POSTULAT – CREDO – İMAN

 

P O S T U L A T – C R E D O – İ M A N

Doğada var olan tüm canlılar varlıklarını sürdürebilmek ve daha iyi koşullarda yaşayabilmek için hiç kuşkusuz bir şeylere inanmak gereksinimi duyarlar. Bu mantığın ve felsefenin de, sosyoloji, psikoloji ve matematiğin de en temel kurallarından biridir. En başta insanlar olmak üzere tüm canlılar duyarak, görerek ve diğer tüm duyu organlarını çalıştırarak elde ettikleri verileri, topluluk halinde yaşamanın sağladığı kültürel birikimlerle ve genlerinde kazınmış olan bilgilerle karşılaştırarak gelecekleri hakkında bir önermede bulunurlar. Örneğin güneş ışıtır, ısıtır ama güneşte fazla kalınca kavurur. Ağacın altı serindir. Ağacın altına sığınırsam güneşin kavurucu sıcağından kurtulmuş olurum. Güneşin ışıtıcılığı, ısıtıcılığı, ağaç altlarının görece daha serin oluşu gibi şeylerin hepsi birer ön doğru/postulattır.
Postulat Fransızca’ dan dilimize girmiş olup bir mantık, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve matematik terimidir. Kanıtlanmasına gerek duyulmadan doğru, gerçek veya gerekli olduğu kabul edilen bir düşünceyi ifade eden bir kural, bir varsayımdır. Sözcüğün kökeni Latince postulatum sözcüğünden gelmektedir. Postulatların geçerliliği doğruluğu görecelidir. Örneğin ateş, alev yakıcıdır ama bir ateşbaz illüzyonistin sahnede ağzına aldığı alevler onu yakmamaktadır. Daha önceki deneyimlerimize ve sahneye baktığımızda duyu organlarımızdan beynimize giden uyarılara göre ateşin, alevlerin yakması gerekmektedir. Yakmıyor, çünkü görünüşü alev olsa da bu alev bizim bildiğimizden farklı bir alevdir. Yakmayan alevin içeriğini, bileşimini bilene kadar bizim bu ve benzer inançlarımız sürecektir. Yeni bilgilerle bu postulat doğruluğunu, gerçekliğini yitirecektir.

İnanmak eski Roma’da Latince credere sözcüğü ile anlatılıyordu. Latince bu eylemden türetilen diğer sözcükler de şunlardın.
Créditendis: İnançlı/ Incrédentis: İnançsız/ Credo: İnanma
Latince dilinde inanmış olmayı karşılayan bir başka sözcük de Fides ‘tir. Bağlılık anlamına gelmektedir. Bundan türeyen sözcükler de Fidel, fidelite: İnançlı, sadık, sadakat ve bağlılık anlamlarına kullanılmaktadır.

Bugün inanmak ne anlamda diye sorulabilir. Yaratıcı bir ortaçağ etimolojisine göre, inanmak Latince kor-dare’den türemiştir. Yani kalbi vermek, onu koşulsuz olarak başka birinin eline vermektir. Latince cordis, Fransızca cœur kalb demektir. Dare de Latince ve İtalyanca da vermek anlamınadır.

Fransızca sözlüklerde croire: İnanmak, sanmak, inandırmak, / crédibilite: İnandırıcılık, / crédirentier: Geliri olan kimse, gelirci, / créditer: Kredi açmak, açtırmak, / crédit: Birinin aldığı borcu geri vereceğine inanma, güvenme.—Ödeme vadesi—Borç hesabı—Ödenek—Saygınlık itibar—, / créditeur: Alacaklı, /
credo: Bir kimsenin kanış ilkeleri, Hristiyan amentüsünün ilk sözcüğü ve bu amentünün adı. / Credule: Çabuk kanan, saf anlamlarına gelmektedir.

