ÖLÜM – ÖLÜ ve SONRASI
Ölüm, konuşurken de yazarken de ne kadar sıkıcı, ne kadar üzücü. İnsana dayanılması zor acılar veren bir sözcük. Ölüm umutların bittiği çaresizliğin, bir şey yapamamanın, derman olamamanın başladığı yer. Hepimiz, bu sözcüğün geçtiği anı geçiştirmek ya da ölümü anımsatan şeylerden, yerlerden uzaklaşmak yahut düşünmekte olduğumuz bu konuların bir an önce değiştirmesini istiyoruz. Bazen alaya alıyoruz, bazen kahramanlık öykülerine sığınıyoruz. Belli ki; hepimiz çok korkuyoruz. Nazım Hikmet bizim yerimize ne güzel anlatmış bunu; Karlı Kayın Ormanında başlığını taşıyan güzel şiirinin dizelerinde: Ne ölümden korkmak ayıp / Ne de düşünmek ölümü”. Ayıp değil, ölümden koruyoruz ama düşünmeden de edemiyoruz. Düşünürken ben kendime göre bir “çare” ürettim. Ölüm eyleminin öznesini yani “Sen-Ben” veya “Biz ve Siz” şeklinde belirlenmiş olan kişi zamirlerini hiç kullanmadan, “O – Onlar” demeyi daha uygun buluyorum. Konuşurken, yazarken o ya da onlar dersek sanki bizden uzakta olacakmış, bize ulaşamazmış gibi geliyor bana. Hem biraz uzakta olunca ölüm denen olayın neden ve sonuçlarını ve belki boyutlarını biraz daha iyi kavrayabiliriz diye düşünüyorum. Yaklaşınca, aşırı üzülmeler, ağlamalar işin içine daha çok giriyor. Buğulu gözlerle ve aşırı duygusallık içinde bu işler incelenemiyor.
Ölüm olayının karşıtı doğumdur. Aslında her iki kavram da doğa için sıradan şeylerdir. Doğada her saniye hatta her salise kim bilir kaç binlercesi oluyor. Eminim bizim dışımızdaki canlılar da bizlerden pek farklı duyumsamıyor veya düşünmüyordur. Bir başka söyleyişle; ya biz onların üzüntü ve sevinmelerini anlamıyoruz veya onlar bizim kadar duygularını dışa vurmuyorlar. Fark bundan ibarettir.
Ölüm olayına üzülüyoruz ama doğum olayına seviniyoruz. Bana göre bu karşıtlığın önemli bir nedeni doğuma bizler karar veriyoruz ölüme ise bizim dışımızdaki güçler. Kendimizin veya yakınlarımızın çocuklarının olmasını, sağlıkla doğup büyümelerini, aramıza katılmalarını istiyoruz. Bunun için çocuklarımızı everiyoruz, onlar rahat etsinler diye yuva kurma hazırlıkları yapıyoruz. Hamileliklerinden başlayarak her anını ayrı kutsuyoruz. Çocuk doğduktan sonra ise tam bir bayram havası esiyor.
Doğumla birlikte toplumsal genomumuzdan yükselen istek yaşamsal bir gerçeğe dönüşüyor. O olayın doğrudan veya dolaylı kahramanları olarak bizler, hepimiz çabalarımızın olumlu sonuç vermesinden, bir işi başarmış olmaktan dolayı seviniyoruz.
Sevinmekte de haklıyız. Yaşam boyunca yapmak istediğimiz veya yapmayı düşündüğümüz şeylerin bizden sonra da gerçekleşeceğinden dolayı mutlu oluyoruz. Yeni bir doğum nedeniyle toplumun bir bireyi olarak “la solidarité humaine” yani insanlık dayanışması, zorda kalırsam bana yardım ederler düşüncesi bizi rahatlatıyor. Her yeni çocuk primini ödediğimiz sigorta poliçesi gibi bize başlı başına bir güven veriyor.
Ölüm olayında ise o ölmeseydi biz daha ne çok işler yapıp başarırdık, şimdi bunların hepsi yarım kaldı, tasarıda veya hayalde kaldı diye hayıflanıyoruz. Yukarıda sözünü ettiğim dayanışmanın üyelerinden bir kişi eksildi diye üzülüyoruz. Doğum olayının aksine bizim istek ve irademizin dışında gelişen bu ölüm olayına kızıyoruz, sinirleniyoruz.
Biraz farklı bir düşünceyle anlatmak gerekirse doğum ve ölüm olaylarında bizim davranışlarımız, dışa vuran tepkilerimiz bizim kendimizin masum/ innocent/ kötücül-yıkıcı olamayan, iyicil egolarımız, égoïsme/ egoizmimizdir. Bu da doğaya uygundur. Yaşamın sürdürülebilmesi için buna zorunluluk vardır. Aksi halde yaşam dururdu. Atalarımız bunu iki ayrı deyiş ile bize anımsatıyorlar. a) ölenle ölünmez, b) yaşam devam ediyor…
Doğum olayında bizim sevinçlerimiz bebekteki gizil bir güç olarak içinde sevinci, neşeyi barındırır ama tam o anda bebek bunun ayırdına varamaz. Sevinmelerimiz yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle çocuk adına ama bizim kendi hesabımızadır. Ölüm olayında da bizim üzüntülerimizin, çektiğimiz acıların, döktüğümüz gözyaşlarının ölen için hiçbir anlamı yoktur. Mezardan başını uzatıp da az ağladınız, saygıda kusur ettiniz veya üzülmenize gerek yok benim keyfim yerinde diyecek bir durumu yoktur. Yahut da sizlerden bıkmıştım, iyi ki ölmüşüm, sizden kurtuldum, şimdi rahatım, beni rahat bırakın. Aman dua falan da etmeyin tekrar aranıza döndürmeyin diyecek bir hali de yoktur. Onun gözleri görmez, kulakları duymaz dili de konuşmaz. Biz üzülüyorsak da seviniyorsak da hep kendimiz içindir. Hatta onun adına yapacağımız hayır hasenat işleri de ölene değil geride kalanlar için yani bizler için bir anlam ifade eder. Taziyenin, başınız sağ olsun şeklindeki dileklerimizin anlamları da aynıdır.
Tam bu noktada sormamız gerekiyor. Nedir ölüm? Ölüm, aniden ortaya çıkan büyük bir bilinmezlikle yüzleşmek, ruhsal dünyamızda bir bunalım ve zihnimizde bir sorgulama sürecinin başlangıcıdır.
Günümüz dünyasının insanlarından önce de durum aynıydı. Her şey iyi kötü, genellikle iyi giderken bir anda kesintiye uğraması dünün insanını da düşündürmüştür. Yok olup gitmeyi içlerine sindiremeyen bu insanlar süreci anlamaya, bundan sonra ne olacak sorusuna yanıtlar arayıp bulmaya çalışmışlardır. Biraz önce insanı güldüren, ağlatan, dağları deldiren, ülkeler fethettiren neydi de o şey şimdi yok oluyor. Bunun adına ruh veya can demişler. Ruh insanın içinde, bir yerlerde ama ölüm olayının gerçekleşmesiyle birlikte o ruh bedenden ayrılıp, çıkıp gidiyor. Ruh nereye gidiyor? Gittiği yer görülemediğine, biz gidip göremediğimize göre bu dünyanın dışında bir yer olması gerekir. Bazı inançlar bu yere ahiret demişler. Kimi inançlarda ise orası Nirvana’ dır. Nirvana’ya ulaşamamış olanlar reenkarnasyonla dünyaya geri gönderiliyordu. Bu geri geliş sonunda insandan başka bir canlı olmak, örneğin fare olmak da vardı.
Ahiret inancında olanlar ruhun öteki dünyada, öteki dünyanın koşullarına göre bir yaşam sürdüreceğine inanmışlar. Geçiş noktasında ise bir ülkeden diğerine geçerken vize kontrolü yaptırır gibi bir kontrolden geçeceklerine inanmışlar. Bu geçişin rahat ve sorunsuz olabilmesi için örneğin Mısırda Geçitler Kitabında bir takım reçeteler vardı. Mısırda yaptıkları bir papirüsten anladığımız kadarıyla yürek çıkarılıp bir terazide tartılıyordu. Yürek tüyden ağır gelmiş ise Anubis, çakal tanrı lüüp diye o insanın yüreğini mideye indiriyordu. Bunların hepsini Toth tanrı deftere kaydediyordu. İsis ve Osiris tanrı ve tanrıçalar bir de Maat sağ ve sol tarafta bunlara bakıyorlardı. Tüyden hafif çeken yürekler mutlu sona ulaşıyorlardı. Bu dünyada çok önemli işler yapmış firavunlar için büyük mezarlar, piramitler yapmak, dirildiğinde bu piramitte rahat etmesi ve eski bedenine kavuşması için mumyalanması gerekiyordu. Dirilince gereksinim duyacağı eşyaların de yanında olması sağlanıyordu. Mücevherlerinden, tören giysilerinden kap kacağa kadar orada hazır tutuluyordu.
