İŞTE İNSAN – ECCE HOMO

İŞTE İNSAN – ECCE HOMO

*HAYVANIM DİYE BÖBÜRLENME SEN DE BİR HAYVANSIN
*HAYVAN DEDİ DİYE ÜZÜLME, KÖPÜRME O DA BİR HAYVAN
*UNUTMA SEN AĞAÇ DEĞİLSİN ÇİÇEK AÇAMAZSIN.
*TAŞ TOPRAK, HAVA, SU DEĞİLSİN, ATEŞ OLSAN BİLE CÜRMÜN KADAR YER YAKARSIN.
*SEN HAYVANSIN, HAYVAN KAL, HAYVANLIĞIN KEYFİNİ SÜR, YAŞA DOYA DOYA.
*YAŞA GÖNLÜNCE, YAŞAT DOSTÇA, SEV- SEVİL, ÖMÜR ÇOK KISA

(Dışımızdaki canlıları tanımlamak için bizim yarattığımız kavramlara olduğundan farklı anlamlar yüklemek biz insanların bir kusurudur)

Okuyorum dokuyorum, geziyorum görüyorum, sonra bunları bir harmanda topluyorum, hepsini tel tel hayra yormaya çalışıyorum. Nafile, şu insanları, hele de bizim insanımızı anlayamıyorum. Aramızdaki ayrılıklar değil ama aykırılıklar azalacağına artıyor, ben şaşmaya değil ama şaşırmaya devam ediyorum.