Buraya kadar olanları özetlersek; toplumsal ilişkiler içinde insanlar belli tutum ve davranışlar karşısında karşı tarafı temsil eden kişi, kurum veya kuruluşların nasıl tepki vereceğini, ne yapacaklarını ve ne yapmayacaklarını bilmek, onlara güvenmek ve inanmak gereksinimi duymaktadırlar. Latin dünyası bunun için bir de çok anlamlı bir deyim üretmişlerdir. Pacta Sunt Servanda. Özetle söylemek gerekir ise herkes verdiği sözü tutmak ile ödevlidir. Görüldüğü gibi doğal olaylardan toplumsal ilişkilere kadar yaşamın her aşamasında insanlar karşısındaki kişi, kurum ve kuruluşlara, olaylara hep bir varsayımla yaklaşmaktadır. İnsanlar beli bir işin yapılması veya hizmetin görülmesi için bir başkası ile anlaşmakta. Bu anlaşma, sözleşme uyarınca (A) , (B)’ ye bir şey verecek o da bunun karşılığında bir bedel ödeyecektir. Bu alışverişlerin en çok öne çıkanlardan bir tanesi de borç alma verme konusudur. Borç veren kendisine ait olan bir şey veya parayı bir başkasına vermektedir. Öngörülen sürenin sonunda yani vadenin dolmasıyla birlikte aldığı veya kullandığı para veya eşyayı kullanma bedeli ile birlikte sahibine geri verecektir. Verilen şeyin geri verilip verilmeyeceği veya verilemeyeceği önceden bilinemez. Bu bilinmezlerden en önemlilerinin başında geleni söz verenin, sözleşme yapanın, kendisine güvenilen ve inanılanın sözünde durup durmayacağıdır. Zaman içinde kimlerin güvenilir, kime ne kadar inanılır sorularının bazı ipuçları vardır. Bir şeyi veya parayı veren bir kişi yahut da bir siparişi yerine getiren kişi karşı tarafın inanılırlığını ve güvenilirliğini değerlendirmektedirler. Kendilerine inanılan ve güvenilen kişiler credible inanılmayan, güvenilmeyen incredule veya incredible, incroyable olarak nitelendirilmektedir. Dikkat edilecek olursa bunların hemen hemen tamamı credere eyleminden türemektedir. Bu da toplum yaşantısı için inanmanın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ve yine dikkat edilecek olursa bunların hiç birinde dinsel bir yollama bulunmamaktadır. Hepsi seküler bir yaşantının araçlarıdır.

Ne var ki daha sonraki yıllarda gündelik toplumsal yaşantı içinde din kuralları ağırlık kazanmaya başlayınca işin rengi değişiyor. İnanmak ya da inanmamak insanların elinden alınıyor. Zorunlu hale getiriliyor. Bu zorunluluk da hem bu dünyada ve hem de bu dünyadan sonra var olduğu söylenen “uhrevi” dünyada çok ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Pagan dünyada sıradan bir iş olan inanma-inanmama sorunu din toplumlarında korkulan bir konu halinde gelmiştir. Hristiyan dünyada Credo/ Amentü olarak açıklanan bu kurallara aykırı bir eylem ağır suç/ günah olarak nitelendirilmekte ve toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmadan başlayıp asma, kesme, yakmalara kadar varan cezalarla cezalandırılmaktadır.

Türkçemizde inanmak sözcüğünün kökeni Eski Türkçe/ Uygurca (ınan) ‘dır, güvenmek, umut bağlamak ve sığınmak anlamına gelmektedir. Ayrıca, Eski Türkçe/ Moğolca (ına) ‘dır ve gerçeklik, doğruluk ve güven anlamındadır. Bu köklere yapılan eklerle bu günkü dilimizde kullanılan sözcüklere ulaşılmaktadır.

Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük’ te inanmak eylemini a) bir şeyi doğru, gerçek olarak kabul etmek b) bir kimseyi doğru sözlü olarak bilmek, ona güvenmek c) bir şeyin var olduğunu kabul etmek d) sevilecek, güvenilecek ve bağlanılacak en yüce varlık olarak görmek e) kanarak aldanmak.

