, Prof. Dr. hukukçu üstadımız Sami Selçuk katıldı. Yukarıda tırnak içinde gösterdiğimiz açıklamadan genel hukuk sistemimize kadar birçok konuda görüş ve düşüncelerini, anılarıyla birlikte anlattı.

Sayın Selçuk’un konuşmasının genel yapısına katıldığımı en baştan söylemeliyim. Ancak konuşmasından not olarak aldığım bazı görüşlerine itirazım var ve bazılarını da kabul edemiyorum.

Biz Avrupa’dan “Hukuk Almadık, Onun Meyvesi, Ürünü Olan Yasaları Aldık, Kök, Dal Gövde Orada Kaldı”.  “Bizde Hukuk Bilinci Yok”. “Bizde Hukuk Devleti Hiç Olmadı” “Hukukun Üstünlüğü İlkesi Hukuk Devletinin Üzerindedir” “Avrupa’da hukukun devleti, Anglosaksonlarda Hukukun Üstünlüğü Var.” Vd.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu gibi birçok hukuksal düzenlemeyi “iktibas” yolu ile çeşitli Avrupa ülkelerinden aldığımız doğrudur. Ancak örneğin Medeni Kanun birebir dilimize çevrilerek uygulamaya konmamış, bir hazırlık dönemi olmuş, bu dönemde Türk aile ve toplum yaşantısına uyarlamalar yapılmıştır. 1920’li yıllarda Anadolu’da çok eşliliğin dinin ve geleneğin bir sonucu olduğu anlayışı varken ve egemenken tek eşli evliliği düzenlemek yasal düzenlemelerden, bir yasa yapmak veya iktibas etmekten daha fazla bir şeydir. Bu tarihi ve sosyolojik olguyu görmezden gelmek veya küçümsemek kabul edilemez. Aynı şekilde eski paşa, ağa, bey, sultan gibi sanların kaldırılması ve soyadı kanunun kabulü yeni bir hukuk anlayışının benimsenmekte olduğu anlamına gelmez mi?

Türkiye Cumhuriyetinin temelleri kapalı kapılar, oligarşik kimi küçük topluluklar içinde değil Erzurum ve Sivas kongrelerinde atılmıştır. Antiemperyalist mücadeleye yani kurtuluş savaşına başlamadan önce ilk iş olarak 23.04.1920 tarihinde Ankara’da TBMM toplanmıştır. Tüm kanunlar bunlar meclis çatısında tartışılmış ve kabul edilmiştir. Bu hukuk devletine ve hukukun üstünlüğü ilkesini gerçekleştirmeye atılmış en önemli adımlardır. Bunları yok saymak ve küçümsemek kabul edilemez. O günün koşulları altında yeterli olmadığını bugün konuşmak söylemek de zavallı bir anakronizmdir.

Kurtuluş savaşı süresince başkumandanlık yetkilerini bu meclis liderine belirli süre ile verdiği unutulmamalıdır. Demokrasi sandığa oyların atılıp çıkarılmasından ibaret değildir. Savaş yetkisinin başkomutana sürekli verilmeyişi, egemenliğin sahibi olan halkın ve onun temsilcilerinin denge-denetim mekanizmasını ne denli titizlikle kullanıldığını gösteren bir kanıttır. Yetkinin bir süreye bağlanması bu meclisin en güzel demokrasi uygulamalarından biridir. Bu gerçekleri olduğu gibi kabullenmek 100 yıl sonra bile niçin zor geliyor, anlamıyorum.

I. Büyük Savaş sonrasında kurtuluş savaşının muzaffer, utkan komutanı o meclise kendini padişah, sultan, halife seçtirebilecekken o bunu istememiş onların oyu ile seçilen ve değiştirilebilen bir devlet başkanı olmayı seçmiştir. Bunlar hukuk devleti değil ise, hukukun üstünlüğü değil ise nedir?

Hukukun üstünlüğü kavramını açıklamak için devletin halkın yanında veya üstünde gibi masa başı tanımlamaları bu denenmiş, somutlaşmış gerçekler karşısında çok zayıf kalmaktadır.

