LALE – TÜLBENT – TULIPE – TÜRBAN

 

 

L A L E – TÜLBENT – TULIPE – TÜRBAN

Lale

Lale adı, dilimize Farsçada gelincik ya da Anemon anlamına gelen لاله / lāle sözcüğünden alınmıştır. Kökeni yine Eski Farsçada kırmızı şey anlamına gelen alālag sözcüğüdür. Farsçada ve Osmanlıcada kırmızı anlamına gelen lâl sözcüğü de aynı kökten gelmektedir. Ancak lal sözcüğünün bir de dilsiz, konuşamaz anlamı da vardır. Lal ü fem tamlamasının hem kırmızı dudak ve hem konuşmayan ağız anlamları bulunmaktadır. Lalik sözcüğü de büyük olasılık ile kırmızı rengi çağrıştırdığı için domates yerine kullanılan bir sözcük olmuştur. Ancak bu yaygın değildir. Bazı Türkçe sözlüklerde lalik sözcüğünün yemeni anlamına geldiği de belirtilmiştir. Lale sözcüğü, esasen gelincik veya Manisa lalesi anlamına gelirken anlam kaymasına uğrayarak 17.yüzyıldan sonra bugünkü şeklini ve anlamını kazanmıştır.

Lale (Tulipa), zambakgiller (Liliaceae) familyasından Tulipa cinsini oluşturan güzel çiçekleri ile süs bitkisi olarak da yetiştirilen, soğanlı, çok yıllık otsu bitki türlerinin ortak adıdır.

Anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı dağlarıdır. Türkler Orta Asya’dan göç ederlerken bu bitkinin soğanları da yanlarında Anadolu’ya getirmişlerdir. Soğanlarının üzerinde zarımsı bir örtü bulunur. Etli ve yeşil 2 ile 8 arasında değişen sayıda yaprağı vardır. Çiçekler, saplar ucunda çoğunlukla bir, bazen iki tane olur. Kırmızı, sarı veya ara tonlarda, bazen alacalı renklere sahiptir. Anadolu’nun dağlık bölgelerinde, Kafkasya Kırgızistan ve Himalaya dağlarında 4000 m’ye kadar olan yüksekliklerinde doğal olarak yetişebilir. Yazın kuru ve sıcak, kışın soğuk ve nemli geçen bölgelerde doğal olarak yaşayabilir. Lalelerin çok çeşitleri bulunmaktadır. Bunların arasında en ünlüleri: Basit erken laleler/Terry erken laleleri / Terry geç laleleri/ Zafer laleleri/ Darwin melezleri/ Basit geç laleler/ Zambak rengi laleler/ Saçaklı laleler/ Yeşil çiçekli laleler/ Rembrandt laleleri/Papağan laleleri/Kaufman laleleri ve melezleri/ Greig’s laleleri ve melezleri/ Foster’s laleleri ve melezleridir. Doğal laleler melezlenerek çok çeşitli laleler elde edilmiştir. Günümüzde 5544 çeşit lale yetiştirilmektedir.

Lalenin özellikle Doğu kültürlerinde, mitolojilerinde özel bir yeri vardır. Edebi metinlerde sıkça kullanılmıştır. Mitolojilerde lalenin ortaya çıkışına ilişkin çok farklı anlatımlar bulunmaktadır. Bunların içinde en ünlülerinden birisi de Pers söylencesinde lalenin kökeni ile ilgili olanıdır. Bu öyküye göre yaprağın üstünde bir çiğ tanesine yıldırım düşer ve o çiğ tanesi ile yaprak alev alır. Daha sonra bunlar donarlar ve lale ortaya çıkar. Bu öyküye dayanılarak anlatıldığına göre lalenin çiçeğinin ortasındaki koyuluk bu yanma işleminin sonucunda oluşmuştur. İnançlar bu yönde gelişir.

Lale çiçeğinin bilimsel sınıflandırması şöyledir:
Âlem: Plantae, Klad Angiosperms/ Magnoliophyta yani kapalı tohumlular, şubesi: Monocots / Magnoliopsida yani tek çeneklilerdendir. Bitkinin takımı: Liliales, familyası da liliaceae yani zambakgillerdendir. Bu sınıflandırmada bitkinin cinsi de tulipa olarak gösterilmektedir.