TDK da hemen hemen bu anlamlara gelen tanımlamalar yapmaktadır.
Dilimizde bu kökten türeyen sözcüklere de bakmak gerekmektedir.

İman Dinin ortaya koyduğu dogmalara inanma, dinsel inanış, inanç. Tanrı’ya ve İslam dinine inanma.

İnanç: Bir düşünceye, bir kanışa bağlı bulunma veya bağlı bulunulan düşünceye verilen ada itikat denmektedir.

İnancılık: Usçuluğun tersine aklı yetersiz bulup yapılan inceleme ve değerlendirmeleri inanla tamamlamayı ileri süren görüş. İmâniye.

İnan: a) inanmak eylemi, inanma b)Tanrıya duyulan sınırsız güven, inanış. İman c) bir şeyin doğruluğunu, büyüklüğünü, gücünü kesin ve sarsılmaz bir duyguyla benimseme. İman d)felsefi açıdan kişinin doğrularının tümüdür.

İnanlı
: İnanı olan, inanmış, mümin, imanlı, mutekit.


İnançsız
: İnanı olmayan, imansız

İnanca: Bir iş nedeniyle olası zararlara karşılık gösterilen para veya şeydir. Güvence.

İnal: Kendisine inanılan kimse

İnak: Dogma, nas. Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, gözü kapalı inanılan düşünce.

İnaksal: İnaklarla ilgili, dogmatik, naslara değgin.

Ümmet: bir peygambere inanıp onun yolunu seçen kimselerin tümü. Müslümanlığa inanan ve bağlı olan, Hazreti Muhammet’in yolundan giden Müslümanların tümüdür.

Kâfir; Tanrı’nın varlığına inanmayan, Tanrıtanımaz, dinsiz, inançsız kimse. Halk arasında genellikle Hıristiyan olanlara halkın verdiği addır.

Küffar: Arapça كفار / كُفَّارْ (Tekili: Kâfir) Gâvurlar. İslam dinini inkâr edenler. Kâfirler.

Kefere: Arapça kafarat كفرة kâfirler topluluğu, kâfirler âlemi sözcüğünden alıntıdır. Arapça kfr kökünden gelmektedir. Kāfir كافر sözcüğünün çoğuludur.

Gâvur: Gâvur, Türkçede Müslüman olmayan kişileri belirtmek için kullanılan bir nitelemedir. Osmanlı Devleti döneminde Farsça gebr sözcüğünden Türkçeye girmiş ve bu dönemde gayrimüslimleri, özellikle de Rumları nitelemek için kullanılmıştır.

İster Hristiyan, ister Müslüman ya da Yahudi olsun bu üç dinde inanmak konusunun çok büyük bir önemi bulunmaktadır. Bu üç dinin peygamberleri mutlak doğrunun, gerçeğin biricik sahibinin tanrı olduğunu, ezeli ve ebedi bu büyük gücün her şeyi yaratmaya ve yok etmeye kadir, muktedir olduğunu, her şeyin ve insanların en küçük ayrıntıya kadar kaderlerinin onun iradesine bağlı olarak şekillendiğini ve şekilleneceğini açık bir dille anlatmışlardır. Mutlak güç ve bilgi Tanrıda, Allah’tadır. İnsan peygamberler aracılığı ile aktarılmış olan bilgi ile sınırlı olarak bu dünyada yaşamaktadırlar. Sonuçta iyi ya da kötü eylemleri tanrı tarafından tartılacak insanların bazıları cennete, bazıları da cehenneme gideceklerdir. Diğer inanç sistemlerinde buna benzer kuram ve kurallar varsa da Ortadoğu’dan çıkan bu üç din diğerlerinden belirgin farklarla ayrılmaktadır. Bu nedenle incelemeyi bu üç din üzerinden yapıyoruz.