Başka kültürlerde de benzer şeyler yapılıyordu. Örneğin Xian’da M.Ö. 210 yılında Çin imparatoru Qin Shi Huang öteki dünyada kendisine hizmet etsinler diye yerin altında bir ordu oluşturacak sayıda ve her biri diğerinden farklı şekillerde büyük bir heykel grubu, terra cotta savaşçılarını yaptırmıştı.
Eski Türk boyları da ölümden sonra bir yaşamın varlığına, mahşer günü gibi şeyleri bilmeseler de insanların bu dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlerin değerlendirileceğine inanıyorlardı. Orhun Yazıtlarında geçen “uçtu” sözünden biz ruhun bedenden çıkıp kuş gibi uçtuğu ve sonuçta ya uçmağ denilen cennete veya tamuğ denilen cehenneme gittiğini anlıyoruz. Gök Türkler ölüyü anma töreni için mezar üzerine ölünün heykelini ve bir tapınak yapıyorlardı. Bu töz (yani kök-atalar) kültürünün, ataizm’ in/ atacılığın olgunlaşmış bir şekliydi. Ölüler için balbal dediğimiz taşlar dikiyorlar, bu taşların üzerine oyarak çoğu insan biçiminde şekiller yapıyorlardı. Ölüler için heykellerin yanında yug yani yas ayini, tören gelenekleri vardı.
Ölüm kavramı ile gökyüzünün pek çok uygarlıkta, dinde ve inanç sisteminde ilişkilendirildiğini görmekteyiz. Öldükten sonra gökyüzüne yükselme, İsa’nın ölümden sonra göğe yükselişi “ Ascensio Domini ” Hristiyanlıkta çok önem verilen bir inanıştır. Hz. Muhammed bu işi sağlığında iken halletmiştir. Burak denilen güzel bir beygir ile Miraca çıkmıştır. Hristiyan inancına göre Hz. İsa Jerusalem’ de yargılanıp hakkında ölüm cezası hükmü açıklandıktan sonra kendi çarmıhını via dolorosa boyunca sırtında taşımış ve sonunda Golgota tepesinde çarmıha gerilmiş ve Kutsal Kabir Kilisesinde gömülmüştür. Gittiğinizde elinde yağ çoğu kadınları görünrseniz hiç şaşırmayın onlar Tanrılarının el ve ayaklarındaki çivi deliklerini yağlıyorlardır. Bu yağ onun acısını alacak diye söylüyorlar. Bethlehem/ Beyt-ül Lahim’ de bakire Meryem’in doğurması ile başlayan bir yaşam yine Kudüs’te çarmıhta sona ermişti. Ancak konu burada bitmemiş İsa’nın ruhu mu yoksa bedeni mi veya her ikisi mi bilemiyoruz, görünmez, bilinmez bir asansörle göğe yükseldiğini duyuyor, kutsal kitaplardan okuyoruz.
Yahudilere gelince; onlarda ne Abraham’ın, İzak’ın ne de Musa’nın ölümüne ilişkin anlatılacak bir bilgi yok. Ama onlar o duvarın önüne geçip sürekli ağlıyorlar. Dünyanın dört bir yanından gelip ağlıyorlar. Onlar ağlarken insanın içi bir tuhaf oluyor. Üzüntünü gösterecek bir şey yapsan yiyeceğin dayağı düşünüp bu düşünceden hızla uzaklaşıyorsun…
Bazı din, inanç ve kültürlerde ölüm kavramı gökyüzüyle değil yerin altı ile ilişkilendirilir. Örneğin antik Yunan pagan inanışında ölüler diyarı Tartaros’tur. Tartaros yerin deriliklerinde, altındadır. Buranın patronu Hades’ tir. Hades, babası Kronos’u yenen baş tanrı Zeus’un kardeşidir. Egemenlik paylaşılırken Hades’e de yeraltı dünyası düşmüştür. O artık ölüler ülkesinin patronu, tanrısıdır. Tartaros veya diğer adıyla Hades’in dünyadan bir girişi de vardır. Bu girişi Kerberos adında kapıda duran ve bekçilik yapan üç başlı bir köpek korur.
Ruh ile nefesi, soluk alıp vermeyi ilişkilendirenler var. Bilindiği gibi Vital kapasitenin belirlenmesinde en önemli verilerden birisi de kuşkusuz nefes, soluktur. Nefesi sönmüştü şeklindeki bir anlatım öldü anlamındadır Moğolcadaki “amin” sözcüğü Türkçedeki “tin” sözcüğü ile aynı anlamda örtüşmektedir. Orta Asya’da Buryat ve Kalmuk dillerinde nefes ve ruh arasında sıkı bir anlam bağı görülmektedir. “Emin”, “amin” sözcükleri değişerek yani sondaki “n” harfi düşerek “ami” şeklinde çağdaş dillere geçtiğini görebiliyoruz. (Fransızcada ruh sözcüğünün karşılığı olarak l’âme kullanılmaktadır). Türkçede şimdilerde de ara ara kullanılan “tin” ile beraber bir de “sakış” adı verilen düşünce, yani aklın da bir varlığı olduğuna inanıyorlarmış. Bunlar ruh anlamında kullanılmış sözcükler olup öldü yerine tini uçtu denildiğine de tanık olunmaktadır.
Altaylılar can veya ruh kavramı için tin, süne ve kut sözcükleri de kullanıyorlarmış. Onlara göre tin bütün canlılarda, süne ancak insanlarda bulunurmuş. Kut ise her şeyde bulunur, cansız şeylere kutsiyet ve ağıllarda, ahırlarda sürüleri bereketli kılarmış. Canı çıktı yerine “kutu çıktı” veya “kutu uçtu” denirmiş. Bu bizdeki “ödü patladı” deyimiyle aynı anlama geliyormuş.
(Türk Kültüründe Ölüm ve Sonrası Ritüelleri/ Şenay SAYIN ALSAN)
Ölenin kanı yerde kalır mı kalmaz mı onu bilemem ama ölünün bedeni yani cesedi yerde kalmaz, kalmıyor. İnsanlar konuşmayan, boş boş bakan bir cansız varlıktan belki de korkuyorlar. Ağlamalara, duygusal tepkilere, söylenen onca sözlere karşın insanlar ölüden arta kalanı gözlerden hemen, bir an önce uzaklaştırmak istiyorlar. Dünyanın hemen hemen tüm toplumlarında ölünün dirilivereceği, dirilince etrafına zarar vereceği yönünde bir korku gelişmiştir. Hortlak masallarının her kültürde önemli bir tutması boşuna değildir. Nedeni anlatmaya çalıştığımız bu korkudur. Ölüye, ölünün anısına elbette saygıda bir kusur etmek söz konusu değildir. Hatta bu saygının temelinde böyle bir korkunun olduğunu da düşünenler bulunmaktadır. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in defin işlerinin geciktirilmeden yapılması konusunda bir hadisinden söz edilmektedir.
Korkunun daha akılcı bir nedeni ölen kişinin geride kalan organlarındaki bozuşma nedeniyle üreyecek mikroorganizmaların canlı insan ve hayvanlar için hastalık tehlikesi oluşturmasıdır. Neyse ki; şimdi hastanelerde gelişmiş morglar var da hemen oraya kaldırılabiliyor ve böyle bir tehlike yaşanmıyor. Ölü beden, gömülmek üzere hazırlanmış cenaze göz önünde durduğu sürece yakınlarının duygusallıkları ve aklı aşan tepkileri devam eder. Biraz da bunu önlemek için cenaze defin işlerinde aceleci davranılır. Müslüman toplumlarda bu acelecilik gözle görülür haldedir.
Ölüm Türkçe bir sözcük olup sözlüklerdeki anlamı bitki, hayvan ya da insan, herhangi bir canlıda canlılık belirtilerinin kesin olarak sona ermesi anlamına gelmektedir. Bazı inanç sahiplerine göre ahiret yolculuğu, rihlet (göç), inançsızlara göre sıradan bir son, ebedî uyku, son yolculuk, emrihak, irtihal, memat, mevt, vefattır. Göçtü sözcüğü bu dünyadan ahirete göç etti anlamındadır.
Mevlana Celalettin-i Rumi düşüncesine göre de ölüm bir vuslattır. Yani hakka yürüme, Allah’a kavuşmadır. Bilindiği gibi onun ölüm gecesi Konya’da yapılan Şeb-i Arus ( Farsça şeb/ gece ve Arapça arus /düğün anlamınadır) törenlerinde bir ölüm yıldönümü anması değil “ Vuslat – Düğün Gecesi” olarak kutlanmaktadır.
Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğuna göre dünyada Allah Mevlana’dan ayrı idi de öldükten sonra mı yan yana geliyor diye insan sormadan edemiyor. Bu yüzden Mevlana’nın hasretini de anlamak zordur.
Bir başka örnekte; bir tasavvuf ehli olan ve adı tasavvufla anılan halk ozanı Yunus Emre “Bir ben vardır, benden içeri” dizesi ile vuslat düşüncesini tamamen farklı algılamakta Allah’ın içinde olduğunu söylemektedir. Yunus bu dizeleriyle kendisinin tanrının bir parçası olduğunu ondan ayrılmak veya ona kavuşmak düşüncesinin doğru olmadığını söylemek istemektedir. Yunus aynı zamanda ölümün sıradanlığını ve doğallığını da dikkatlerimize getirmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse; bu görüşlerin bu konuları irdeleyenlerin göz önünde tutmalarını diliyor ve bekliyorum.
Ölüm olayı kadar ölümden sonra neler olduğu, olacağı ilkel insandan günümüze kadar herkesin önünde hala yanıtlanamamış bir soru olarak durmaktadır. Birçok toplumda insanların bir şekilde, kıyamet gününde yattıkları yerlerden, mezarlardan kalkacaklarına, kıyam edeceklerine mahşer adı verilen yerde haşrolacaklarına, (=Arapça haşr + Türkçe olmak) toplanacaklarına inanılmaktadır.
Haşir neşir olmak da bir arada, toplu halde yaşamak anlamına gelen bir deyimimizdir. Söylenmek istenen kıyametteki toplanma ise bu toplanma geçicidir. Orada, mahşer yerinde, arasat’ ta birlikte yaşamak iradesi yoktur. Orası birlikte yaşanılacak değil örneğin hesap verme, yargılanma yeri olan mahkemeyi kübraya tek tek veya topluca taşınılacak yerdir, bir istasyondur. Ama deyimimizi fazlaca sorgulama olanağımız yoktur. Böyle gelmiş böyle de gidiyor!
Darwinist düşünceye göre ölüm doğal bir olaydır. Kaza ile veya yaşlanarak gerçekleşmesi de aynı kapıya çıkmaktadır. Bedenin canlılığını sürdürecek düzeneğin bozulması ile ölüm denen olay doğal olarak ortaya çıkıyor.
İnanışa göre ölüm denen şey emri hak yani Allah’ın emridir. Birçok dinsel inanışa, özellikle semavi üç büyük dine göre bu dünya geçicidir. Asıl yaşam ahirettedir. İnsanların günah ve sevapları bir terazide tartılıp duruma göre bir kısmı cennete bir kısmı da cehenneme gideceklerdir. Cennettekiler sonsuz, ebedi bir mutlulukla ödüllendirileceklerdir. İnsanların bir kısmı da cezalarını çekmek üzere cehenneme gideceklerdir. Cehennem zebanilerin, büyük ateşlerin, kızgın yağların olduğu korkunç bir yerdir. İnanışa göre cehennem de yedi kattır. Günahların ağırlığına göre insanlar bu katlardan birine gönderilmektedir. Belki iyi hal uygulamasından yararlananlar daha hafif bir ceza yerine gönderilebileceklerdir. Elbette orada yaramazlık edenler olursa bunun tersi de olabilecektir. Cehennemde cezanın süresi konusunda ise bir açıklık bulunmamaktadır.
Cennete gelince yediğin önünde yemediğin arkanda, çalışmak da yok. Sadece iyi bir şeyler isteyeceksin, görevli huriler, melekler, herhalde bir de ġilmān (Arapça ilk anlamında gençler) hepsi senin için seferber olacaklar ve seni memnun edecekler. Cennetlikler için zahmet olmasın diye meyve yüklü tuba ağaçlarının kökleri havada dalları ise cennetlikler hemen uzanıp alabilsinler diye ellerinin yakınındadır. Dünyada yasak olan şeyler orada serbest bırakılmışlardır. Bunların başında şarap sonra da cinsellikler gelmektedir. Yalnız Müslüman ve Yahudiler için yasak olan domuz eti konusunda bir açıklık yoktur. Yani helal ve koşer kavramlarının varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği belli değildir.
Biz sağlar, sevdiğimiz kişileri cennete, sevmediklerimizi cehenneme göndeririz yahut olanların cennetlik veya cehennemlik olduğunu düşünürüz. Sevdiklerimizi “rahmet” le anar, onlara rahmetli ya da rahmetlik deriz. Sevmediklerimizi de henüz başka bir dünyaya gitmeden ayrı bir mezarlığa koyarız. O mezarlığın adını Çetin Altan ağabeyimizden öğrenmiştim. “Lanetliler Mezarlığı. Bu kavram çok hoşuma gitmişti. Bu mezarlık için benim ek, naçizane bir önerim var. Böylelerinin her birinin mezarı başına bir hokka konmalı, diğerlerine çiçek getirilirken bunların mezarının başına konacak olan bu hokkaya tükürülmelidir. Bu patenti Çetin Altan’a ait olan kavramın bu dünyada kötülük için yaşayanlar için caydırıcı olmasını dilerim.
Yalnızca İslam’da değil diğer dinlerde de cennet hep yeşillik, sulak, güllük gülistanlık, bülbüllerin ötüştüğü bir yer olarak tanımlanmaktadır. Cennet sözcüğü Arapçada canna, Aramca ganna olarak söylenmektedir. Cennet etrafı çevrili bahçe, korunmuş yer anlamındadır. Arapça’da ravza da aynı anlama kullanılmaktadır. Eski Yunancada aynı anlamlardaki sözcük paradeisos’ tur. Bu günkü Batı dillerinde cennetin adı paradis, paradise’ dir. Aynı anlama karşılık olan sözcümler İngilizce heaven, Fransızca ve İngilizcede elysium’ dur. Paris’ te Concord ve Étoile meydanları arasındaki cadde ve buna paralel olan saray de aynı adla anılır. Avenue des Champs-Élysées, Palais des Champs Elysées cennet bahçeleri sözlerinden alıntıdır. Bilindiği gibi Dante Alighieri’nin ünlü Grande (divina) Comoedia’sını İt. Grande Commedia bölümleri de Cehennem (İtalyanca: Inferno), Araf (İtalyanca: Purgatorio) ve Cennet (İtalyanca: Paradiso)’ dur.
Aynı şekilde cehennem sözcüğünün aslı da Arapça cahannam olup İbranice ge hinnom sözcüğünden alınmıştır. Kudüs yakınlarındaki ge hinnom, gözyaşı vadisi dikkate alınarak türetilmiştir. Gehenna olarak türetilmiştir. Bu köklerden hareketle sözcük dilimize cehennem morfolojisiyle girmiştir. Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıkları döneminde Türkçede bulunan tamu, tamuğ sözcükleri geriye çekilmiştir.
Cennet de kat kat, kimine göre yedi, kimine göre sekiz kimine göre (Firdevs, Adn, Nâim, Daru’l-Huld, Me’va, Daru’s-Selâm ve İlliyyûn) ve kimine göre de 10 kattır. En saygın ve en lüksü arşı alâda adn veya Firdevs adıyla tanımlanan yerlerdir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediye’sinde bunlar ayrıntılı olarak çizilmiştir. Sanırım burada nebiler, peygamberler en üstün yerde oturacaklardır. Otursunlar gözümüz yok ama bir şey dikkatimizi çekmektedir. Hangi din olursa olsun o dinin kutsallarının en yukarısında bulunan büyük, muazzam güç dünyada cüzi irade ile hareket edenler için bile hepsi “benim kulumsunuz” dedikten, kulları arasında bir ayrım gözetmezken ahiret hayatında niçin böyle bir ayrım yapmış olsun? Yahut da şöyle düşünülebilir. Nebi olan, seçilmiş olanların ahiret yaşamında, yani cennette de hala bir takım görevleri mi bulunmaktadır? Bunların ayrıntılarını bilmiyoruz. Bize yalnızca cennetin kat kat olduğu söyleniyor. Kutsal kitap meallerinde, ayrıntılarında bunlar var.
İşte böyle bir inanış söz konusu olunca ölüm olayına son yolculuk veya irtihal ‘kimileri intikal diyor) tanımlamaları yapılmaktadır. İrtihal de Arapça bir sözcük olup göçme, göç etme ve yolculuk etme anlamına gelmektedir. Bu anlamları düşününce irtihal ile intikal arasında çok da büyük fark olmadığını söyleyebiliriz.