Elbette o gün yapılanları, çıkarılan yasaları, o günden günümüze yapılan uygulamaları eleştirmek hem hakkımız hem de görevimizdir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, doğrudan TBMM’ nin katkısız bir ürünüdür. Bilime aykırı, çağdışı kalmış bir anlayışın ürünü olan eğitim sisteminin tümüyle bırakılıp “en hakiki mürşidin bilim, fen” olduğunun açıklanmasıdır. Bu bilime, demokrasiye ve bunların dayanağı olan hukuka inanmayı, hukuk bilincini ifade etmez mi?

Değerli hocamız “Anayasanızda laik yazmakla laik olunmaz, Türkiye hiçbir zaman laik olmamıştır, şu anda da değildir. Laik iseniz laiksinizdir, değilseniz laik değilsinizdir, bir dinin görevlileri için genel bütçeden para ayırıyorsanız siz laik falan değilsiniz demektir. Çıkarın Anayasanızdan laik sözcüğünü kurtulun” mealinde, ve bu anlamlara gelen ve aşağı yukarı aynı sözcüklerden oluşan cümleler kullanmıştır.
Değerli hocamızın bu sözlerine kendimi çok zorlasam da katılamadım. Bir ironi yapılmak isteniyorsa başka bir konu seçilmelidir. Esasen laikliği kaldırmak için pusuda fırsat bekleyenlerin karşısında böyle bir şeyin bu tarzda konuşulmasını ben uygun bulmuyorum.

Hocamızın bu sözleri bize Thomas More’ un Utopia’ sını anımsatıyor. Ne yazık ki öyle bir ülke yok ve hiç olmadı. O ülke Thomas More’ un hayalindeydi. More’un başı kesilince de tümüyle yok oldu, gitti.

Hocamızın hukuk denince kimi Avrupa ülkelerini, erişilmez, ulaşılmaz kabul eden anlayışını da anlamak çok zor. Hocamız anılarından bir örnek veriyor, Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron’un Sarı Yeleklilerin (mouvement des gilets jaunes)  gösterileri sırasında kendisi ile konuşmak isteyenlere karşı “ Bugün hafta sonu, pazartesiden önce bu sorularınıza cevap veremem” diye yüksek sesle konuşmasını çok önemsiyor. Buna karşı bir sarı yeleklinin yine yüksek sesle “seni o makama biz, bize uşaklık edesin diye seçtik” sözlerini demokrasinin mükemmel bir örneği olarak kabul etmektedir. Bunları anlatırken yüzündeki mutluluk ifadesi ise görülmeye değerdi.
Değerli hocamıza sormak değil anımsatmak isteriz: 1960 yılı Mayıs ayında Ankara, Kızılay’da 555K şifreleri ile toplanan kalabalığın arasına katılan başbakan Adnan Menderes’in yakasına o tarihte bir SBF öğrencisi olan Deniz Baykal hürriyet diye bağırarak yapışmıştı. Hocamızın bu anlayışına göre Fransız sarı yeleklisinin hareketi demokrasi ise başbakanın yakasına yapışan öğrencinin o hareketi de en ileri bir demokrasi örneğidir ve o öğrencinin tartışmasız büyük bir heykelinin dikilmesini gerektirir. 

Bugün Türkiye’nin demokrasi karnesi nedir, düşünce ve ifade özgürlüğü, toplantı, gösteri, yürüyüş ve grev hakları, örgütlenme hak ve özgürlükleri hangi düzeydedir, devleti yönetenlerin en küçük eleştiriyi bile hakaret sayıp dava konusu yapmaları ne durumdadır, bunların tartışması elbette yapılır. Bu konularda hocamızla herhangi bir düşünce ayrılığımız bulunmamaktadır.

Hocamız, İtalya’da, Roma’daki ki bir anısını da anlatıyor. Sanırım YSHK gibi bir yer, konuk olduğu savcı veya yargıcın arkasındaki tabloya dikkatini verdiğinde bu fotoğrafın daha önce ölen ve hukuka çok hizmetleri geçen bir meslektaşına ait olduğunu öğreniyor, hem şaşırıyor ve hem de çok seviniyor. Sözü edilen kişi Mussolini öncesinde ve döneminde görev yapmış bir hukukçu imiş. Daha sonra Avrupa parlamentolarının birçoğunda faşist, komünist birçok devlet adamının tablo ve büstlerinin bulunduğunu söylüyor. Acaba Reichstag’ da Hitler heykeli veya büstü var mı?