Bu çiçeğin Türkçe dışında başka dillerde söylenişi de şöyledir: Fransızca: Tulipe/ İngilizce: Tulip/ Almanca: Tulpa/ İtalyanca: Tulipano/ Katalanca: Tulipa/ İspanyolca: Tulipán / Macarca: Tulipán/Korsikaca: Tulipanu/Azerice: lalə / Felemenkce; Tulp/Rusça: Тюльпан- tyul’pan/ Japonca: チューリップ- Chūrippu/ Hintçe: ट्यूलिप? Tyoolip/ Arapça: الخزامى/ Alkhuzamaa/ Farsça: گل لاله- lale /Yunanca: Lalin

Lale, Osmanlı devleti döneminde 1520’li yıllardan başlanarak melezleme yöntemi de kullanılarak çeşitlendirilmiş ve geliştirilip yaygınlaştırılmıştır.16.’ncı yüzyılda lale artık Osmanlı kültürünün ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu tarihlerde saraylar lale çiçekleriyle süsleniyor. Çiniler üzerinde lale şekilleri yapılıyor. Bu nadide eserler şu anda Topkapı Sarayı’nın en değerli parçaları olarak sergileniyor. Osmanlı sultanlarının lale çılgınlığı, 1718-1730 Sultan III. Ahmet dönemi Lale Devri olarak adlandırılıyor ve bu dönem zevk ve sefa dönemi olarak tarihe yazılıyor. Emirgân ve Sadabad sefaları çok ünleniyor. Her yıl ilkbaharda, dolunayla birlikte, sarayda lale şenliği düzenliyor. Bu ilginç dönem Arnavut asıllı Patrona Halil’in başı çektiği yeniçeri isyanıyla sona eriyor.

Laleden Tülbent ve Tulipe’e

Yukarıda yabancı dillerde lale bitkisine verilen adlardaki benzerlik, aynılık dikkatlerinizi çekmiştir. İşte bu bitkinin yapılmasının öyküsü de 400 yıl kadar önce Osmanlılar döneminde başlıyor.
Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa ülkelerinden İstanbul’a gelen büyükelçilerine laleler armağan ediyor. Roma Cermen İmparatoru I. Ferdinand’ın İstanbul’a gönderdiği Hollanda kökenli büyükelçi Ogier Ghislain de Busbecq, bu lale soğanlarını görevinin gereği olarak Viyana’ya ve saraya götürüp sarayın bahçıvanı Carolus Clusius’a teslim ediyor. Bahçıvan Carolus Clusius da bu laleyi Hollandalılara tanıtıyor. Hollandalılar laleye büyük ilgi gösteriyorlar. O tarihten başlayarak Hollanda lalenin merkezi olmaya başlıyor. Giderek Osmanlı devleti lale tekelini Hollanda’ya kaptırıyor. Lale giderek Hollanda ile özdeşleşiyor. Hollanda’dan söz edilirken çeşit çeşit peynirlerin, bisikletlerin, kanalların ve turuncu rengin yanında herkesin zihninde bir de lale bitkisi canlanıyor. Hollanda yılda 3 milyar lale çiçeği soğanı üretiyor ve çoğunu da satıyor. Elbette bu kadar çok laleden önemli bir dış ticaret geliri elde ediyor.

Lalenin Avrupa’ya gidiş tarihi ve gidiş şekli konusunda kesin bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Ancak birçok araştırmacı ve anlatıcı yukarıda değinildiği gibi lalenin büyükelçi Busbecq tarafından Avrupa’ya götürüldüğünü söylemektedirler. Bu soğanları Kanuni mi armağan etmiştir yoksa büyükelçi merakıyla mı alıp götürmüştür, o konuda kesin bir şey söylenemiyor.

Ancak Flaman botanikçi Carolus Clusius’la Leiden Üniversitesi’nin botanik bahçesi müdürlüğü görevini yaparken laleleri ekmeye başlıyor. İşte bu tarih yani 1594 yılı Hollanda için bir başlangıç kabul ediliyor.

Bu tarihten sonra Avrupa’da büyük bir lale sevgisi başlıyor. Fransız yazar Alexander Dumas dünya klasikleri arasında yer alan La Tulipe Noir/ Siyah Lale adlı bir roman yazıyor. Bu romanın bir de aynı adla filmi çekiliyor. Başrollerini Alain Delon ve Virna Lisi’nin oynadığı1964 yapımı bu filmi ben de seyretmiştim.