İrtihâl-i dâr-ı bekā eylemek yerine intikal-i dâr-ı beka etti, eyledi desek ne değişecek? Arapça heveslisi olanların kaşları çatılacak. Varsın çatılsın! Bir de merhum ve merhume kavramları var onlar da irtihal etmiş olan anlamına geliyor. Ölen eğer hanım ise o zaman merhume oluyor. İşin bir ilginç yanı da “ölen” derseniz sanki ölen kişiye karşı saygısızlık etmiş oluyorsunuz. Anlamını bilmediğiniz Arapça merhum, merhume, mevt, meyyit, mevta derseniz dini vazifenizi layıkı veçhile itmam etmiş, tamamlamış oluyorsunuz. Dilimizin, kültürümüzün, inancınız ne olursa olsun veya hiç inancınız olmasın bu anlamsız çelişkilerden kurtarılması zamanı gelmiştir.
Kaçınma, sakınma olanağı olmayan ölüm olayının gerçekleşmesi ile birlikte başta yakınları olmak üzere toplumun görevli olanlarının yapması gereken çok fazla işler vardır.
Ölen kişiden kalan cansız bedenini ne yapılacağı paleolitik, neolitik ve kalkolitik dönemlerden bu yana insanları hep düşündürmüş ve kendilerine göre uygulamalar geliştirmişlerdir. Göbeklitepe ve benzeri yeni kazı ve buluntular da ezberlerizi bozmaktadır.
a) Cesedin toprağa gömülmesi, b) kayalık bir yere bırakılması, c) çöle, denizlere, akarsulara atılması, d) yüksekçe bir yere kurda kuşa yem edilmesi e) yakılması, f) mumyalanması, g) dondurulması, h) cesedin veya bir bölümünün yenilmesi, ı) vd. gibi…
İnsan bunları yazarken bile nasıl geriliyor ama bunlar tarih boyunca yaşanmış, gelenek, töre halini almış uygulamalar. Bunların içinde en yaygın olanı gömme uygulamasıdır. TDV İslam Ansiklopedisi Defin başlığı altında Kur’ân-ı Kerîm’de bu işlemin insanoğluna Allah tarafından öğretildiği yazılmaktadır.
Maide suresinin 5/31 ayetinde (Elmalılı Hamdi Yazır s.70) mealen “Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?” dedi ve pişman olanlardan oldu, denilmektedir. Bu ayet Âdemin oğullarından Kabil’in Habil’i öldürmesinden sonra onun cesedini gömmesi eylemini anlatılmak için indirilmiştir. Kur’an’ın eleştirisini ve hatta yorumunu yapmak bize düşmez. Bizim irdelememiz orada yazılanları doğru anlamak olabilir. Bilim insanları ve ornitologlar doğada gözlemler yapmışlar ve hatta denemelere girişmişlerdir.
(https://proseffor.com/post/bilim/kargalarvecenaze/) sitesinde de anlatıldığı gibi
kargalar ölülerini gömmüyorlar. Birçok canlının yakınlarından birini veya sürülerinden birini kaybettiklerinde üzüldükleri ve bu olay nedeniyle hayli duygusal tepkiler verdikleri belirlenmiştir. Bazen insanların ölen bir hayvana veya hayvanların da insana karşı ölüm olayı nedeniyle üzüldüğünü gösterir duygusal hareketleri olmaktadır. Ancak kargaların ölülerini gömdüklerine ilişkin bugüne kadar hiçbir gözlem yapılmamıştır. Esasen bir karganın gagası ve iki ayağının tırnakları ile ölüsü için bir mezar olabilecek çukur açması beklenemez. Öyle ise bu ayeti, içindeki mecaz anlamı ile değerlendirmek gerekmektedir. Esasen ayette “karga ölüsünü gömdü” de denmiyor. Karga Kabil’e (Kayin’e) ne yapması gerektiğini göstermek için toprağı eşeledi deniyor.
Maide suresinin bu ayeti Tanah’taki anlatıma çok benzemektedir. Âdem’in çocukları belki böyle bir işlem yapmış olabilir ama bu coğrafyadan on binlerce km. uzaktaki insanlarda da gömme işleminin yapıldığını görmekteyiz. Arkeolojik bulgular bize bunu göstermektedir. Eğer homo sapiens’in gömme âdeti olmasaydı bu gün o dönem insan veya insanımsıları antropolojik açıdan tanıma olanağı bulamazdık. Etiopia’da Büyük Rift Vadisinde bulunan Lucy iskeleti sayesinde çok şey öğrenebildik. Lucy (1974 yılında Fransız Maurice Taieb ile Amerikalı paleontolog Donald Johanson’un ekibinin Doğu Afrika’da Etiyopya’nın Hadar (en) bölgesinde bulduğu, yaklaşık 3,2 milyon yıl yaşında, 105 cm boyundaki Australopithecus afarensis fosilini bulmuşlardır. Adı, bulunuşunu kutlamak için, bulunduğu akşam verilen yemekte dinlenilen Beatles grubunun Lucy in the Sky with Diamonds parçasında adı geçen kızdan esinlenilmiştir. Çünkü buluntu yetişkin yaşta ölmüş bir dişinin hemen hemen eksiksiz iskelet kemiklerinin fosiliydi. & yıl kadar ABD’ nde halka gösterilen bu kemikler 2013 yılında ise Etiyopya Addis Ababa’da bulunan Ulusal Etiyopya Müzesi Paleoantropoloji Laboratuvarları’na geri gönderilmiştir. Kazının yapıldığı yerde de replikaları bulunmaktadır. Etiopia gezimin nedenlerinden biri de Lucy teyzemize saygılarımızı sunmak içindi J Fest Travel duayen rehberi Faruk Pekin’e teşekkürler.
Kitâb-ı Mukaddes Tanah bölümünde Kabil’in Habil’i öldürdüğü yazılı. Sözlerini Ali İzzet Özkan’ın yazdığı ve Ruhi Su’nun mükemmel ses tonu ile okuduğu “ Dost “ adlı severek dinlediğimiz türkünün dizeleri aynen (Habil Kabil’i öldürdü / Orta yerde bu kan nedir?) şeklindedir. Yani veriler birbirinin tam zıddı. Ortada Adem’in iki oğlu, iki delikanlı var, biri Kabil diğeri Habil ama hangisi katil? Bu yazının okuru yargıç veya savcı olmadığına göre katilin kim olduğu da önemli değil ama bir araştırmacı için öyle değil. Bir başka okuyucu da bu bir masal, bak Kur’an bile adlarını yazmıyor diyebilir. Yazanlara, okuyanlara selam ve saygılar.
Tübitak Yayınlarından Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın Anadolu Kültür Tarihi adlı eserinde (s.63) Hattuşili’ nin Murşili’ ye vasiyetinin son cümlesi aynen şöyledir:
“Cesedimi Yıka, gerektiği gibi ! Beni göğsüne bastır, ve göğsünde tutarak beni toprağa göm.”
Hitit kralı I. Hattuşili’ nin M.Ö.1660-1630 yılları arasında hükümdarlık yaptığı da göz önünde tutulmalıdır. Vasiyet yoruma yer bırakmayacak kadar açık v nettir.
Eski Türkler döneminde ve Orta Asya halkları arasında gömme geleneğinin bulunduğuna değinilmiş idi.
Kur’an’ın indirildiği, İslamiyet’in doğduğu Arabistan topraklarında Maide Suresinin bu anlatımına karşın niçin mezar geleneğinin gelişmediği de ayrıca araştırılması gerekmektedir. “Cahiliye” döneminin çöle bırakma şeklindeki geleneği aradan 1400 yıldan fazla zaman geçtiği halde niçin sürdürülmektedir. Kanımca bunun açıklaması çölde mezar kazma işinin zor ve kazılan mezarın çöl rüzgârlarının etkisi ile çabucak bozulması ve cesedin açığa çıkması olarak düşünülebilir.
Yahudi ve Hristiyan inançlarında mezar geleneği gelişerek devam etmiştir. Bu gün Musevi ve Hristiyan mezarlıkları bakımlı ve düzenlidir. Birçoklarında heykeller de ayrı bir sanat değeri taşımaktadır.
Yahudilik’ te ölüm belirtileri görülmeye başlayınca cenaze yakınları ile helalleşmesi sağlanır. Ölüm olayının gerçekleşmesinden sonra ise ölünün elleri, ayakları, çenesi bağlanır ve gözleri en yakını tarafından kapatılır ve göbeğine de metalden bir nesne konulup evdeki aynalar ters çevrilir. Bu gelenek Müslümanlara da aynen yansımıştır. Orta Karadeniz bölgesinde bir kasabada geçen çocukluğumda ölen bir kimsenin göbeğine kara saplı bir bıçak konulduğuna tanık olmuş ama bunun ne anlama geldiğini çocuk kafamla hiç anlayamamıştım. Evdeki aynaların ters çevrilmesi âdeti Anadolu’da halâ devam etmektedir. Yahudilerde anlatıldığına göre, daha sonra ölenin vücut kılları tıraş edilip tırnakları da kesildikten sonra ceset yıkanıyormuş. Bundan sonra da cenaze kefenlenip defin için hazır duruma getiriliyormuş. Yahudiler önceleri cenazelerini kaya kovuklarına bırakılırlarken daha sonra gömülmeye başlanmış. Tabut mezara konulduğunda hazır bulunanlar bir parça toprak atarmış. Din görevlisi mezar başında Tevrat’ tan bölümler okurken cenaze yakınları oradan hızla uzaklaşırlarmış.