Bilindiği gibi 01.11.1922 gün ve 308 sayılı Yasa ile halifelik ve saltanat birbirinden ayrıldı ve saltanat hemen kaldırıldı. İki başlılığa son verildi. Lütfen tarihe dikkat edelim, kurtuluş savaşı 09.09.1922 günü başarı ile tamamlanmış artık barış görüşmelerine heyetler gönderilecektir. Saltanat kaldırılmamış olsaydı Lozan’a gidecek barış heyeti konusunda sorunlar çıkabilirdi.

03.03.1924 tarihinde de halifelik kaldırılmıştır. Devletin tepesindeki teokratik vesayet sona erdirilmiş ve laikliğe doğru giden yolda en önemli adım atılmıştır. Bu yasaların halkın meclisinde tartışılarak kabul edilip birbiri ardınca yürürlüğe konulması hukuk devleti olduğumuzu mu olmadığımızı mı gösterir?

Hocamızın düşündüğünün aksine bu yasalar devletin kademelerinde ve halkımızın vicdanında hukuk ve demokrasi bilincinin doğmasını sağlamıştır. 100 yıl boyunca bu Cumhuriyet hala ayakta durabiliyor ise hukuk bilincinin çok derinlere kök salmış olduğunu gösterir.

31.05.1925 günlü İcra Vekilleri Heyetinin bir kararı ile resmi daireler ve okullarda Osmanlı’nın arma, tuğra ve saltanat resimleri kaldırılmıştır. Bu TBMM’nin kabul ettiği bir yasanın uygulamasıdır.

Aynı meclis Türk Kanunu Medenisini de kabul etmiştir. Şimdi bir an düşünelim. Medeni Kanunu uygulamakla yükümlü bir Asliye Hukuk yargıcının arkasındaki duvarda Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye (Osmanlıca: مجلۀ احكام عدلیە) veya kısaca Mecelle diye bilinen ve 1868-1876 yılları arasında hazırlanmış olan metnin yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın bir resmi asılı olsun. Bu çelişki kabul edilebilir mi?
Ahmet Cevdet Paşa birçok yönleriyle tarihimizde önemli bir kişiliktir ama resminin asılacağı yer herhalde bir mahkeme salonu veya yargıcının odası değildir. O ve benzerlerinin yeri arşivler veya müzelerdir. Hocamızın bu konudaki duyarlığını da anlayamadım.

Bunlar bize 2004 yılında AB’ nin kriterler listesine aldığı bir şeyi, AB’nin istediği ölçülerle demokrat sayılabilmemiz için devlet dairelerinden kurucu liderimizin resimlerinin indirilmesi isteklerini anımsattı. Daha sonra tabelalardan TC’ nin sökülmesini… AB’nin üyelik yerine bize reva gördüğü ankraj projelerini anımsattı. Biz bu gerçekler karşısında AB üyesi ülkelerin hangi demokratlığından, hukuklarından, hangi hukukun üstünlüğü ilkelerinden söz edebileceğiz? AB ve ABD demokrasisi eğer demokrasi sayılırsa hiç akıldan çıkartılmamalıdır ki; güçlerinin yettiği diğer ülkeleri iliğine kadar sömürüleri ile ayakta durmaktadır.

Bir Türk milliyetçisi değilim, hele bir ırkçı asla değilim. Ama toplumcu, demokrat bir yurtsever olarak her şeyin en iyisini onlar bilir, bizden bir şey olmaz anlayışını da asla kabul edemem.