Yaşayan insanlardan bir tanesinin çıkıp doğruların, gerçeklerin, bu dünyana nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğine ilişkin kurallar koyması mümkündür. Sorun bu kuralların insanlara tebliğ edilmesinde, anlatılmasında değildir.

Yazının başında da belirttiğimiz gibi insanlar doğa ve toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek ve daha iyi koşullarda yaşayabilmek için hep bir arayış içinde olmuşlardır. Evrimsel gelişimi içinde insan, homo erectus olarak iki ayaklarının üzerine dikildikten sonra özetin özeti olarak boşta kalan ön ayaklarını yani ellerini yürümenin avının üzerine koşmanın, tehlikelerden kaçmanın dışında başka bir iş için daha kullanmaya başlamışlardır. Eller bir şeyleri tutma üzerine gelişmiştir. Yine bedenin dik duruşu ile yükselen baş daha geniş bir görüş alanına ulaşmış ve bu ona yeni bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Kafatasının içindeki beyni büyümüş ve yeni işlemler için önemli değişiklikler geçirmeye başlamıştır.

Gelişen beyin yaşamsal önemde yeni işlevlere hazırlanmaya başlamıştır. İnsan beş duyusu ile algıladıkları duyumları bu laboratuvarda, beyninde değerlendirmiştir. Bu işlemler aynı zamanda bir bilgisayarın iç belleği gibi bilinç dediğimiz şeyin alt ve üst katmanlarına yazılmaya başlamıştır. Bütün bu işleri yaparken akılsal, mental özelliklerini ve cesaretini kullanmıştır. Bu serüvende ona sürekli kılavuzluk eden curiosité/ merakı olmuştur. Her taşı kaldırdığında acaba yanındaki taşın altında ne var, daha başka ne var şeklindeki merakı onun dünyayı anlamasına ve değiştirmesine en büyük yardımcısı olmuştur.

Oysa bu dinler her şeyin tanrı tarafından bilindiğini onun istek ve iradesine göre belirlendiğini söylemektedirler. Ancak söylenenlerin ötesinde beslenme, barınma ve güvenlik konuları tümüyle insanın bileklerindeki güç ve kafataslarının içinde gelişen akıl sayesinde sağlanabilmektedir.

Yukarıda da değinildiği gibi bu dinlerin görevli ve savunucularının kendilerince uygun bulunan ya da tanrı tarafından bildirilen kuralları tebliğ etmesi bir sorun oluşturmamaktadır. Din adına konuşanlar tek doğrunun bu olduğunu ve herkesin de bunu kabul etmesi gerektiği söylemeye başlamışlar ve yönde zorlamalarda bulunmuşlardır. Bu zorlamalarla birlikte toplumda ayrışmalar ve gerilmeler artmıştır. Gerilme bir yere geldiğinde de ortaya şiddet çıkmaktadır. İnsanlık tarihinin son dört-beş bin yılı bu tür şiddet olaylarıyla, kanlı savaşlarla geçmiştir. İnsanlar çok acılar çekmişlerdir.

İnanmak diye tanımlanan bu eylemin içeriği nedir? İnsan konusu ne olursa olsun bir şeye inandığında ne olmaktadır, insanın zihninde ve insanın dışında değişen şeyler nelerdir?

Konuyu somutlaştırır isek; M.Ö. 28.Mayıs.585 tarihinde Miletos’lu Thales güneş tutulmasını hesap edip açıklayana kadar böyle bir doğa olayı hakkında hiç kimse ağzını açmaya bile cesaret edemiyordu. Thales bu öngörüyü, Didyma’lı bilicilerden, kâhinlerden öğrenmemişti. Merakı, bilgileri ve cetvel-kalem hesabı ile bulmuştu. Sonuçta Olympos’lu tanrıların da kafası karışmış ama Thales’i cezalandıramamışlardır. O tarihten sonra da artık bu tanrıların fiyakası bozulmuş, güçlerini kaybetmeye başlamıştır.

