KIRK BİR

 

 

 

 

 

 

 

KIRK BİR 

 

Uzun yıllar öncesinde bir eve çaya çağrılıydım. Elimde bu güllerle kapıyı çaldım. Genç ufak tefek bir kız buyur etti. Kapıdan içeri girdim ve ben gösterilen koltuğa yavaşça oturdum. Yüreğimin çarpıntısını duyuyordum. Sehpanın üzerinde bu nihale olan bitenden ve olacak olanlardan, gelecekten tümüyle habersiz, dünyayı umursamaz bir rahatlık içinde öylece duruyordu. Daire biçimindeki bu nihalede mavi ile lacivert arası bir zemin üzerinde beyaz ile krem arası bir tül elbise içinde dans eden bir balerin görülüyordu. Balerinin sağ ayağı kıvrılmış tütüsünün altında görünmüyordu. Sol ayağı yere bir noktada belli belirsiz dokunuyor, balerinin kollarının ikisi de açık, yere paralel süzülen bir güvercini andırıyordu. Ellerinden biri yere diğeri göğe çevriliydi. Kafamın içinde binlerce hayal ürünü fotoğraftan oluşan bir film şeridi ışık hızıyla akıp gidiyordu. Heyecan ve ardı ardına üşüşen sorular. Çayın kokusu geliyordu ben gözümü nihale üzerindeki figürden alamıyorum. Genç kız çaydanlığı getirdi ve nihayetinde üzerine koydu. Vazonun içine yerleştirdiği güllere hemen solmasın diye yeteri kadar su koyduktan sonra, şeker getirmesini unutmuşum gidip getireyim dedi, mutfağa gitti. Ben çaydanlığın orada durmasına tahammül edemiyorum. Ayıp olmasa oradan alacaktım. Neyse biraz sonra çaydanlık kalktı, ben biraz rahat ettim. Konuştuk, sordu söyledim. Sordum söyledi. Dereden tepeden konuşur gibi yapıyorduk ama aslında ikimiz de hep kendimizi anlatıyorduk…

Aradan 41 yıl geçti. O nihale başka bir sehpanın üzerinde nahif güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, gözümün içine sanki canlanmış gibi bakıyordu. Aynı güller masanın üzerindeki kristal vazoda sanki daha bir kızarmış gibi göz alıyordu. Suyu azalmıştır diye düşündüm biraz su ekledim…

Dışarıda kar lapa lapa yağıyordu. Yerler ağaçlar bembeyaz olmuştu. Ben ondan erken uyanmıştım. Günaydın dedim, Günaydın dedi…

Yeni bir gün daha başlıyordu.

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.