Hocamız Avrupa’da hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden söz ediyor. Bu iki kavramın-terimin arasında net bir çizginin olmadığından bunların çok zaman iç içe geçmiş olduğundan söz etmiyor.
Bunları bir yana bırakalım, mafya olgusunu, gladio kavramlarını biz İtalyanlardan öğrenmedik mi? Mafya o hukuk sisteminden doğmadı mı? İtalyanların mafyadan temiz eller operasyonlarıyla güç bela kurtulabildiğini unuttuk mu? İtalyan Ceza Yasasını iktibas eden Türkiye faşist kabul edilecek ama İtalya’ya bir söz söylenmeyecek! Bunlar ağır çelişkilerdir.
Palermo’da tarihi Utanç Çeşmesi gezenlerine çok şeyler anlatabilir. Antonio di Pietro’ nun Mafya ile kıyasıya mücadelesi bizlere önemli ipuçları vermektedir. Bugün İtalyan seçmenlerinin Giorgia Meloni adında bir Mussolini hayranını iktidara taşırken hiç de gerekli dersleri almadıklarını, hukuk bilincini içselleştirememiş olduklarını, akıllanmadıklarını görmekteyiz.

Adolf Hitler bir darbe ile değil üç Almandan birinin oyunu alarak iktidara geldi. Hitler, Alman sanayicileri kadar Alman aydınlarının da oyunu almıştı. İşçileri kandırabilmişti. Sonraki seçimlerin hepsinde oylarını artırmayı başarmıştı. Bunların hiçbirini unutmamak gerekmektedir. Sonuç Almanya ve dünya için tam bir felaket oldu. Bunlar Alman hukuk sistemi ve Reichstag beceriksizliklerinin sonucunda olmuştur.

1768-1848 yılları arasında yaşamış olan politikacı, diplomat ve Fransa’da romantizm akımının kurucuları arasında sayılan François-René de Chateaubriand’ tan söz ediyor, hocamız bize onun bir sözünü aktarıyor.
Kimmiş bu Chateaubriand, biraz yakından bakalım. Kudüs Yolculuğu (L’ıtinérarire De Paris A Jérusalem) adlı seyahat notları bize yardımcı olacaktır.
1806-1807 yıllarında Chateaubriand bir doğu gezisi yapıyor. Yazar, bu gezisinin anılarında Osmanlı Türk’üne (elbette Müslüman tebaaya) ve genel olarak Ortadoğu’ya Ortaçağ Katolik şovenizmiyle yaklaşmaktadır. Köksüz bir Lâtin kültürü merakı vardır. Türkleri bu kültürü yok etmekle suçlar. Haçlıların akıttıkları kana hayranlık duymaktadır. Gittiği her yerde Hz. İsa’yı gördüğünü söylemekte ve insanlığın ancak Hıristiyanlıkla kurtulacağına inanmaktadır. Onu koyu Oryantalist ve bağnaz Katolik bir yazar olarak ve onun bu eserini aynı gerekçelerle ciddiye almak olanağı yoktur.
Gezinin dönüşünde 5-6 saat kadar İstanbul’da kalır, kısa süre kaldığı için sevinir. Hocamızın anlattığına göre Chateaubriand, özetle; ben bir kişinin özgür diğerlerinin özgür olmadığı, köle olduğu bir ülkede yaşamak istemem demiş. İzinizle şu soruyu sormak isterim, bizim padişahlarımız mutlakiyetçi de o tarihlerde Fransa’yı yönetenler demokrat mı? XIV. Lui kendisine Roi de Soleil/ Güneş kral dedirtmiyor muydu? Kendisi (l’État c’est moi) / devlet benim dememiş miydi?
XIV. Lui’ yi de giyotine gönderen Fransızlar değil miydi? Türkçemizde bir söz vardır, “Tencere Dibin Kara, Seninki Benden Kara” diye… Yollamada bulunulacak, referans verilecek kişi üzülerek söylemeliyim ki; bu bağnaz bir romantikten olabilmeliydi.

Bu eleştirilerim numaralı Fransız Lui’ lerine veya onların yaptığı iyi şeylere yönelik değildir. Ayrıca büyük Fransız İhtilaline karşı olmadığını, büyük bir sempati duyduğumu da vurgulamak isterim.

Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi (AYM), 2018 tarihli 703 sayılı Anayasa’da Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin bazı hükümlerini iptal etti (AA). Hocamızın bu 270 sayfayı bulan iptal kararını olağan sayması ve önemli bulmaması da bir dinleyici olarak beni çok şaşırttı.