Siracusa’lı Archimedes hamamdan yarı çıplak fırlayıp eureka diye bağırırken içindeki “merak” denen sevimli çocuğun coşkusunu yaşıyordu. Bir din insanı veya başka birisinin inancına yasak koyanlar hangi dürtülerle hareket ediyorlar?
Archimedes sırtını örtecek bir giysiye sahip olamadan öldü gitti ama tanıdığımız nice din insanları dünyadan ayrılırken varsıllıklarını bırakmakta hayli zorlandılar!

Kurulu düzenlerini sürdürebilmek için İskenderiye’li Hypatia üzerine yürüyenlerin başında o dinin insanları vardı. Hypatia bilim için çalışıyordu.

Yine örneğin dinler ve din adına konuşanlar daha düne kadar dünya düz bir tepsi gibiydi şeklinde bir görüş sahibiydiler ve bunu çok yüksek sesle savunuyorlardı. İşte Isaac Newton, Galilei Galileo ve Kopernik. Bu üç büyük bilim insanı Hristiyanlık dininin ve kilisenin düşündüklerinden, söylediklerinden ve kitapta yazılanlardan farklı şeyler söylüyorlardı. Bu bilim insanlarının bu düşünceleri nedeniyle başlarına gelmedik kalmadı. Örneğin Giordano Bruno düşünceleri nedeniyle yargılandı ve 1600 yılında Roma’da Campo di Fiori meydanında diri diri yakıldı. Engizisyonlarda verilen ölüm cezalarını, yapılan işkenceleri yazmakla bitmez. Rönesans ve reform hareketleri sonrasında çıkan mezhep savaşları, tarihteki Haçlı Seferleri, Yahudi ve İslam dünyalarında buna benzer yüzlerce, binlerce olay. Belli bir dine inananlar, diğerleri ile ve kendi dinlerinde olup da başka mezheplere ayrılmış gruplarla sonu gelmez savaşlara tutuşmaktadırlar.

Birileri çıkıp bu şeye veya bu olaya inanınız, iman ediniz deyince artık senin zahmet edip düşünmene gerek yok, doğru olan da, gerçek ve hakikat olan da budur. Bundan ibarettir. Bununla yetinin demek istenmektedirler. Kafanıza bir şey takılırsa hiçbir şey yapmayın, gelin bize derdinizi anlatın, biz bir çaresine bakarız demektedirler. Onlar bu yaptıklarından başka, listeleri bu coğrafyadan ötekine biraz değişse de şu ibadetleri yapın, acaba diye bir şey sormayın ve düşünmeyin demektedirler. Çoğu kez din adına hareket edenler veya dini bir araç olarak kullananlar kendi dünya görüşlerini kendileri gibi düşünmeyenlere zorla kabul ettirmekte ve bu cléricaliste düşünce sistemi ile bir düzen kurmaktadırlar. Birçok kez de bu insanlar toplumda egemen sınıfların ortağı olarak hareket etmekte ve çalışanların emeklerini sömürmektedirler.

Dünyanın varlığı ve işleyişi konularında farklı kişi ve grupların farklı düşüncelerde olması ve bu düşüncelerini kamuoyu önünde anlatmaları çok doğaldır. Ancak bu farklı düşüncelerden birinin diğerini susturacak, yok edecek noktaya gelmesi kabul edilemez. İşte laiklik üzerine yapılacak açıklama veya tartışmalar da burada başlamaktadır. Ancak laiklik başlı başına incelenecek bir konu olduğundan bu yazının içine sıkıştırılması doğru olmayacaktır.