Bu âdetlere Hıristiyanlar da ilk dönemlerde uymuşlar. Daha sonra bu âdetler biraz değişmiş siyah giysi giyilmesi ve kilisede çan çalma âdeti başlamıştır. Çalan çan sayısı ölene göre değişmektedir. Hristiyanlarda ölüm belirtileri ile birlikte papazın çağırılması âdeti genelleşmiştir. Papaz, communionem/komünyon (İsa’nın Son Akşam Yemeği anısına) ayinindeki gibi bir parça yiyeceği ölmekte olanın ağzına koyarak son kutsamasını/ takdisini yapmaktadır. Bu işlemlerden sonra tabut kiliseye götürülmekte ve oradan da mezarlıkta dualar ve son tövbe eşliğinde gömme işi yapılmaktadır. Ayrıca, ölü vasiyet doğrultusunda ve yakınlarının isteği üzerine yakılabilmektedir.
Türk-İslam geleneği Yahudi-Hristiyan geleneklerine hayli benzemektedir. Son yıllarda Belediyeler bu işleri hayli iyi yapmaktadır. Hatta öyle ki ölü evinde yakınlarının yeme içme gereksinimleri bile belediyeler tarafından karşılanmaktadır. Ölüm olayı ilgili devlet dairelerine bildirildikten ve gerektiğinde adli tıp incelemesi yapılmakta ve cenaze yakın bir hastanenin morguna kaldırılmaktadır. Oradan gaslhaneye götürülmekte ve görevli kadın veya erkek yıkayıcılar tarafından teneşir olarak adlandırılan bir düzlem üzerinde gasledilip abdesti aldırılarak bir caminin avlusuna götürülmekte (şehit cenazeleri yıkanmamaktadır) ve musalla taşına konmaktadır. Genellikle öğlen veya ikindi namazından sonra imam yönetiminde ayakta 2 rekât cenaze namazı kılınmaktadır. Bundan sonra imam cemaate seslenerek bu er ya da hatun kişiye hakkınızı helal ediyor musunuz diye sormaktadır. Birisi hayır derse işler karışmaktadır. Cenaze namazına kadınlar alınmamaktadır. Ancak son zamanlarda kadınlar biz de, biz de diyerek buna itiraz etmektedirler. Cenaze namazının kılınmasının ardından yine dualar eşliğinde kent mezarlığına gidilmekte ve gömme/ defin işlemi yapılmaktadır. Türkiye’de başka inançta olanlar veya Müslüman olmayan vatandaşlar isteseler bile bir krematoryum bulunmadığından ölülerini yaktıramamaktadırlar.
Gömme işi tamamlandıktan sonra mezarın başında yalnız kalan imam ölüye öğütler vermekte, ne yapması konusunda telkinde bulunmakta, yol göstermektedir. Sözüm ona kabre o gece münker ve nekir (inkar edenleri-eli topuzlu korkutan anlamlarında) adlı iki sorgucu melek gelecek ve öleni sorguya çekeceklerdir. Bunlarla ilgili sağlam hiçbir dayanak yoktur ama halk arasında bu söylentiler yaygındır. Ölüye öğüt verdiğini söyleyen ama verdiği öğütlerin aksine işler yapan hoca için halkımız yine mizah geleneği ile konuyu başka yerlere çekmesini bilmiştir. “Âleme verir talkını kendisi yutar salkımı”
Bir başka gelenek de mezarlıkta ıskat parası dağıtılmasıdır. Iskât sakıt etme düşürme anlamında, kişinin sağlığında çeşitli nedenlerle tutamadığı oruç, yerine getiremediği adak, kefâret gibi dinî yükümlülüklerinin ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır. Benzer şekilde ölen için gereksinimi olan fakirlere çeşitli yardımlar da yapılmaktadır. Bunların tümü ölenin yaşayanlarca iyi duygularla anılmasını sağlamak amacına yöneliktir.
TDV İslam Ansiklopedisi’ nde; cenazeye çelenk gönderilmesi, cenazenin katafalka konularak saygı duruşunda bulunulması, görev yaptığı yer veya yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi, bando vb. eşliğinde uğurlama törenleri yapılması bid‘at olarak değerlendirilmiştir. Ancak bunların hiçbiri halk için bir anlam taşımamakta ve halk bunları ölünün anısına saygı olarak algılamaktadır.
Toplumumuzda din ve mezhep farklılıkları farklı tören ve anmalara, taziyelere neden olmaktadır. Esasen ölüye karşı son ödevlerini başta ölenin yakınları olmak üzere tanıdıkları kararlaştırmak hakkına sahiptir.
Konunun ayrıntılarına fazlaca dalmadan birkaç kavramın üzerinde daha kısa kısa durmakta yarar var.
Ölüm: Yaşam belirtilerinin tümüyle yok olması.
Ölü: Yaşam belirtilerini tümden yitirmiş canlının bedeni.
Naaş: Arapça, na‘ş. Ölmüş kimsenin vücûdu, ölü, ceset.
Ceset: Arapça. cesed “gövde”, cansız, ölü vücut, naaş. Rûhun içine girmiş olduğu kalıp, beden.
Mevt: Ölü
Meyyit: Ölü
Mevtâ: Meyt ve meyyit’in çoğulu, ölüler
Cenaze: Cinaze, insan ölüsü. Gömülmek üzere hazırlanmış ceset, ölü,
Gasl: Yıkama, temizleme, ölü yıkama
Gasil/ gasile: Ölü yıkayan insan
Gassal: Ölü yıkayıcı
Gasletmek, gasleylemek: Ölüyü yıkamak.
Gaslhane: Ölü yıkanan dört tarafı kapalı yer.
Teneşir: Farsça. (ten “beden” ve şūy “yıkayan”) ile ten-şūy’dan) türetilmiş olup üzerinde ölü yıkanan kerevet, salacak, ölü salı.
Sal: Türkçe. Ölünün içine konduğu sandık, tabut.
Sala: Cenaze namazına için minareden yapılan çağrı, okuntu.
Salacak: (sal-mak’tan türetilmiş sal-acak) Üzerinde ölü yıkanan kerevet, teneşir.
Salhane: Salların konulduğu yer.
Musalla: Namaz kılmaya uygun açık yer, cenaze namazı kılınan yer.
Musalla taşı: Namazı kılınacak cenazenin üzerine konduğu taş.
Gömüt: İçine ölünün gömüldüğü yer
Defin: Ölünün gömülmesi anlamında bir fıkıh terimi. Arapça dafn دفن [#dfn msd.] gömme, Arapça dafana دفن gömdü’ den türetilmiştir.
Kabir: Arapça ḳabr. Mezar.
Kabristan: Arapça ḳabr ve Farsça yer bildiren istān ekiyle kabristan türetilmiştir. Mezarlık
Kubur: Arapça ḳabr’in çoğul şekli ḳubūr. Kabirler, mezarlar.
Anıt kabir: Önemli kişiler için yapılmış anıtsal yapı.
Katafalk: Önünden sessizce geçilerek kendisine saygı gösterilecek bir ölünün tabutunun konulması için hazırlanmış, üzeri kumaşla örtülü yüksekçe yer.
Mozole: Büyük, gösterişli ve görkemli gömüte verilen ad. Halikarnassos kralı Mausolos’un adına Artemisia tarafından yaptırılan anıttan adını almıştır.
Mezar: Arapça ziyāret “ziyâret etmek”ten mezār “ziyâret edilen yer” ölünün gömüldüğü yer.
Mezarcı: Mezar kazan, mezarlık bakımcısı.
Mezar taşı: Ölünün adının yazılı olduğu taş.
Hazire: Külliye, cami, mescit, tekke gibi dini yapıların avlularında yer alan etrafı çevrili mezarlıklar. Hazîreler içinde bir veya birkaç mezar barındırabilir.
Talkın: Halk ağzında böyle söylenmekle birlikte sözcüğün aslı telkin’ dir. (Ele verir talkını, kendi yutar salkımı söyleyişinde geçer). Hocanın mezarda okuduğu dua, ölene verdiği öğüt.
Iskat parası: Ölenin sağlığında çeşitli nedenlerle tutamadığı oruç, yerine getiremediği adak, kefâret gibi dinî yükümlülüklerinin ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamına gelmektedir.
Türbe: Arapça toprak yer anlamında, turbah. Türbe, saygın devlet görevlilerinin veya din âlimlerinin mezarlarının bulunduğu oda şeklindeki yapı. Türbedar…
Krematormum: Ölünün yakıldığı yer.