Yine bilindiği gibi, hocamız 16 Nisan 2017 de yapılan halk oylaması sırasında Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’da geçersiz sayılan mühürsüz pusula ve zarfları son anda geçerli saymasıyla ilgili kararının açık bir yetki gaspı olduğu hakkında hukuki görüşünü açıklamıştır.
Hocamız tartışmasız yerinde bir görüşle YSK’ nın kendisini yasa yapıcı yerine koyduğunu da söylemiş, bu konuda bir de kitap yazmıştır. YSK kararının hiç doğmadığını ve “yok hükmünde” olduğunu anlatarak oylamanın yeniden yapılması gerektiğini ısrarla belirtmiştir.

Yukarıda değerli hukukçumuzun katıldığım ve ayrıldığım görüş ve anlayışlarını özetlemeye çalıştım. Hocamızın düşüncelerine karşı çıkmamın biricik nedeni hocamızın karamsarlığı ve konuları çözümsüz bırakmasıdır. Oysa kamuoyu bu hukuksuz ortamdan kurtulmayı, kurtulmak için de inandığı güvendiği konunun uzmanlarının görüş ve önerilerini beklemektedir.
Bizde hiçbir zaman hukuk bilinci olmadı demenin bir anlamı ve yararı yoktur. Esasen bu görüş yerinde de değildir. Genç Cumhuriyetimiz var olan en zor koşullarda kurulmuş ve kendisine demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmayı hedef olarak seçmiş ve geri dönüşsüz, önemli adımlar da atmıştır.

 Truman Doktrini ve Marshal yardımları ile bu hedeflerden hızla uzaklaşıldığı ise doğrudur. Bu olguları ve deneyimleri yok sayarak konuyu çözümsüz bırakmak halk arasında bezginlik ve yılgınlık duyguları yaratmaktadır. En azından 1961 Anayasasına dönüş bile insanı heyecanlandırmakta ve umutlandırmaktadır. Hocamız bu Anayasanın demokratikliğini belirtmekle birlikte Anayasa yapıcılarını kavramları yerli yerinde kullanmadıkları için anayasa yapmayı bilmemekle suçlayabilmektedir.
1961 Anayasasının kabulünün tehditlere dayandığını açıkça söylemektedir. Birkaç olumsuz olay yaşanmış olsa bile bu halkın bu anayasayı istemediğini, esasen hayır diyecekken korku ve tehditle evet dediğini de göstermez. Öte yandan dünyanın başka ülkelerinde anayasa ve yasalar olağanüstü güzel, tam demokratik ortamlarda mı yapılıyor?
Dillere destan 1215 Magna Carta’sı derebeylerin, İngiliz kralı yurtsuz John diye nitelenen I. John’u zorlayarak ve tehdit ederek imzalattıkları bir belge değil midir? Fransızların numaralı cumhuriyetlerinin anayasaları nasıl yapıldı, nasıl kabul edildi?
Kusursuz yasa ve anayasa yoktur, olamaz. Çözüm bu kusurları en aza indirmektir.
Hocamız, Demirel’in son zamanlarında biraz ve Ecevit’in de başından beri demokrasiyi iyi bildiğini hukuka da çok saygılı olduklarını söylemektedirler. Oysa o Demirel bu anayasa bize bol geliyor demişti. Dün dündür bugün bugündür sözleri ona aittir. Şimdi eleştirilen kişi de biz bu anayasa ile yolumuza devam edemeyiz diyor, aralarında hemen hemen bir fark yoktur. Ecevit’in kısmi seçimi kaybedince istifa ettiğini söylüyor da hükümeti kurarken yaşattığı Güneş Motel skandalını hiç anlatmıyor. Örneklerin yalnızca bir yüzlerine bakarsak veya olayları yalnızca bir yönleriyle incelersek yanılma olasılığımız artar.