Bugün, işe papaz olarak başlayan ama sonrasında dinden çıkan bir ateistin, Charles Darwin’in doğum yıldönümü. Darwin 12 February 1809 tarihinde doğmuş. Adam yaşasaydı şimdi 213 yaşında olacaktı. İspinozlara takmış kafayı, ispinozların da her şeyini bırakmış gagalarıyla uğraşmış. Kimisi sivri, kimisi küt görünüşlü. Neden, neden acaba diye başlamış sakalını karıştırmaya. Birçok insanı da kandırmış, doluşmuşlar Beagle dedikleri bir tekneye, gide gide gitmişler Kocaman Okyanusun ortasında Galapagos Adaları’na ulaşmışlar. Hani şu korsanlardan başka kimsenin gitmediği, kocaman kaplumbağaların yaşadığı, adını bu hayvanlardan alan adalar topluluğu.
Biz de Darwin gibi meraklandık, gittik oralara. O ada senin bu ada benim günler haftalar boyu dolaştık durduk. Elimde bir kamera, aklım sıra Darwin’in kafayı taktığı kuşların fotoğrafını çekeceğim. Bir tanesini gözüme kestirdim, uygun bir pozisyonda yakaladığım anda basacağım deklanşöre. Ama bir türlü istediğim pozisyonu yakalayamıyorum. Sonunda kuşun dikkatini çekebilmek için çocukluktan beri geliştirdiğim yeteneğimi kullanmaya başladım. Onlar gibi sesler çıkarıyorum, gözüm kameranın vizörüne yapışmış, dünyayı unutmuşum. Kurduğum tuzak başarılı oldu. Hayvan benden daha çok meraklandı, sesin geldiği yeri, sesin kaynağını öğrenmeye çalışıyor. Açtı kanatlarını ok gibi geldi, geldi kameramın objektifine çarptı. Çarpma ile biraz sendeledi sonra yeşilliklerin arasında kaybolup gitti. Benim makineme de küçük bir anı bıraktı.
Ben bunlarla uğraşırken zamanı da unutmuşum, adadan ayrılma saati gelmiş. Arkadaşım, rehberimiz Fest Travelin kurucusu Faruk Pekin’den bir de güzel azar işittim. Ama geçirdiğim şaşkınlıktan sonra bu azar bana sinek vızıltısı gibi geldi.
Sıkılmazsanız, Darwin’in bu adalarında dolaşırken bir başka günümüzde yaşadığım ve belleğime bir mıh gibi çakılan ve asla unutamayacağım bir anımı daha anlatayım. Yine bu meraklı kulunuz elinde fotoğraf makinası ile sağda solda av peşinde.
Başımızda Ecuador’lu delikanlı bir rehber anlatıyor. Kulağımız onda ben onlardan biraz daha açıktayım. Rehber beni kibarca uyarıyor, turistler için ayrılan bu beyaz çizgilerin içinde kalmalıymışım! Koca adada, bir avuç biz turistten başka kimsenin olmadığı bu adada bu uyarı bana anlamdan çok uzak geldi. Delikanlının yüzüne de nasıl baktıysam gerekçesini yine kibarca anlattı. Bakın dedi, sizin şu anda görmediğiniz o toprakta, kumluk alanda belki de bir kaplumbağa yumurtası var. Belki de o yumurta yok olmakta olan bir türün son yumurtası, bastığınız yerde o yumurtayı kırmış olabilirsiniz !!! Başıma on kiloluk bir balyoz inse bu kadar üzülmez, bu kadar çok acı çekmezdim. Utandım, yüzüm kızardı.
Delikanlı devam ediyordu. Turist gelmesi, buraları gezmesi, görmesi elbette güzel, buraları dünyaya tanıtması elbette güzel ama turistin de bu sakin adadaki yaşama saygılı olması gerekir. Elinizdeki bir tane kesme şekeri bile fırlatıp atmanız buradaki ekolojik dengeyi allak bullak edebilir. Bu adaların tarihinde bunlar daha önce yaşanmış şeyler. Atacağınız bir kesme şeker örneğin karıncaları oraya çeker. Karıncalar daha çok beslenir, sayıları artar. Diğer canlıların yiyeceği şeyleri bitirir, ötekiler bu kez aç kalır, karıncalara dadanan başka bir hayvan onları yer bu kez onlar çoğalır, bu böyle sürüp gider. Sonuçta adada o dengenin yerine başka bir denge kurulur. Biz ise buradaki doğal dengenin, endemik türlerin kendi halinde olmasını, Darwin’in söylediği evrimin kesintiye uğramadan devamını istiyoruz.
Bu rehber bana unutamayacağım bir ders vermişti. Biz Darwin’i, Türlerin Kökeni’ ni, Evrim Teorisi’ ni masada okuyup anlamaya çalışırken bu delikanlı bize tam da yerinde muazzam bir ders veriyordu.
Akşam olunca küçük botlarla geldik görece daha büyük teknemize. Hepimiz yorulmuştuk. Ama ben dayak yemekten daha beterdim. Harika, hayli zengin bir sofra kurmuşlar. Sofrada Şili’nin carménère üzümlerinden yapılmış, kırmızı şarap var. Hiç iştahım kalmamıştı, şaraptan sadece bir yudum aldım. Nasıl söyledim bilmiyorum ama ağzımdan dökülen cümlelerin masadaki arkadaşların yüzlerinde yansımasını görünce çok farklı bir dünyaya savrulduğumu anladım

(Biz çok fazla insanlaşmışız, keşke birazcık hayvan kalabilseydik!)

Neyse ki, arkadaşlar pek aldırış etmediler, kendi neşeli konuşmalarına kaldığı yerden devam ettiler.
*
Şu insanlara kanaryam, güzel kuşum diye şarkılar söylüyorsun, zevkten dört köşe oluyorlar. Aslanım diyorsun seviniyorlar. Ama eşek diyorsun, eşşoğlu eşek diyorsun yumruklarını sıkıp üzerine geliyorlar. İt veya itoğlu it diyorsun küplere biniyor, kurt diyorsun böbürleniyorlar, hatta bizim soyumuz kurttur deyip elleri ile ne olduğunu bir türlü anlayamadığım işaretler yapıyorlar. Çok ders çalışan bir arkadaşımıza inek deriz ama inek Hindistan’da kutsanan bir canlı. Yol önce ineklerindir. Önce onlar geçer sonra insanlar.
Ayı denince bizim insanımız korkusundan mıdır, nedendir, kaçar. İri yarı birini görünce ağzını doldurarak ayı diye bağırır. Nedense fil demez de ilk hecesini vurgulayarak deve deriz.
Hele hele birine öküz dersen, hapı yuttun. Eşek sudan gelene kadar döverler veya bir pundunu bulup içeri tıkarlar.

