İLETİŞİM, MİZAH ve HOŞGÖRÜ
Yaşamakta olduğumuz yüzyılın bu ilk çeyreğinde kişiler ve kuruluşlar arasında iletişimin teknolojik yeniliklerle akıl almaz derecede kolaylaşmasına karşın toplumumuzda dille yapılan iletişimde, konuşma ve yazışmalarda büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bilim ve sanat dilindeki sorunları bir tarafa bırakmış olsak bile kişi ve kuruluşların iletişim dillerinde yaşadıkları sorunların başında konuşulan dilin ve o dilde kullanılan veya yabancı dillerden ödünç olarak alınan kavram ve terimlerin semantik ve etimolojik özelliklerinin bilinmemesi ve yerinde kullanılmaması gelmektedir. Bunların ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekmektedir. Bu daha çok dilbilimcilere düşen bir ödevdir.
İletişim zorluklarının ne olduğunu incelemeden önce iletişimin amacının ne olduğunu ve yaşanan zaman kesitimizde iletişimin nasıl ve hangi yöntemler kullanılarak yapıldığının belirlenmesi gerekmektedir. Bunun için dilin insanlık tarihinde nasıl doğduğu ve geliştiği gibi konulara sanırım bu yazıda gereklilik kalmayacaktır. Konuya pragmatik açıdan bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Bir insan iletişim dediğimiz eylem ile bir kişi veya kuruluşa ya bir bilgi verir ya da onlardan bir bilgi edinmek ister. Başka bir anlatımla insan ya birisini bilgilendirmek veya kendisi bilgilenmek için böyle bir eylemde bulunur. Bilgilenmek veya bilgi vermek bir gereksinimin sonucudur. Eğer gereksinim duymasaydı yaşamını toplumdan uzakta tek başına sürdürürdü, sürdürebilirdi. İnsanlar topluluk olarak gereksinimlerini daha kolay karşılamak için bir topluluk oluşturmuşlar ve yine yaşamlarını daha da kolaylaştırmak için dili bir araç olarak kullanmışlardır.
Toplumu oluşturan bireylerin ilk bir araya gelişlerinde kuşkusuz bireylerin eşitliği ilkesi ve bu ilkeye bireylerin tamamının gösterdiği kabul ve gereğini yapma yani saygı vardı. Birisine bir bilgi veren kimse bu bilginin karşılığında bir beklenti içine girer. Örneğin bir tehlikeyi haber verdiğinde o tehlikeden korunmak için o kişinin kendisini, kendisi ile birlikte topluluğu ve topluluğun bir üyesi olarak da kendisinin korunması isteminde bulunmaktadır. Ya da sen de bana başka bir tehlikeyi yahut güzel bir yiyeceğin, avın yerini söyle demek istemektedir. En basitinden en karmaşık olanına kadar tüm bilgi alıp vermelerde bu karşılıklılık durumu vardır. Bu karşılıklı olma halinde bireylerin tümünün yaşama hakkı başta olmak üzere tüm alanlarda eşitlik ve karşı tarafın hakkına saygı duyma ilkesi vardır. Bilginin alınması ve bilgi verilmesi anında kişilerin iyi niyetli olma halleri de onların vereceği bilgilerin aynı şekilde değerli olduğu anlamına gelmektedir. Kişilerin kendilerine duyulan saygı kadar verecekleri veya öğrenecekleri bilgilerin de saygıya layık oldukları anlamına gelmektedir. Kişiler, aralarındaki düşünce farklılıkları da dikkate alınarak bu durumu hoşgörü olarak nitelemişlerdir.
Hoşgörü kavramının sözlük anlamı, düşündüğüne aykırı gelse de bir şeyi anlayışla karşılayarak karşı tarafa olabildiğince saygı gösterme durumudur. Felsefi anlamda da benzer şekilde hoşgörü, kendisininkilerle çelişse bile, başkalarının düşünce ve kanılarını özgürce dile getirmelerine saygı duyma ve bundan rahatsız olmama, tepki göstermeme tutumudur. Hoşgörü kavramının Batı dillerindeki karşılığı ise toleranstır. Arapça – Osmanlıca karşılıkları müsamaha, tahammül, tesamuh sözcükleridir. Bunlar da katlanma, dayanma, görmezden gelme veya göz yumma, kendi düşüncenize veya alışılmış olana aykırı olsa bile başkalarını karar ve eylemlerinde özgür bırakma, ifade edilmesine sabır göstermedir.