Özetlemek gerekir ise hukuk evrensel olmakla birlikte her ülkenin gereksinimlerine göre uygulamada farklılıklarının olması kaçınılmazdır. Hukuku evrensel kılan insan hakları, demokrasi anlayışı ve insanın erdemli davranışlarıdır. Erdem yöneticiler kadar yönetilenlerde de bulunması gereken bir niteliktir. Bu nitelik de hiçbir ülkede bir anda var olmamıştır. İnsanlık tarihi daha iyi bir yönetimi sağlama arayışlarının tarihidir. Bu arayışlar için belki biraz sabır gerekmektedir. Nesnel koşullar yani o ülkenin altyapısı hazır edilmeden bir üstyapı kurumu olarak hukukun ve hukuk üstünlüğünün olması, gelişmesi olası değildir.  Bu süreç uzun soluklu çalışmayı gerektirmektedir. Bir Osmanlı paşasının söylediği gibi biz hep böyleyiz, bizden adam olmaz gibi bir pesimistliğe kapılmamamız gerekiyor.

Aynı şekilde hukuk olmasa da, eksik kusurlu olsa da olur, biz yine idare ederiz gibi vurdumduymaz, konformist, kişisel çıkarlarının peşinde koşan, eyyamcı, gününü gün eden pragmatist oportünist, saf veya demagog bir polyannacılığı, sahte mutluluk oyunlarını da kabul etmemeliyiz.

Oblomovluk veya kilimin dört ibiğini suya bırakacak şekilde anomi veya nihilist anlayışları da düşünmemeliyiz. Kısa sürede sonuç almayı veya her şeyi yok sayan Spartakist anlayışlardan ve anarşizmden de uzak durmalıyız.

Unutmayalım, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla, Nazım Hikmet’in sözleriyle cehennemiyle, cennetiyle bu memleket bizim. Sevgisini biz yaşıyoruz, derdiyle biz dertleniyoruz, güzelliklerini biz yaşıyoruz.
Toprağı, suyu, havası ve insanıyla her türlü sorunu ile de uğraşmak bizim, hepimizin en doğal bir ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek çok da zor değildir. Dün, bir yandan içerde sultanların bir yandan da dışarda emperyalistlerin baskı, zulüm ve talanına karşı bundan çok daha zor koşullarda başa çıkıldı. O zamanlardan daha uygun koşullarımız var. En azından 100 yıllık deneyimimizde yaptığımız doğru ve yanlışlar var. Bu doğruları geliştirmek yanlışları düzeltmek daha kolaydır. Dünden farklı olarak okumuş, yetişmiş insan gücümüz var.
Fiziki anlamda bir işgal de söz konusu değil. Mustafa Kemal’in o tarihlerde söylediği gibi öğünerek, güvenerek çalışırsak yine yaparız. Dünden daha iyi, daha kolay ve daha güzel yaparız. İnsanın insana kulluğunu da yok ederiz, tüm dünyaya örnek de oluruz.

Önümüze elbet birçok engel çıkacak, çıkarılacaktır. Bunları da aşarız.  Başka uluslar yaptı ise biz de yaparız, onlar başkalarını sömürerek yaptı biz kimseleri sömürmeden adil bir sistem kurarak yaparız.  Onlardan üstün olduğumuzu değil onlarla eşit olduğumuzu söyleyerek onların yaptıkları veya benzerleri iyi şeyleri biz de yaparız.

Elimizde örnek alabileceğimiz 1961 Anayasamız var şimdi daha gelişkin Anayasamızı da, baba yasamızı da yaparız. Dostluğumuzla, yurtta ve dünyada barış ülkümüzle, birlik ve dayanışmamızla kalkınmamızı da gerçekleştiririz, tasalarımızı da sevinçlerimizi de ortaklaşırız. Hem de öyle hamasetle değil, akılla, bilimle yaparız. Bu köhneleşmiş düzeni yıkar, içimizdeki ayrık otlarını temizler, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletini sağlam temeller üzerinde yeniden yükseltiriz.

Değerli hocamız, üstadımız, meslek büyüğümüz değerli Sami Selçuk: Gün karamsarlık günü değil, dün atalarımız yaptı ise bugün de biz yaparız. Zor ise hemen bir ucundan tutarız, imkânsız ise kısa bir süre isteriz, ama mutlaka, mutlaka yapar, hukukun üstünlüğünü yaşamın bir parçası yapmış bir toplum olarak çağdaş, uygar ulusların arasındaki saygın yerimizi alırız.

Saygılarımla…

08.06.2024
Ali Can Polat

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.