17. Yüzyılın ilk yarısında lale çılgınlığı La Tulipe Mania, inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Lale dünyanın en pahalı çiçeği haline gelmiştir. Tek bir soğanı bile bilmem kaç florine satılır hale gelmiş.

Şimdi de her yıl ocak ayında Amsterdam’da Ulusal Lale Günü Şenlikleri düzenlenmektedir. Dile kolay Damm Meydanına dikilen lale sayısı 200 binden çokmuş. Bu festival öncesinde ve sonrasında Tulpenroute /Lale Rotası adıyla çok ilginç geziler yapılıyormuş.

Anlatılan bu süreç içinde Osmanlı’nın Hollanda’ya kaptırdığı bu kültürel zenginlik sonunda Hollanda’nın ulusal çiçeği haline geliyor.

Lale nasıl olmuş da tulipe, tulipa olmuş? Yukarıda yarım bıraktığımız etimolojik bilgiyi şimdi biraz daha tamamlamaya çalışalım.

Lalenin ‘Tulipa’ olan botanik adı, Türkçe tülbent sözcüğünden kaynaklanıyor. Osmanlı döneminde devlet büyüklerinin, sultan ve vezirlerin başına taktığı kavuğun üzerindeki örtü ve bu tülbendin ucundaki süslemeler laleye benzetiliyor. Bir başka anlatıma göre büyükelçi Ogier Ghislain de Busbecq lale soğanlarını Anadolu’da hanımların başörtüsü olarak kullandıkları ve kenarları işlemeli olan bir tülbendin içine koymuş ve bu şekilde ülkesine götürmüştür. Büyükelçi sarayda bunları tanıtırken ve Flaman botanikçi Carolus Clusius’ a açıklamalarda bulunurken lale adını unutuyor, lale soğanını sardığı tülbendin adını lalenin adı olarak anımsayıp söylüyor ve herkes de çiçeğin adını tülbent olarak öğreniyor. Tülbent sözcüğünü de tam söyleyemiyorlar. Böylece yanlış yanlışa neden oluyor ve lale tulipa olup çıkıyor. Lalenin yaygınlaşması sonucu İngilizler, Almanlar, Fransızlar ve diğerleri de bu sözcüğü dillerine uyduruyorlar.
İnsan kendi dilindeki bir sözcüğün dünyanın birçok ülkesinde kullanılmış olduğunu görünce, anlayınca elbette seviniyor ve biraz da gururlanıyor ama aynı zamanda lale kültürünün el değiştirmesine de içten içe hüzünleniyor. Nereden nereye…

Ters Lale

Ülkemizin bir başka zenginliği de ters laledir. Farklı yapısıyla olduğu kadar güzel öyküleriyle de gören ve dinleyen herkesin dikkatini çekmektedir. Ters lale ülkemizin endemik bir bitkisidir. Süs çiçeği olarak da yetiştirilmektedir. Hüznün sembolü olarak bilinir. Ters lale çiçeği 19. yüzyılın sonuna kadar sadece Osmanlı-Anadolu toprağına özgü, endemik bir tür iken daha sonra dünyanın başka bölgelerine de taşınmıştır.

Ferhat ile Şirin’in aşkının ters lale ile ilişkilendirildiğini görebilirsiniz. Söylenceye göre Şirin ve Ferhat kavuşamadığı için bu lale ters bir yapıya bürünmüş ve kırmızı renge dönüşmüştür.
Yazın evvelinde Gence çölünde/Çıhıblar yene de dize laleler dizeleriyle başlayan Azeri türküsü dillerden düşmeyen ezgilerimizden bir tanesidir.

Aşk konusunda da ters lale çiçeği ile ilgili birden farklı anlamları bir arada görebilirsiniz. Ters lale büyük aşkların ve birbirine kavuşamayan sevdalıların çiçeği olarak anlamlandırılıyor. Anadolu’nun birçok yerinde ters lale ağlayan gelinlerin ve mutlu olamayan insanların çiçeği olarak tasvir ediliyor. Ters lalenin yapısı boynu bükük bir şekilde olduğu için ağlayan bir kişiye benzetiliyor. Boynu bükük olan lalenin üzerine gelen su damlaları doğrudan aşağıya doğru akıyor. Bu nedenle boynu bükük oluşu ve damlayan sular yere doğru akışı dikkate alınarak bu çiçeğe “Ağlayan Gelin adı veriliyor.