Din adına hareket edenler, insanlar farklı düşündükleri ve düşünceleri doğrultusunda farklı hareket ettikleri bir durumda dinsizlikle, imansızlıkla, kâfirlikle, gâvur olmakla suçlamaktadırlar ancak bunların haklı hiçbir nedeni yoktur. Kim gâvur kim değil bunu kim bilecek? Anlatıldığına göre 1711 yılında Prut Savaşı sırasında hem Osmanlı ve hem de Çarlık Rusya’sı ertesi gün önemli bir muhabereye hazırlanmışlardır. Akşam Osmanlı karargâhında görevli din adamları, imamlar askerleri savaşa hazırlamak için onların din duygularını harekete geçirirler. Yarın derler küffarın üzerine gidiniz ve onlara aman vermeyiniz. Hepsini kılıçtan geçiriniz. Ölürseniz şehit, kalırsanız gazi olacaksınız… Aynı şekilde Rus ordusu karargâhında hazırlıklar tamamlanır ve papaz vaaz vermeye başlar. Yarın küffarın üzerine gidin ve onlara aman vermeyin. Hepsini kılıçtan geçirin. Ölürseniz şehit, kalırsanız gazi olacaksınız… Görüldüğü gibi hiç boş yok. Her iki taraftan ölecekler şehit, kalacaklar da gazi olacaktır. Yalnız imamlar ve papazlar savaşmadıkları için onların gazilik veya şehitlik mertebelerine yükselme olasılıkları bulunmamaktadır.

Diğerleri bir yana ama Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in yolundan gidenlerin tamamı, aynı Allah’a inandırmak istiyorlar. Her üçünün amacı da aynı ise bu kavga gürültü niye? Eğer bir sorun varsa oturup acaba doğrusu, acaba gerçeği bu mudur o mudur diye düşünüp taşınsalar da kendi aralarında bir uzlaşmaya varsalar, boş yere onca insan ölmese diyorum. Çok mu aykırı bir şey söylüyorum? Biliyorum bu üç dinin ayrı mezhepleri bile bir arada geçinemiyorlar nerede bir uzlaşmaya varılacak?

Bir bilim insanının karşısına bir başkası çıksa, bu senin teorin, senin deneyin on para etmez dese ne karşılık verir dersiniz? Ya öyle mi, buyur gel, sen yap da görelim deyip geçiştirir, öyle değil im? Siz hiç farklı düşüncede olan bilim insanlarının benimki doğru deyip ötekini kabule zorladığını gördünüz mü, iki bilim insanının bu yüzden kavgaya tutuştuğunu duydunuz mu?
Bilim insanlarında olan bu hoşgörünün ve bu empatinin bir benzerini din insanlarında da beklemek, biliyorum çok büyük bir iyimserlik. Ama olmasın, onlar da artık coexistense, birlikte bir arada yaşama ilkesini benimseyip içselleştirseler. İnananı inanmayanı ayırmasalar, birilerini kendilerine benzemiyor, kendileri gibi düşünmüyor diye aşağılamasalar, küfretmeseler. İnsanları başta cennet, cehennem olmak üzere her yaptıkları ve düşündükleri için korkutmasalar.

Hoşgörü ve empatiden yoksun olanların, tartışmadan kaçanların, insanların meraklarını gidermek için soru soranlara, düşündüklerini kanıtlamak için deneyler yapanlara engel olanların, insanlara sevmeyip, aralarına kin ve nefret tohumları saçanların, insanları ayrıştıranların, onları korkutanların, korku ile dünyaya bir sistem kuranların ben savundukları düşüncelerin zayıf olduğunu veya en azından o düşünceleri savunacak kadar bilgiden yoksun olduklarını düşünüyorum.

İnanmak denen şeyi postulat olarak kabul edenlere, gerçeğin, doğrunun göreceli olduğunu akıldan çıkarmayanlara, dinsel veya dinin dışında, herhangi bir konuya körü körüne inanmayanlara, kendine bilimi ve bilimsel kuşkuculuğu kılavuz yapanlara, her türlü dogmatik düşünce ve anlayışa karşı çıkanlara, düşünce ve inançlarını başkalarına zorla kabul ettirmeyenlere, merakları için düşünen ve çalışanlara selam olsun.

Ali Can Polat
09.05.2022

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.