Bakın, bu böyle gelmiş böyle gider demeyin. Tarihin her döneminde bizim hayvanlara bakışımız hep böyle olmamış. İnsanlar çok eskiden doğada gördükleri hayvanlara imrenerek bakmışlardır, onlarla yarışmışlar. Onlardan av yapmasını öğrenmişler. Hatta, onları avlamışlar onların etinden sütünden kendilerine bir şeyler geçeceğine inanmışlar. Böyle bir inanç sistemi oluşturmuşlar. Daha sonraki yıllarda yarısı insan yarısı hayvan sifenksler yaratmışlar, denizkızları yaratmışlar. Bunlara değişik anlamlar vermişler. Değişik öyküler anlatmışlar.
Anadolu-Yunan mitolojisindeki kentaurları düşünün. Medusa’yı düşünün. Ya pegasus… Unicorn… Herakles neler yapmıştı? Altın poslu cengâver nerelerde şimdi?
Hepsi bir yana Dionysos unutulmaya gelmez. Başında üzüm salkımları elinde şarap kupası, lütfen gözünüzü aşağıya indirin. Ayakları, keçinin toynakları, gördünüz, değil mi? Bu insanlar, hayvanlık kötü bir şey olsaydı en çok sevdikleri tanrılarına keçi toynağı takarlar mıydı?

Oysa sonuçta hepsi hayvan işte, öyle değil mi ama?

Kedi ile köpek niçin farklı olsun. Birisi kutsansın öbürü murdar olsun. Kuzu iyi de domuz neden haram? Bunları yaratan aynı ise bu ayrı gayrı niye? Yaratanın birine iyi, birine kötü demek yaratana karşı bir duruş değil midir? Eski Mısır’da skarab yani şu bizim bildiğimiz bokböceği, onların sembolü olmuş. Biz adını bile duymak istemiyoruz. Bir an onların olmadığını veya birçok canlı gibi soyunun silinip gittiğini düşünelim, ne olurdu bu dünyamızın hali? Onlar olmasıydı dünyamızı bok götürürdü! Onların bize ne çok faydası olduğunu biliyor muyuz? Sivrisinekleri seven bir tek kişi çıkmaz, biliyorum ama onların bu doğal denge içindeki yadsınamaz yerlerini de biliyorum. Onlar olmadan olmaz.

Eski Mısır demişken Horus’ un gözüne bakar mısınız? Nasıl göz o öyle ? Anubus’ in başı korkunç. Çakal tanrı, kaptı kapacak yamuk yapmış olanın yüreğini. Terazinin başında bekliyor. Kötü olsaydı onca gelişmiş uygarlığı yaratanlar tanrılarını çakala benzetirler miydi?

Siz ne dersiniz bilmem ama uygarlığımız geliştikçe bize bir şeyler oluyor!

Kurdu kuşu, çiçeği böceği, kelebeği, otundan koskoca asırlık çınarlarına kadar her şey ve biz, herkes, hepimiz, canlılar ve dahi cansızlar bu doğanın vazgeçilmez parçalarıyız. Bizler ki bu tıkır tıkır işleyen makinanın çarklarıyız dönüyoruz ve döndürüyoruz. O çarklardan bir tanesi, tek bir tanesi dönmez ise o saat, o fabrika çalışır mı, o dünya döner mi?

Bir makinanın çarklarından biri diğerini aşağılar mı, hor görür mü, biri diğerinin kötülüğünü ister mi?
İnsan bunların içinde en akıllısı, ötekiler bir yaramazlık yapsa bile durun demesi gerekmez mi?