Fransız aydınlanma hareketinin öncüsü olan François Marie Arouet, Voltaire’e (1694-1778 ) ait olduğu iddia edilen ama sonra ona ait olmadığı anlaşılan ancak hukuk tarihine altın harflerle yazılmış olan bir söz vardır. “Fikirlerinize Katılmıyorum Ama Fikirlerinizi İfade Edebilmeniz İçin Canımı Bile Veririm” Bu söz sanırım hoşgörü kavramının anlamını çok güzel bir tarzla anlatmaktadır.
İnsan toplulukları zaman içinde gelişmişler ve aralarındaki ilişkiler hem çok çeşitlenmiş hem de karmaşıklaşmıştır. İnsanlar düşüncelerini ifade etmekte çok farklı ve her biri diğerinden daha güzel tarzlar, yöntemler geliştirmişlerdir. Bunlara söz sanatları da diyebiliriz. Bu sanatların özünde belli sözcüklerin bir ölçü (vezin) içinde dizilmesi, cümle sonlarında veya ortalarında fonetik benzeşimler, uyaklar kullanılması, sözcüklerin günlük kullanılan anlamlarının dışında kullanılması ironi, teşbih vd. gibi…
Bunların yanı sıra mizah da en önemli yöntemlerden birisi olmuştur. İnsan topluluklarında gülme denilen olay tıpkı; dilin düşüncenin bir ifade aracı olarak kullanılması gibi gülme de bazı duyguların bir ifade aracı olmuştur dersek çok yanlış olmaz. Bazı durumlarda gülme konuşmadan daha etkili olabilir. Düşünce ve duyguların dilsel anlatımı konuşma ve yazma ise beden dili ile anlatımı da gülme ve diğerleridir.
Mizah ve gülme, ( Neşe ve sevinç gülmelerini dışarıda tutuyorum) özellikle baskı ve şiddete karşı bir savunma aracı olmakla kalmaz ondan öte bir de mücadele aracıdır. İnsan düşüncelerine ve çıkarlarına aykırı karar, tutum, davranış ve uygulamalar karşısında bir tepki gösterir. Bu tepki, kendisini savunması, hakkındaki karar ve uygulamaların yanlış olduğunu söyleyerek veya yazarak karşı tarafı uyarması ve yanlışa son verilmesini ve hatta yanlış nedeniyle uğranılan zararların giderilmesini istemek şeklinde olabilir. Bazen haksız olduğu kanısına vardığı şeylerin düzeltilmesi için bir dava da açabilir.
Mizah ve gülme; güce, şiddete karşı bir duruşu ifade eder. Güce karşı ben daha güçlüyüm, şimdi değil ama daha sonra senin gücünü yok edeceğim demek, meydan okumaktır. Mizah da odur. Güce karşı duyguyu öne çıkaran isyandan öte hesaplı kitaplı bir karşı koyuştur. Duyguyu perdeleyerek düşünceyi öne çıkartır. Güç sahibi ise bundan hiç hoşlanmaz, tedirginleşir, üstüne gider. Karşı saldırıya hazırlanır. Gülme ve mizah gücün sınırlı olduğunu ve bunun farkında olunduğunu karşı tarafa haykırmaktır. Bu haykırışın baskı ve şiddet uygulayanı rahatsız etmesi doğaldır.
Mizah ve gülme otoriter ve totaliter kişi ve yöneticiler tarafından anında yok edilmesi gereken haller olduğu halde bu anlayışta olmayanlar için bir uyarı ve hareketlerini gözden geçirme aracı da olabilir. Bu iki duruma palyaço ve dalkavuk tipleri örnek olarak gösterilebilir.
Dalkavuk Türkçe bir sözcük olup sözlük anlamı sarıksız kavuk giyen demektir. Ancak bu sözcük halk arasında yardakçı, yaltakçı kişisel çıkar sağlamak amacıyla zengin kişileri öven ve onları destekliyormuş gibi görünen kişileri anlatmada kullanılır. Osmanlı saraylarında padişahı eğlendirmekle görevli kişiler için de aynı kelime kullanılırdı.
Osmanlı ve saray denince aklımıza iki ünlü şairimiz gelmektedir. Bunlardan biri Nedim diğeri Nefi’ dir.