Urna: Urne. Antik çağda, ölülerin yakıldıktan sonra toprağa gömülmek üzere küllerinin konduğu üzeri yazıtlı, bezemeli, sade, pişmiş toprak çömlek.
Katakomb: Yeraltında bulunan çoğunlukla ölülerin gömülmesine hizmet eden tonozlu yapılar.
Ravza-i Mutahhara: Mescid-i Nebevî içinde Hz. Peygamber’in kabri ile minberi arasındaki bölüm. Tertemiz, cennet bahçesi anlamındadır.
Hücre-i Saadet: Hz. Peygamber’in defnedildiği Hz. Âişe’nin odası.
Zerdüşt inancında cenaze kirli kabul edilmekte ve gömülerek toprağı, yakılarak ateşi kirletmesine izin verilmeyerek yıkanıp kefenlenmekte ve daha sonra Avesta’dan okunan dualar eşliğinde yerleşim yerlerinden uzaklarda “Dakhme/Dahme” denilen ve İngilizcesi “tower of silence”, yani “sessizlik kulesi” olarak adlandırılan yere götürülerek görevli aracılığıyla kefen açılmakta ve kuşların yemesine bırakılmaktadır. Görmek amacıyla gittiğimiz İran gezilerimizin birinde Yezd kentinin yakınlarında bu sessizlik kulelerini ziyaret etmiştik. Mecusilerin geleneklerinin bu bölümü dışındakiler Anadolu geleneklerine çok benzemektedir. Gittiğimizde bize yemek ve tatlı da ikram etmişlerdi.
Hindistan, Çin’in Tibet, Qinghai ve İç Moğolistan bölgelerinde yaşayan ve Vajrayna Budizmi’ ne inanan insanların öldükten sonra cesetlerinin akbabalara parçalatıp yedirmektedirler. Bazı kabileler de ölenin arta kalan kemiklerini ezip toz ederek başka yiyeceklere karıştırıp kuşlara yedirmekte ve bu şekilde ölenin göğe yükseldiğine inanılmaktadır.
Birçok kültürde cesetler yakılmaktadır. Hindistan, Çin, Japonya, Kore, Güney doğu Asya ülkeleri bu geleneğin en yoğun olarak görüldüğü yerler. Bu ülkelerin dışında kalan ülkelerde de özellikle ateistler cesetlerinin yakılmasını vasiyet etmektedirler. Eskiden cesetler açıkta yakılırlarken şimdi artık krematoryumlarda yakılmaktadır. Yakıldıktan sonra geriye kalan küller ölenin yakınlarına verilmektedir. Genellikle bir seramik vazoda bulunan bu küller ölenin vasiyeti doğrultusunda bazen bir yere, denize, akarsuya serpilmekte, gömülmekte veya bir yerde küçük kaplarda saklanmaktadır.
Bazı kent veya kasabalarda bu iş için ayrılmış olan binada küçük çekmeceler içinde bu küller yıllarca saklanmaktadır. Her çekmecenin üstünde ölenin kimlik bilgileri ve bazen küçük bir fotoğrafı bulunmaktadır. Ölenin yakınları zaman zaman mezarlıklara gelindiği gibi ziyarete gelmekte ve kimisi dualarını okumakta, gösterilen yere çiçeğini bırakmaktadır. Tayland ve Myanmar gezilerimiz başta olmak üzere birçok yerde örneğin Japonya’da bu tarzda yapılmış “kül mezarlıklarını” gördük. Ziyaretçiler arasında çok duygusal anlar yaşandığına tanık olduk.
Yakma işleminin en görünür olanı Nepal ve Hindistan’dadır. Bilindiği gibi Ganj nehri onlar için çok kutsaldır. Varanasi Hindu ve Budizm inancında olanlar için de en kutsal yerlerden birisidir. Varanasi’ de ölen veya ölüsü buraya getirilenler Ayakları Ganj nehrinin sularına değecek gibi özel yerlere (ghate) yerleştirilmektedir.
Ölüler daha önce yıkanıyor, sandal ağacı yağı ile yağlanıyor ve kefen gibi beyaz bazen turuncu bir örtüyle sarılıyor. Bu yerde anlatmaya çalıştığımız şekilde bir tören ancak yakılacak oduna para bulabilenler için yapılabiliyor. Cenaze geceden bu yere getiriliyor. Odunların üzerine konuyor. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte yakma işlemi başlıyor ve 3 saat sürüyor. Söylediklerine göre odunun miktarı 360 kg. imiş. Yakma işini ölenin en büyük oğlu yapıyor. Bu kişinin kıyafeti de özel olarak hazırlanmış oluyor. Beyaz şal gibi bir örtü bedeni sağ omuz dışta kalacak şekilde sarıyor. Ayakların çıplak olması gerekiyor. Ölenin yakınları da bütün bu olup biteni seyrediyor ve kendilerine göre dualarını yapıyorlar. Ganj kıyısının curcunası içinde bu an yine de çok sessiz sayılır. Herkes çok sakin ve tepkisizler. Havada bir yanda tütsülerin bir yanda da ölenlerin yanık kokusu insanı başka dünyalara götürüyor. Ganj nehrinin sularında sabunlanıp yıkananlar, yüzenler, dişlerini fırçalayanlar ve ölülerini yakanlar hepsi bir arada.
Anadolu’da nasıl mezara bir kürek toprak âdeti varsa burada da ölenin ateşine bir odun atmak âdeti varmış. Fotoğraf çekmek için yakınlarına gittiğimde elime bir odun tutuşturan delikanlının ne demek istediğini anlamamıştım ama işaret dili imdada yetişti. Sonradan bu hareketin ne anlama geldiğini öğrendim. Benzer şeyi Nepal’de de yaptım. Başkent Katmandu’da Ganj Nehri’nin kolu olan Bagmati Nehri’nin kenarına kurularak Tanrı Şiva adına inşa edilmiş Pashupatinath Tapınağı’na getirilen cenazeler burada Varanasi’ de anlattığımız törene benzer şekilde yakılıyor. Bu tapınağın çevresi bir zamanların hippi gençlerinin ve esrarcılarının da merkeziymiş. Gittiğimiz gün buraya 500 metre kadar uzaklıkta bir festival de vardı. “Om Mani Padme Hum” mantrası eşliğinde o gün zor ama çok ilginç bir deneyim yaşadık.
Ölüm olayı dünyanın yer yerinde her tür kültürden tüm insanları derinden ilgilendirmiş ve bu ilginin sonucu birbirinden çok farklı âdetler, gelenekler, ritüeller gelişmiştir. Bunlardan bir tanesi de ölünün kemiklerinin bir süre sonra bir yerde biriktirilmesi âdetidir. Bunlardan en çok sözü edilenlerden bir tanesi Myra/Demre’li Aya Nikola diğer adıyla Noel baba söylencesidir. Nikola M.S. 3. Yüzyılın sonunda zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak Patara’da doğmuş. Sonradan aziz yapılan bu Hristiyan “ermiş” öldükten sonra yaşadığı Myra’ya gömülmüş. Ama ne Vatikan ve ne de diğer papazlar öldükten sonra adama rahat vermemişler. Ölümünün üzerinden bin yıldan çok bir zaman geçtikten sonra İtalyan denizciler mezarını açmışlar, Niki’ nin kemiklerini hemen tanımışlar ve kaptıkları gibi İtalya’da Bari’ye kadar götürmüşler. Götürmüşler ama bir kemiğini unutmuşlar. Bu kemik şimdi Myra antik kentinde adına yapılar kilisenin içinde ziyaretçilerine derdini anlatıyor.
Hristiyanların bu kemik merakı sınır tanımıyor. Gidenler görmüş olabilirler Peru’nun başkenti Lima’da San Franscisco Katedrali ve manastırı var. 500 yıllık bu binanın bodrum katları tıka basa kemik dolu. Ziyaretimiz sırasında sayının 75.000 olduğunu söylediler. Gez gez bitmiyor. Sayı daha çok bile olabilir. Bize oranın papazının anlattığına göre saygın kişiler öldükten sonra manastırın bahçesine gömülüyorlarmış. Etler çürüyüp kemikler iyice sıyrıldıktan sonra getirilip bu bodrum katına istif ediliyormuş. İnsanların inancı bu bize bir şey demek düşmez.
Ya o Çek Cumhuriyetinin başkenti Prag’ın doğusundaki Sedlec kilisesi. Onu herkes “Kemik Kilise “ diye tanıyor. Kemikleri öyle bir dizmişler ki, kimileri çiçek görünümü almış kimilerinden avize yapmışlar.