İnsanlar kendi aralarında adına kültür, uygarlık dedikleri bir alamet bulmuşlar binmişler içine, gidiyorlar kıyamete…

17. Yüzyılda Fransa’da Jean de la Fontaine diye biri çıkmış, sözüm ona fabulaları “fari” yapmış, anlatmış, adına da fabl denmiş. Şu ağustos böceğinin ne tembelliği kalmış, ne aptallığı, ne akılsızlığı. Bilseydi ağustos böceğinin ağustos, eylül sonu çiftleşip öleceğini, kışı görmeyeceğini, yine de bu yalanları uydurup uydurup bize anlatır mıydı? Cigale’ ler, sicada’ lar olmasalardı, Avignon’da, Provence’da o güzelim mor lavandalar böyle mor açabilirler miydi?
Kartal yüceltilmiş, karga aşağılanmış. Gevezeliğinden ağzındaki peyniri düşürmüş. Keçiler inatçılığından ipten aşağıya yuvarlanmışlar. Ne bilsin bizim Fontaine karganın hünerlerini.
Ya şu Walt Disney’e ne demeli… Kafasındaki fantezileri birer birer hayvanlara yaptırmaya kalkışıyor. Onların kimilerini sevimli, kimilerini çok kötü, hep cezalandırılması gereken varlıklar olarak gösteriyor. Çocuklar hala bayılıyorlar, çocuklarımızı bu yalanlarla büyütüyoruz.

Canlıları, onların varlık ve gelişmelerini inceleyen bir bilim dalı Darwin’den önce de vardı. Nice papazlar, din dışı bilim insanları geldi geçti. Bir İsveçli doktor, biyolog Carlolus Linnaeus (Carl von Linné ) çıktı bitkileri, hayvanları sıraya soktu adına Taksonomi dediler. Charles Darwin bu canlıların türlerini, türlerinin kökenini, doğada zaman içindeki değişimlerinin kurallarını yazdı çizdi. Atamız maymun dedi mi, demedi mi bilmiyorum ama hepimiz hayvanız dedi. Evrile devrile bu günlere gelmişiz, insan olmuşuz dedi. Der demez kıyamet koptu, İngiltere’ si, Fransa’ sı adama düşman oldular. Ne yapsaydı Darwin? Havva’ya elmayı uzattı diye zavallı yılana o kara cübbeli, kapkara buhurdanlığından kara dumanlar tüttüren papazlar gibi lanet mi okusaydı? İşte, o da zavallı bir yılan dedi, masalı siz böyle uydurdunuz. Bunların hepsi, hepimiz hayvanız dedi, çıktı işin içinden. Hiç biri yalan diyemedi, sadece içlerinden doğru desek ne olur bizim halimiz, ne kalır elimizde şu ışıltılı dünyalıklarımızdan diye geçirdiler. İçlerinden geçeni yanlarındaki arkadaşlarına bile söyleyemediler.

Her canlı gibi günü geldi, Charles Darwin de 19.04.1882 günü öldü.
Katedralin en yetkili papazı Darwin’in Abbey kilisesine gömülmesini istiyordu. Bu isteğini Kraliyet Bilimler Akademisine bildirdi. Akademi o tarihte Fransa’da bulunan Westminster Abbey dekanına bir telgrafla durumu iletti. Telgrafta Akademi Başkanı “her sınıf ve görüşten çok sayıda hemşehrimiz tarafından da kabul edilebilir” diye yazıyordu. “Darwin, Westminster Abbey’e gömülmeli”. Darwin bir inanan olmasa da, Dekan bir an tereddüt etmeden, kabul etmekten mutluluk duyduğunu belirten bir telgraf gönderdi.
Darwin onları duyabilse hakkında yapılmış olan bu işlere ne derdi, onu bilemiyoruz.
Ama yakılmaması iyi olmuştur diyebilirim. Oraya gidenler onu, onun yaptıklarını anımsayacak ve saygılarını sunabileceklerdir.

Kilise sağlığında Charles Darwin’e hiç iyi gözle bakmamış ve hatta onu dinsizlikle suçlamıştı. Ancak onun büyüklüğünü ve büyük işler yaptığını kabul etmişti. Anısına, ölüsüne sahip çıktı. İngiliz tahtının ölenlerinin arasına onu da koydu. Westminster Abbey’ i gezenler anımsayacaktır. Isaac Newton da orada yatıyor. İngilizler Stephen Hawkings’i de oraya gömdüler.

Demem odur ki; Kilisenin kara cübbeli papazları bile kendileriyle taban tabana ters düşen adama bu hoşgörüyü, toleransı gösterdiğine, cenazesine kiliselerinde yer verdiklerine göre bizler niye birbirimize bu toleransı, bu hoşgörüyü göstermeyelim!