Ters lale çiçeği öykülerinden bir tanesi de Mimar Koca Sinan ile ilgilidir. Söylenceye göre Edirne’de Selimiye Camisi’nin yapılacağı yerde bir hanımın evi vardır ve evinin bahçesinde güzel laleler bulunmaktadır. Sinan burayı alıp üzerine bir cami yapmak istediğini söyler ama kadın kabul etmez, lalelerinden vazgeçmek istemez. Sonunda yapılacak camide mermerden bir lale şeklinin konacağını öğrenince razı olur. Selimiye Camii böylece yapılır. Mimar Sinan sözünde durmuş, camide yer alan müezzinler mahfilindeki mermer ayağa bu ters lale şeklini oldurmuştur. Söylencenin gerçek olup olmadığı bilinmiyor ama şu anda Selimiye Camisine ziyaret için gidenler bu laleyi görebiliyorlar. Ancak beyaz mermer üzerindeki bu şekli görebilmek için biraz ışıkla aydınlatması gerekmektedir.

Ters Lale öyküleri bitmiyor. Endemik bir çiçek türü olan ters lale Hristiyan söylencelerinde de kendisini gösteriyor. İsa’nın çarmıha gerildiğini gören ve çok üzülen anne Meryem’in gözlerinden dökülen yaşlarının düştüğü toprakta ters laleler bittiğine inanılıyor. Endemik bir bitki nasıl oluyor da bitmesi, büyümesi uygun olmayan Kudüs florasında bir anda yetişiyor, bunu anlayamıyoruz. Ancak söylencelerin doğruluğu bilindiği gibi tartışılamaz.

Yine bir başka söylencede Hz. Ali’nin çocukları Hasan ve Hüseyin’in Kerbelâ’ da Yezid taraftarlarınca öldürülmelerinin ardından bu çiçeğin boynu bükük ve rengi de kırmızıya dönüşmüştür.

Tülbent sözcüğü Farsça bir sözcüktür. Dilimize de Farsça’dan gelmiştir.
Tülbent’ in kökeni Farsça dūlband / دول بند sözcüğü olup kavuk üstüne sarılan sarık, dolak anlamına gelmektedir.
Farsça dūl/dol دول kova + Farsça band بند /bağ, sargı anlamına gelmektedir. Bu iki sözcüğün birleştirilmesiyle de tülbend / kova sargısı sözcüğü oluşturulmuştur.
Anadolu insanı için tülbent kavuğun üzerine bağlanan sarıktan çok kadınların kullandığı bir başörtüsü olmuştur. Anadolu insanı tülbent yerine aynı anlama gelen yemeni ve yazma sözcüklerini daha çok kullanmaktadırlar. Oyalı, nakışlı, işlemeli yazmalar, yemeniler gelin çeyizlerinin vazgeçilmezlerindendir. Adına türküler yazılmıştır. Oyalı da yazma başında… Çemberinde gül oya, Gülmedim doya doya… vd.

Türban

Tülbende benzeyen bir de türban kavramı vardır. Fransızca turban Türk Sarığı sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Türkiye Türkçesindeki tülbent sözcüğünden hareketle kavuk üstüne sarılan sarık sözcüğünden Fransızcaya kazandırılmıştır.

Türkçede kullanılmakta olan sözcük Batı dillerinde anlamı değiştirildikten sonra Türkler tarafından geri alınmıştır. 1960’lı yıllara dek “Şık” ve “Batılı” bir kadın giyim unsuru olarak değerlendirilmiştir.

Turban Batıda 1920’li yıllarda moda olan sarık şeklinde kadın başlığı olarak tanımlanmıştır. [Cumhuriyet Gazetesi Arşivi 1930]

Türban sözcüğü, bilinen tarihte ilk kez Batıda 1920′ li yıllarda moda olan sarık şeklinde bir kadın başlığıdır. (1930) Bu modaya göre kadın saçları türban şeklinde taranmış, sağ kulaktan sola doğru örülmüş saç şeklinde bir kordon ve ortasına bir bukle geçirilmiştir. Böyle bir tür başörtüsünün adı türbandır.