Mezarlara rahat vermeyen ve mezarlıkları soyanlara nebbaş (Arapça kazıcı, mezar soyguncusu anlamında nabbaş) adı veriliyor. Bu kavramı 1996 yılında Türkiye’nin ünlü iş insanı Vehbi Koç’un mezarının kazılıp cesedinin soyulması olayı deneniyle öğrenmiştik. Eğer mezara ölenle birlikte gömülmüş olabileceği düşünülen değerli şeylerin alınması amacı yoksa bu bir nekrofili sapıklığını akla getirmektedir.
Kemiklerin saklanma geleneği çok eskilere dayanıyor. Bir İran Zerdüşt geleneğine göre bu âdet M.Ö. 3000’ lerde başlamış.
İngilizler bu kemik toplama işine Ossuary adı vermişler. Onlar da meraklılar anlaşılan. Paris’te, tarihi sel baskınında böyle biriktirilen kemiklerin etrafa saçıldığı söyleniyor. Kimileri d e kurukafalara, onları biriktirmeye hevesliymiş.
Hristiyanların kemik merakı isterseniz fetişizmi diyelim yalnızca kendi inananları ile sınırlı değil, her türden kemik onlar için çok değerli. Bunun nedeni konusunda yeterli, doyurucu bir açıklama bulamadım. Tarih konularında yazılar yazan ve televizyon programları yapan Murat Bardakçı’nın da bir yazısında belirttiği gibi Hz. Muhammed’in mezarı, elbette mezar içinde bulunan kemikleri tarihte iki kez Hristiyanlar tarafından çalınma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiş. Bunlardan ilki Evliya Çelebi’nin ünlü Seyahatnamesinin 9. Cildinde anlatılmaktadır. Buna göre kesin bir tarih bildirilmemekle birlikte 1150 – 1174 yılları arasında Papa III: Eugenius, IV. Hadrianus veya III. Alexander yahut da Adrian, bu dört papadan birinin döneminde papalığın emri ile Arapça bilen 40 kişi Medine’ye gönderilir. Bu kişiler 3 yıl Medine’de yaşarlar. Mescidi Nebevi’ nin altından bir tünel kazarlar. O sırada Şam atabeyi olan Nureddin Zengî her nasılsa bir rüya görür, Hz. Muhammed ona durumu anlatır. O da 6 bin kişilik bir birlik oluşturur, harekete geçer. Tünel kazıcılarını bulur ve öldürtür. Yeni bir hırsızlık olayı yaşanmasın diye hem tünele ve hem de Hücre-i Saadet çevresine kalay, tunç gibi madenlerden korumalık yapar.
Hz. Muhammed’in nâşının 2. kaçırma girişimi Portekizli Amiral Alfonso d’Albuquerque tarafından 1510-1520 tarihleri arasında olur. İspanyolların 1492’ den başlayan Yeni Dünya serüvenlerine karşın Portekizliler de Afrika’nın güneyinden, Ümit burnundan geçip Kızıl Denize ulaşma başarısını göstermişlerdir. Amaçları Mısır, Suriye ve Kudüs’ü ele geçirmekti. Hz. Peygamber’in nâşını çalabilirlerse çok güçlü bir moral üstünlük yakalayacaklarına inanıyorlardı. Düşündüklerini gerçekleştirmek için Mısır’da, Suriye’de çeşitli eylemlerde bulunmuşlardı., 1517’de Kızıl Deniz kıyısında Cidde’ye asker çıkarma girişiminde bulundular ama başarılı olamadılar. Amaç Hindistan’a kadar uzanan baharat yolunu kontrol altında tutabilmekti.
Amaçları Colomb ile aynı ama rotaları farklıydı. Amiral Alfonso d’Albuquerque’ ın hevesi kursağında kaldı. Durmadılar, akınlarına devam ettiler Yavuz Selim’den sonra padişah olan Kanuni Süleyman onlarla savaşsın diye denizci Piri Reisi ordu komutanı yapmış. Amiral ben bu işten anlamam bir karacı komutan adam bulun dediyse de derdini anlatamamış. Başarılı olamamış sonra da Mısırda asmışlar. Eğer Portekizliler karada oyalanmayıp çıkarma işine yoğunlaşsalardı işler çok daha kötü olabilirdi.
Bunu anlatmamızın nedeni insanlar birbirlerinin dirisini rahat bırakmadıkları gibi ölüsüne de rahat vermiyorlar. Hristiyanlar bu konuda açık ara öndeler. Sanki kemik fetişistileri.
Cenaze mezara yerleştirildikten sonra da her dine bağlı inananlar ayrı ayrı bildikleri tarzda dualar, törenler yapmaktadırlar. Toprağa verilmenin ardından o gece ölünün çıktığı evde veya taziye yerinde veya Cemevinde kurandan ayetler okunmakta, dualar edilmektedir. Yedinci, kırkıncı günlerinde Yasin duası okunmakta ve hatim indirilmektedir. Bu ayin sonunda yemek veya yemek yerine geçen yiyecekler, helva ve benzeri tatlılar ikram edilmektedir.
Hristiyanlar da benzer şekilde defin işleminden sonra genel olarak yakın akrabalar bir araya gelip dualar eşliğinde bir yemek yemektedirler.
Yahudiler eğer şabat gününe rastlamamış ise onlar da benzer işler yapmaktadırlar.
Nazilere karşı cephede savaşırken Konstantin Mikhailovich Simonov sevgilisi Valentina Serova’ ya yazdığı “ Bekle Beni” şiirinin şu dizelerini birlikte okuyayım.
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
……
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yâd edip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
Bu dizeleri okuduktan sonra hangi yemek lokması, hangi şarap yudumu boğazımızdan geçer.
Birçok kimse bana çeşitli nedenlerle karşı çıkabilirler. Varsın çıksınlar, ben ölüm denen acının üzerine sindirim sistemimizin çalıştırılmasından sana değilim. Bir övün atlayınca insanın açlıktan ölmeyeceğini düşünüyorum. Anma günlerinde de yapacak başkaca bir iş kalmamış gibi tatlı vb. şeylerin dağıtılması bana çok itici gelmektedir. Mezarlıklarda simit, poğaça satanlardan geçilmiyor, neden? Bunun bir gelenek olduğu söyleniyorsa eğer, bu geleneğin artık terk edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim ölüm denen o acılı ayrılışa karşı duyduğum saygı bunları bana yazdırtıyor. Bizim yaşatılması gereken çok güzel geleneklerimiz de var, onları geliştirerek devam ettirelim.
Ölü mezara konuyor ama bıraktığı boşluk dolmuyor. Sonuçsuz bir özlem insanın belleğine çakılıp kalıyor. Bu özlemi köreltebilmek için belki; insanlar zaman zaman mezarlıklara gidiyorlar. Mezarlık sözcüğünün etimolojisine baktığımızda Arapça zyr kökünden gelen mazār م sözcüğünden dilimize girdiğini görüyoruz. Anlamı ziyaret edilen yer, ziyaretgâh demektir. Arapça sözcük Arapça ziyārat زيارة “ziyaret etme” sözcüğünden dilimize girmiştir. Mezar ve mezarlığa verilen diğer bir ad da kabir ve kabristan sözcükleridir. Yukarıda açıklandığı şekilde Arapça ve Farsça Qabr ve İstan sözcüklerinin karışımı ile oluşturulmuş olan kabristandan mezarlık daha güzel ve daha anlamlıdır.
Gözü yaşlı ölü yakınları mezarlığa gittiklerinde mezarlarının bakımını yaparlar, toprağı biraz havalandırıp küçük çiçekler dikerler, üzerine su dökerler. Dahası kuşların içmesi için suluklara su doldururlar.
Mezarlıklarımızın hala çok düzenli, bakımlı ve temiz olduğunu söyleyemeyiz. Yurt dışında ziyaret ettiğimiz mezarlıklar insanda hem bir hayranlık ve hem de bir saygınlık uyandırmaktadır.
Başta Katolikler olmak üzere Hristiyanlar mezarlarına ölenin bıraktığı anıya uygun heykeller dikmeyi çok seviyorlar. Kimisi onun yaptığı işe, mesleğe, gösterdiği kahramanlıklara uygun, kimisi eşi, çocukları, sevgilisi veya başka kişilerle olan ilişkilerini gösterir çoğu duygusal heykel veya heykel grupları. Bunların birçoğu anıtsal niteliklidir ve her birinin ayrı bir sanat değeri bulunmaktadır.
Mezarlıklarda sessizlik egemendir. İnsanlar birbirleriyle alçak sesle, hatta fısıltı ile konuşurlar. Bu, adeta gürültü yapıp da rahatsız etmeyelim dercesine ölüye saygının bir sonucudur. Bunları yazarken kalemimin ucuna gelenler : “Sustu bülbüller hıyaban uykuda / Esme ey bad esme canan uykuda” – Faruk Nafiz Çamlıbel.