Ne olur birisi sana kartal dese, ötekisi karga. Ne fark eder, hepimiz “Hayvanlar Âleminin” birer üyesiyiz. Öyle değil mi?

Meraklısına diyelim:
İşte taksonomide insan gerçeğimiz:
İnsanın Taksonomik Sınıflandırılması

Tip: Canlılık (Biota)

Süper Alan (Superdomain): Arkeler ve Ökaryotlar (Neomura)

Alan: Ökarya (Eukarya)

Klad: Amipler, Hayvanlar, Mantarlar (Unikonta)

Klad: Arkadan Kamçılılar, Hayvanlar ve Mantarlar (Opisthokonta)

Klad: Hayvanlar ve Tek Hücreli Yakın Akrabaları (Holozoa)

Alem: Hayvanlar (Animalia)

Alt Alem: Gerçek Dokulular (Eumetazoa)

Klad: Çift Yanlı Simetrikler (Bilateria)

Üst Şube: İkincil Ağızlılar (Deuterostomia)

Şube/Filum: Kordalılar (Chordata)

Alt Şube: Omurgalılar (Vertebrata)

İnfra Şube (Infraphylum): Gerçekçeneliler (Gnathostomata)

Üst Sınıf: Dört Üyeliler (Tetrapoda)

Sınıf: Memeliler (Mammalia)

Alt Sınıf: Doğuran Memeliler (Theriiformes)

İnfra Sınıf (Infraclass): Plasentalı Memeliler / Eteneliler (Eutheria / Placentalia)

Üst Takım (Superorder): Kemiriciler, Tavşanımsılar, Sivri Sincapçıkgiller, Primatlar, Abalı Memeliler (Euarchontoglires)

Takım: Primatlar / İri Beyinli Yüksek Memeliler (Primata)

Alt Takım: Kuru Burunlu Primatlar (Haplorrhini)

İnfra Takım (Infraorder): Maymunlar (Simiiformes / Simians)

Geçiş Takımı (Parvorder): Eski Dünya Maymunları ve Kuyruksuz Maymunlar (Catarrhini)

Üst Familya: Kuyruksuz Maymunlar / İnsansılar (Hominoidea / Apes)

Aile/Familya: Büyük Kuyruksuz Maymunlar (Hominidae / Great Apes)

Alt Familya: İnsanlar, Şempanzeler, Goriller ve Ataları (Homininae)

Oymak/Tribü: İnsanlar, Şempanzeler ve Ataları (Hominini)

Alt Oymak: İnsanlar ve Ataları (Hominina)

Cins: İnsan (Homo)

Tür: Anatomik Olarak Modern İnsanlar / Bilge İnsanlar (Homo sapiens)

Alt Tür*: Modern Bilge İnsan (Homo sapiens sapiens)

Dünyamızda varlıklar cansızlar ve canlılar diye ikiye ayrılıyor. Canlılar da bitkiler ve hayvanlar diye ikiye ayrılıyorlar. Biz insanlar da bu hayvanlar âleminin içinde bulunuyoruz. İnsanlar için ayrı bir sınıf yok. Her hayvanın bir güzelliği var.

Hepimiz hayvanız daha fazla insanlaşmanın bir âlemi yok.

Çar mıh deyip dördüncü mıhı bulamayanların üç mıhla mıhladıkları o adamı söylemiyorum. Bu, ona inananların sorunu. Ben Friedrich Nietzsche gibi imdada yine Dionysos’ u çağırarak ecce homo diyorum. Yani insan dediğimiz işte budur, bundan ibarettir diyorum.
Sevgili Azra Erhat’ ın güzel eserinin adını ödünç alıyorum. Ecce Homo – İşte İnsan diyorum. Onun Beethoven’in 9. Senfonisinde bize armağan ettiği notalara Schiller’in yazdığı dizeleri tekrar ediyorum.

Kucaklayalım birbirimizi
Bütün dünyayı sarsın öpüşmemiz
Sevinç, güzelim kıvılcımı tanrıların
Cennetin kızı

Herkese dostça, insanca selamlar, sevgi ve saygılar…

Ali Can Polat
13.02.2022

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.