Ahmet Nedim (1681-1730) Divan edebiyatının en ünlü şairlerinden biridir. Adı Lale Devri ile birlikte anılmıştır. O yıllarda zevk ve sefanın şiirleştirilmesi konusunda sarayın el üstünde tuttuğu, birçok paye ve zenginliklerle ödüllendirildiği bu şairimiz 1730 yılında çıkan Kabakçı Mustafa isyanında damdan dama atlayıp kaçmak isterken düşüp ölmüştür.
Ömer Nefi (1572-1635) ise hiciv sanatının en ünlülerinden birisidir. Sivri dillidir ve sarayın öfkesini hep üzerine çekmiştir. IV. Murad Nefi’den bir daha hicviye yazmamasını istemiş ancak o bu sözünü tutmamış ve padişahın eniştesi Bayram Paşa’yı hicveden bir şiir yazmıştır. Bayram Paşa’nın isteği üzerine padişah, Nefi’yi idam ettirmiştir. Şair Nefi sarayın odunluğunda öldürülmüş sonrasında ise cesedi Sarayburnu’ndan denize atılmıştır.
Palyaço ise İtalyanca (Pagliaccio) kökenli bir sözcük olup, TDK sözlüğüne göre anlamı; “Kendisini seyredenleri güldüren ve eğlendiren, acayip kılıklı, yüzü aşırı ve komik biçimde boyalı oyuncu.” demektir. Grotesk ve abartılı görünüşlerinin arkasında ince bir insanlık eleştirisi bulunur. Antik dönemde sokak tiyatrosundan başlayarak 1600’lerde İtalyan Commedia dell’Arte’ye oradan günümüze kadar uzanan süreçte yaşamın bir parçası olmuştur. Kralların bulunduğu yerlerde onun görevi eğlendirmekten çok iğneleyerek bazı gerçekleri anlatmasıdır. Pandomim sanatını da kullanırlar.
Komedi İtalyanca commedia, comos (köy) ve odei (sesli anlatım) sözlerinin birleştirilmesiyle türetilmiş bir tamlama olup köy eğlencesi anlamına gelmektedir. Kabaca insanları güldürerek düşünmelerini sağlayan bir tiyatro türüdür diyebiliriz.
Karikatür de bir şeyin, bir kimsenin, bir olayın alaylı, insanı güldürecek, gülümsetecek ve güldürürken de düşündürecek, abartılı bir biçimde çizilmiş resmidir. Argoda en kötü anlama gelecek bir söyleyişle eşek şakası denebilir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız dalkavuk/palyaço ve şairlerimizden Nedim/Nefi örnekleri olsun, komedi, karikatür türleri olsun bunların hepsinin ortak noktasında bir mizah anlayışı vardır. Bu mizaha, güldürüye karşı insanların bakışları ve tepkileri ise çok farklı olabilmektedir.
Bilindiği gibi Umberto Eco (1932-2016), bir İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünürdür. Eco denince ilk akla gelen şeylerden biri Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıdır. Dünya klasikleri arasında anılan ( Il nome della rosa ) Gülün Adı’ nın konusu 1327’de İtalya’daki bir manastırda zehirlenerek öldürülen bir rahibin ardından başlatılan cinayet soruşturmasıdır. Romanda Ortaçağın kilise kavgalarına, Papa ile din adamları arasındaki mezhep çatışmalarına, Fransiskenlerle Benediktenlar arasındaki sürtüşmelere yer verilmiştir. Din adamları ve halk arasındaki sapkınlıklar, işkenceler anlatılır. Manastırın kütüphanesinde, “Aedificium” da kitap kopyalama işinde görevli Otranto’lu rahip Adelmo, ölü bulunmuştur. Eski bir sorgucu rahip olan William, davayı araştırmak için görevlendirilir. William, çırağı Dom Adso’yu da yanına alarak yola çıkar. Bazı kitapların sapkın ve yanlış bilgiler içerdiği ve okunmaması gerektiği düşünülmektedir. Bu yüzden rahipler, yazıhanede çalışıp el yazmalarını kopyalar ve düzenlerler ancak kütüphaneye giremezler. Bunu öğrendikten sonra William’ın kitaplığa girme isteği daha da çok artar. Okunmaları yasak olan kitaplardan birisi Aristoteles’in el yazmaları, gülme, ironi ve komedi türündeki eseridir. Manastır yönetimi bu kitapların hiçbir şekilde okunmasını istemediği için kendilerine göre bir çözüm bulmuşlardır. El yazmasının her bir sayfası ince bir zehir tabakasıyla sıvanır. Yasağı delip okuyan rahipler ise elini bu kâğıda dokundurduktan sonra dillerine götürünce zehirlenip ölmektedirler.