Mezarlık her ülkede, her kültürde farklı şekilleniyor. Meksika, Şili gibi ülkelerde katlı mezar sistemleri görülebilir. Bazı yerlerde ziyaret saatinde asansörle mezarın ziyaret yerine indirildiğini duyduk.
Madagascar yerlilerinin ölüyle ve mezarla olan ilişkileri bize çok ilginç geldi. Yoldan geçerken bir rastlantı sonucu durduğumuzda gördük ve arabalarımızdan inerek bu olaylara tanıklık ettik. Köyün ahalisi sabahtan kafayı bulmuş, eli ağzı alet tutan herkes bir şeyler çalıyor, müzik yapıyorlar. Hiç de öyle ağıt gibi falan değil. Hareketli, bazı bölümleri biraz neşeli bir müzik yeri göğü inletiyor. Yerel rehber söylemeseydi bunun bir cenaze töreni olduğunu bilemezdik. Fest Travel ile yaptığımız bu gezide arkadaşımız, rehberimiz Turgay Tuna gel bunların arasına katılalım dedi. Kendi ağız mızıkasıyla onlara doğaçlama eşlik etti. Ben durmadan fotoğraf ve video çekiyordum. Tarlanın ortasında bir tonozdan, tonozun arka tarafından cenaze çıkarıldı, beyaz bir örtüye sarıldı. Ölü buraya bir yıl önce gömülmüş, etleri börtü böceğe yem olmuş. Kuru iskelet kalmış. Bir teskere üzerinde beyaz örtüye sarılı bu kemikler müzik ve koro eşliğinde danslarla olduğu yerden alındı. 100-200 metre kadar omuzlarda taşındı. Bu işlemler yarım saatten fazla sürdü. Bundan sonrasını bize yerel rehber anlattı. Cenaze bu şekilde eve getiriliyormuş, evde eğer kalmış ise kemiklerin üzerindeki etler kazınıp alınıyormuş ve bize anlatılanlar doğru ise bu et parçaları ölenin ablası veya kız kardeşi tarafından yeniyormuş L Köyde o gün büyük bir ziyafet sofrası kuruluyormuş. Ziyafet için daha önce ölü sahiplerinin ekonomik gücüne göre Madagascar’a özgü, adına zebu dedikleri çok büyük boynuzlu sığırlardan bir veya birkaç tane kesilip eti ile çeşitli yemekler yapılıyormuş. Ayrıca şeker kamışından kendi bildikleri yöntemlerle üretimleri rom variller dolusu, gelen geçen içiyormuş. Bu tören müzikli korolar, danslar ve dualar eşliğinde üç gün sürüyormuş. Üç günün sonunda kemikler ya ilk mezarına veya evinin önündeki mezarlığa gömülüyormuş. Kesilen zebuların boynuzları ise evin önünde sergileniyor. Ne kadar büyük ve çok zebu boynuzu varsa o kişi o kadar çok saygınlık topluyormuş.
Dünyada mezar ve mezarlık türleri yalnızca alt alta yazılmış olsalar bunlar bile birkaç sayfa tutar. Mezarların hiç kuşkusuz en ünlüsü Firavun mezarlarıdır. Bunların da en ünlüleri Kahire’de, Giza Piramitleridir. Keops, Kefren ve Mikerinos. Bunların işlevlerine çok kısa da olsa değindik. Bunların yapım mühendisliği şekli, mimari özellikleri ise gizemini hala sürdürmektedir. Gezip görenleri kendisine hayran bırakmaktadır. Firavun piramitleri bu üçünden ibaret değil Mısırın diğer yerlerinde ve Sakkara’da bulunanlar da mükemmel. Sudanda bulunan piramitler ise biraz küçük ama bildiklerimizden daha farklıdır.
Birçok kültürde mezarlıklar nekropol/ nekropolis/ nécropole ölüler kenti olarak adlandırılmaktadır. (nekr+o+polis)
Yukarıda Afrika örneğinde anlattığımız gibi ölü yaşadığı eve gömülmektedir. Giderek bu iş daha da gelişmiş ve evin ilk katı mezarlık üst kat veya katları konut olarak kullanılmaya başlanmıştır. Zengin aileler de ölülerine bekçilik yapsınlar diye böyle yerler yapıp insanları buralarda görevlendirilirlermiş. 20. Yüzyıl Kahire’sinde bile dış mahallelerde bu örnekleri görebiliyoruz. Antik Anadolu-Yunan kültüründe de nekropoller önemli bir yer tutarlar. Lykia’nın kaya mezarları da bir başka örnektir.
Romanya’da Maramureş kentindeki Sapanta Köyü Mezarlığı (Merry Cemetery) bildiğimiz mezarlıklardan hayli farklı. Adını Neşeli Mezarlık koymuşlar. Sanırım bu mezarlığa geldiğinde taştan veya ahşaptan yapılmış mezar taşlarını görse Azrail bu canları aldığına pişman olurdu. Mezarlıkta ağlamak yasakmış.
Ölenin inanç durumuna göre kilisede dini ritüeller tamamlandıktan sonra ölü cenaze arabasında mezarlığa ağır adımlarla getiriliyor. Bando, klarnet, trompet, akordeon eşliğinde şen şakrak, şakalar eşliğinde daha önce hazırlanmış olan mezara konuyor.
Sorduk gittiğimiz gün defnedilecek ölü yokmuş. Bilemedik, bilseydik sizin için birisini gömerdik dediler. Siz bu yanıttan sonra olanları ve olabilecek olanları gözünüzde canlandırabilirsiniz. Mizahta bizim Anadolu insanı ile rahatça yarışabilirler.
Romanya’ya gelen turistlerin görmeden gitmek istemedikleri ve bir açık hava müzesini andıran bu mezarlıkta en göze batan renk mavi. Ne kadar uyar bilmem ama eskiden at arabaları ve onun tekerleri vardı, işte o ahşapların üzerindeki boyaları, süsleri düşünün, o tarzda bir şeyler.
En önemli tarafı da bu mezar ve mezar taşlarındaki şekiller ve yazılar. Örneğin sporcu ise yaptığı spor ile ilgili bir resim. Örneğin bir kasap veya terzi yahut berber ise onu çalışırken gösteren, evde hamur yoğururken gösteren resimler. Resimlere eşlik eden hayat dolu sözler. Ölümü değil yaşamayı düşündürüyor. Üzülmeyi, ağlamayı unutturuyor bazen gülümsetiyor bazen de kendinizi tutamayıp basıyorsunuz kahkahayı. Elbette gülebilmek için bu Romence sözleri size birisinin çevirmesi gerekir. Bir tanesini buraya alalım: Adam ölmüş eşi sesleniyor: “Ey Mihail yattın kalktın, doğurttun. Bebelere bakmaktan gün yüzü göstermedin, öldün senden kurtuldum.” O neşe içinde çektiğim fotoğraflar nedeniyle bana bir ödül de verdiler.
Türklerde mezar geleneği balballarla başlıyor ve Van gölü kıyısında bulunan şirin kentimiz Ahlat’da örneklerini gördüğümüz Selçuklu anıt mezar taşlarıyla doruklara çıkıyor. Her biri ayrı güzellikte, taş bir ahşap gibi ince ince işlenmiş. Mezarları içine alan kümbetler de Selçuklu ve Anadolu Selçukluları döneminde mezarlara, mezar taşlarına ve türbelere çok önem verildiğini göstermektedir.
Başlangıçta da belirttiğimiz gibi ölüm konusunun konuşulması da yazılması da hem zor ve hem de sıkıcıdır. Okurken zaman zaman sıkıldığınızın farkındayım. Ayrıca bu kadar da uzatılmaz dediğinizi duyar gibi oluyorum. Belki de haklısınız. Ancak en kısaltılmışı bu, hatta kısalığı nedeniyle konunun çizgi karikatürüdür diyebiliriz.
Amacım, ölüm, ölü ve sonrasına ilişkin olarak dilimize yerleşmiş kavramları, kök ve kökenlerini açıklamaktır.
Ömür biter yol bitmez demişler ya, biz o sözü ömür biter bu yazılar bitmez diyerek uyarlayalım.
Ölüm ilk insandan günümüze kadar herkesi ve her toplumu derinden etkilemiş. İnsan her dönemde ölümün neden ve sonuçlarını hep merak etmiştir. Etmeye de devam etmektedir. Öldükten sonra ne olmaktadır? Gerçekten bazı kutsal kitapların söylediği gibi bir başka dünya var mı, yoksa filmin sonundaki son yazsı ile her şey sona eriyor mu?
Ne cennet sevinci ve ne de cehennem korkusu, baştan sona insanın içindeki merak dürtüsü.
Bu merak kuşkusuz sürüp gidecek ama filmimizin şu son yazısı olabildiği kadar geç olsun, olacaksa da bari güç olmasın.
Herkese sağlık, esenlikler ve uzun ömürler dilerim.
09.12.2023
Ali Can Polat