Tülbent yukarıda da değinildiği gibi iki anlamı olan bir sözcüktür. Bu anlamlardan ilkine göre saray ve çevresinde sultan vezir ve başka devlet büyüklerinin, din adamlarının giydikleri kavuğa sarılan bir bezdir, bir kumaş parçasıdır. İkinci anlamı ise Anadolu kadınının bir başörtüsüdür. Başörtüsü ile türban arasında gerek şekil ve gerekse amaç bakımından çok önemli farklar vardır. Tülbent tarlada, bağda bahçede kadının uzun saçlarını toz toprak gibi dış etkilerden korumak amacını taşır. Tesettür bundan sonra gelir. Erkekler de köyde, fes değil başını, saçını koruyacak bir takke takmakta veya şapka giymektedirler. Türban ise kadın saçını tümüyle kapatan ve amacı dinsel olmaktan çok politik olan bir örtünme, kapanma aracıdır. Türban bazı kesimler için kimlik sembolüdür. 1980’ li yıllarda başlayan devam eden tartışmalar sonrasında bazı kesimlerce bir hareketin bayrağı, simgesi haline gelmiştir. Bu gelişmelere koşut olarak türban da çok farklı desen, renk ve biçim değişiklikleri ile çok gelişmiştir. Sade bir bezden, ipekli bir kumaşa kadar çok çeşitleri bulunmaktadır. Türban takanlar ayrıca saçlarını kalıp halinde tutmasını sağlayan, lastikli bir bone de takmaktadırlar.
Tülbent Anadolu kadınının el emeği göz nuru ile nakışlarla işleyip kişiselleştirdiği bir örtü olduğu halde türban Anadolu kadınına yabancıdır. Batıdan alınmıştır. Bu tarz giyinmenin tarihsel kökleri Sümerlere oradan Hristiyan din kadınlarına, rahibelere kadar uzanmaktadır. Aslına bakılacak olursa doğanın zorlamaları dışında kadının saçının başının görülmesinin günah sayılması ataerkil toplum düzenidir. Dinler de bu durumu bilerek daha da sertleştirmişlerdir. Türban, zaman içinde, toplumdan topluma ve aynı toplumda ve aynı dinde farklı mezhepler arasında farklı şekiller almaktadır. Örneğin birçok Arap ülkesinde ve Mollalar yönetimi altındaki İran’da bizdekine benzer bir türban uygulaması bulunmamaktadır. Son zamanlarda baş örtüsü İran’da bizim Anadolu kadınlarının başörtüsünden saçı daha az kapatan bir hale gelmiştir. Saçların ön kısmı açıktadır ve örtünün uçları da bağlı değildir.
Ayni şekilde Hindistan’da Sikhlerin kadınları değil erkekleri başlarına türban benzeri bir bağ bağlamaktadırlar. Sikhlerin türban uzunluğu metrelerce olabilmektedir. Bağlanıp çözülmesi de ayrı bir ritüele bağlanmıştır.

Türban ve tülbent kavramları zaman içinde anlamlarını ve işlevlerini aşmış ve yepyeni şekiller ve işlevlerle, yeni anlamlarla karşımıza çıkmışlardır.

Anlatmaya çalıştığımız gibi lale/ tulipe kavramları bir sözcükten daha fazlasıdır. Bunlar kültürel ve ekonomik yönleri olan kavramlardır. Lale Osmanlı’da Batılı yaşam tarzına özenilerek yaşanan bir devrin adı olmuştur. Aynı zamanda Hollanda gibi küçük ve bataklık bir ülkeye lale büyük gelirler sağlayan bir tarımsal ürün olabilmiştir. Bu sayede topraklarını ıslah etmiş ve bu gün tarım ürünleri dış satımı ile dünyada hatırı sayılır bir noktaya gelebilmiştir. Hiç kuşkusuz bu işlerde Hollanda’nın tarımsal ve hayvansal ürünleri sınıflandırmasının, bunlar üzerinde geliştirici inceleme ve araştırmalar yapmasının çok büyük bir önemi vardır. Belki de bu gelişime en büyük katkıyı aslen İsveçli olan ama Hollanda’da çalışmalar yapan Carl von Linnaeus yapmıştır. Linnaeus flora ve fauna içinde yer alan varlıkların adını koymuş, onları kavramlaştırmış ve sınıflandırmıştır. Bu insanın geliştirdiği taksonomi bu gün hâlâ flora ve fauna konularında çalışanlara yol göstermekte, kılavuzluk yapmaktadır.

Ali Can Polat
11.05.2022

 

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.