Manastır gerçeğin öğrenilmesinden korkmaktadır. Rahiplere de korku salmaktadır. Ne var ki insan merakı ve yasağa karşı tepki korkuyu yenmektedir. Gülme ve mizah bu işten başarıyla çıkmakta korkuyu alt etmektedir. Şair Nefi’ye uygulanan yasak ile rahiplere uygulanan yasak birbirine çok benzemektedir. Görüldüğü gibi her iki örnekte de korku acımasız cinayetler işleyebilmektedir.
Henri Bergson (1859-1941) “Le Rire” – Gülme, Gülüncün Anlamı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde gülme eyleminin kaynağını, gülünç olanı, söz ve durum gülüncünü enikonu incelemektedir. Gülme eyleminin oluşumunu anlatmaktadır. Bergson biz insani şeyler için güleriz diyor, gerçekten de biz bizden daha büyük olan bir denize, daha güçlü olan bir dağa karşı içimizde bir saygı duygusu oluştuğu halde gülünecek hiçbir duygu olmaz. Bir dağın zirvesine ulaştığımız anda, bir kıyıdan bir kıyıya yüzdüğümüz anda seviniriz ve gülümseriz. Bir insanı komik bir duruma düşürmekten ise zevk alır, gülünç hale gelen kişiyle alay eder ve güleriz. Dağ örneğinde zirveye ulaştığımız, karşı kıyıya ulaştığımız bir anda saygımızda bir azalma olmaz ama insani olan şeylerde saygı sona erer ve onu avucumuzun içine aldığımız için mutlu oluruz. Gülünç olan durumlar arasında elbette fark vardır ama en önemlisi güçlü olanının “karizma” sının çizilmesinden dolayı duyulan sevinçtir.
Fiziksel güçler arasında eşitsizlikler olduğu ve bu eşitsizliğin etrafını tehdit eder duruma geldiği anda karşı tarafta varoluşsal bir kaygı ve korku doğar. Bununla birlikte bu eşitsizliğin, kaygı veya korkunun giderilerek yeni dengenin kurulması için o kişiye karşı bir tepki oluşur. Bu tepki için fiziksel güç yetersiz kalıyorsa o zaman akıl ve zekâ devreye girer. Zekânın en yüksek olduğu noktada tomurcuğun bir anca çiçek açması gibi gülme dediğimiz olay meydana gelir. Bu sevinç dalgası da hızla etrafa yayılır. Hiçbir bilgi gülme kadar bulaşıcı değildir. Gülüncün ne olduğunu anlamak için geçirilecek kısacık zaman diliminden sonra gülme eylemi o kişiyi de içine alır.
Gülüncün öznesi durumunda olanın uyguladığı yasak, baskı ve şiddet ile gülme eylemi arasında doğrusal bir orantı vardır. Tarihsel olaylara baktığımızda örneğin Hitler dönemindeki haksız şiddet, baskı, örneğin IV. Murat döneminin içki yasakları güldürünün en çok yükseldiği dönemlerdir.
Özetlemek gerekirse insanlar korktuğu ve kaygılandığı kişi veya şeye karşı savunmak amacıyla karşı taraf saflarında gülme silahını kullanarak bir bozgun yaratır. Bozgun etkisini gösterince korku bu kez korkutana geçer. Güçlü korkudan kurtulmak için yeniden korkuya sarılır, kendi dışındakileri korkutmaya devam eder. Bu böyle sürer, sonunda güçlü gücünü kaybeder. Güçsüzler dünün güçlüsünün kuyruğuna bir teneke bağlayarak sokaktan sokağa dolaştırır.
Bir kimsenin fiziksel gücünü kullanarak etrafına saldığı korkudan karşı taraftaki kişinin aklını ve zekâsını kullanarak yaptığı gülme eylemi çok daha fazla sonuç alıcıdır ve etkisi daha kuvvetlidir.
İşte bu yüzden otoriter ve totaliter yönetimler gülme eyleminden çok korkarlar, onu yasaklamaya çalışırlar, cezalandırırlar. Bazen öyle ileriye giderler ki; gülmek bir yana en küçük bir mimik hareketinden bile işkillenirler. Nitekim bir televizyon kanalına programcının mimiği nedeniyle ceza verildiğine tanık olduk. Çok geçmeden bu kez aynı televizyon kanalına eski tragedya oyuncularının kullandıkları maskelere benzer bir maske ile programa çıktıkları için bir ceza verilmiştir. Bu cezalar güldüren ve gülenlerin sayısının artmasından duyulan derin korkunun dışa vurmasıdır. Bu cezaların çoğalması aynı zamanda korkunun büyüklüğünü de göstermektedir.
Avrupa ortaçağının büyük düşünürlerinden ve ilahiyatçılarından Rotterdamlı Desiderius Erasmus ( 1469-1556), 1511 yılında Stultitiae Laus adıyla bir kitap yazmıştır. Kitap dilimize “Deliliğe Övgü” adıyla çevirmiştir. Elimde şu an bulunan kitap Kabalcı Yayınlarından çıkan 2011, Çiğdem Dürüşken çevirisidir. Erasmus bu kitabını en büyük dostu, 1516’da yazdığı “Utopia” adlı eseri ile ünlenen İngiliz devlet adamı, hukukçu, filozof, Rönesans dönemi hümanist yazarı Thomas More (1478-1535)’ a adamıştır.
Erasmus kitabının önsözünde diyor: Öncelikle, senin soyadının Morus olması bana Moria kelimesini çağrıştırdı, gerçi tabii ki senin bu kelimenin anlamıyla hiç ilişiğin yok, olmadığını da dünya âlem çok iyi bilir. Sonra bu nükte oyunumu hoşgörüyle karşılayacağından da doğrusu hiç şüphe etmedim…
……
… bu kısacık söylevimi teveccüh gösterip de sadece sana karşı duyduğum dostluğun bir hatırası olarak görme, savunmasını da üstlen, çünkü bu eseri sana ithaf ediyorum; dolayısıyla artık o benim değil, senin.
Yukarıda geçen morus sözcüğünün kökeni Yunanca moria olup deli anlamına gelmektedir. Yani Thomas More’un soyadının Yunancadaki anlamı delidir. Erasmus arkadaşının soyadını diline doluyor ve “ΜΟΡΙΆΣ ΕΓΚΏΜΙΟΝ/Morias Enkomion/Deliliğe Övgü” adıyla bir kitap yazıyor, bununla yetinmiyor ve bu kitabı arkadaşına ithaf ediyor, dahası bu kitapta yazılanların savunucusu olmasını da istiyor. Arkadaşı Thomas More ise buna hiç alınmıyor, seviniyor ve bir entelektüel olarak bu harekete karşı arkadaşına teşekkür ediyor.
Bu olgunluğu ayakta alkışlamak da bizlere düşüyor. Deliliğe Övgü felsefe ile mizahın en güzel bir birlikteliğini oluşturan dev bir eserdir.
Mizah sözcüğü ilk kez 17. yüzyılın başlarında komik kavramı çerçevesinde Ben Jonson tarafından geliştirilerek yaygınlaşmaya başlamıştır. Giderek gelişmiş ve bizim de edebiyatımıza girmiş ve yerleşmiştir. Ülkemizin sayılı mizah dergilerinden Akbabanın 1965 yılında yayınlanan sayılarından birinin kapağında “1965 Seçim Güzelleri” başlığı ile bir karikatür yayınlamıştır. Karikatürde o gün seçimlere hazırlanan altı siyası partinin başkanları çizilmiş, İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Osman Bölükbaşı, Mehmet Ali Aybar, Alparslan Türkeş, ve Ekrem Alican. Bütün liderler ya bikinili veya mayolu. Hepsi de çok şirin. O tarihlerde bu liderlerden hiçbiri niçin benim böyle bir karikatürümü çizdiniz diye alınmadı. Sevindi, güldü geçti. Bu yüzden karikatürü çizen sanatçı hakkında herhangi bir dava falan da açılmadı.
Sözü uzatmak istemiyorum dün gösterdiğimiz hoşgörüyü yine gösterelim. Bu hoşgörü ve çizilmiş bu karikatüre karşı liderlerin bir gülümseyişleri sanıldığının aksine karikatürü çizilen bu kişinin şeref ve itibarını azaltmadı. Turgut Özal’ın veya Necmettin Erbakan’ın gösterdiği olgunluğu onların saygınlığını azaltmamış, artırmıştır.
Erasmus’ a, ünlü eseri Deliliğe Övgü’ ye dönelim. Kitabın gelişigüzel bir sayfasını açıyorum. Sayfa numarası 235. İki alıntı yapmak istiyorum.
a) Bir yandan İsa’nın aşkına yanarlar, öte yandan bu miras uğruna kılıçla ve ateşle savaşa tutuşurlar ve sel gibi Hristiyan kanı akıtmaktan geri durmazlar.
b) Sanki kilisenin en vahim düşmanları zındık papalar değilmiş gibi; İsa’nın unutulmasına göz yumarlar sessizce, kazançları uğruna uydurdukları yasalarla prangalar geçirirler ayağına…
Dikkatinizi çekmek isterim, bunları yazan Müslüman, Yahudi veya başka bir dinden bir kişi değil Hristiyan dininin tanınmış bir ilahiyatçısıdır. Ve hiç acımadan o dinin papazlarını, kardinal ve papalarını eleştiriyor. Eleştiriyor değil yerden yere vuruyor. Ancak bu suçlamaları papalık asla bir hakaret olarak algılamıyor. Elbette bildiği yollarla savunmalarını yapıyorlar, mücadele ediyorlar. Aynı tarihlerde, 1517’de Almanya’da teolog, keşiş, profesör, Protestanlığın kurucusu Martin Luther (1483-1546) Erasmus’ u çekingenlikle, korkaklıkla suçluyor.
İletişim karşılıklı düşüncelerin bilgilerin alış verişidir. Bu alışverişin amacı bulunulan durumdan daha iyi, daha doğru ve daha güzel bir konuma geçmektir. Bu alışverişte karşı tarafın düşüncelerini onaylamak kadar eleştirmek de vardır. Aksi halde ortaya bir düşünce, fikir alışverişi çıkmaz, onun yerine bir tarafın düşüncelerinin ürünü emir ve talimatların bildirilmesi çıkar. Bununla da ileriye doğru yol alınmaz, alınamaz. Statükoculukla yol alınamadığı, ileriye gidilemediğini tarih bize acı ve gözyaşları içinde anlatmaktadır. İmam Gazali ve Nizam-ül Mülk’ ün Nizamiye Medreseleriyle birlikte akli bilgi yerine nakli bilginin konulmasıyla ilerleme durmuş, daha doğru bir tanımlama ile donmuştur. Başkaları yerinde saymayıp ilerlediği için de bizim içinde bulunduğumuz coğrafyanın insanları diğerlerinden geriye kalmıştır. Bu talihsiz seçimin tersine çevrilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Cumhuriyet bu konuda bilimin, eleştirel aklın ve hoşgörünün yolunu açmış ancak daha sonraki uygulamalar ne yazık ki istenen ilerlemenin sağlanması için yeterli olmamıştır.
Bir kimse aklını yeterince kullanamıyorsa kızarız, üzülürüz, acırız ve ona AHMAK deriz.
Bir kimse aklını kullanıp da yaptığı yanlışların farkına varamıyorsa, uyarıları duymuyorsa güleriz ve ona BUDALA deriz.
Bir kimse aklını kullanmamakta direniyorsa ve yalnız kendi yaptıklarının doğruluğuna inanıyorsa biz ona DELİ deriz.
Bu tanımlamaların hiçbirinde aşağılama ve hakaret yoktur. Çok güçlü mizah duyguları vardır. Mizahın içinde her şeye karşın bir sevgi vardır. Mizah yolu ile yanlışı doğru çizgiye getirme dileği vardır. Buluttan nem kapıp en yakınımızdan uzağımızdakilere kadar insanlara düşmanlık beslemenin anlamı yoktur. Birbirimize karşı göstereceğimiz hoşgörü bizi küçültmez, alçaltmaz bizi ve toplumumuzu ileriye götürür. Birlikte sahibi olduğumuz değerlerimizi yüceltir. Yanlışlarımızın düzeltilmesi olanağını sağlar.
Son söz olarak toplumda özgür düşüncenin, düşünceler arası hoşgörünün toplumumuzda yaygınlaşmasını sağlamak zorunda olduğumuzun altını bir kez daha çizmek isterim. Bunun için bir yerlerden emir ve talimat beklemeye gerek yoktur. İnsanlık tarihinin bize miras bıraktığı eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık, dayanışma ve yardımlaşma düşüncelerine sıkı sıkıya sarılmamız yeterlidir.
Ali Can Polat
19.01.2023