HUKUK TERMİNOLOJİMİZDEKİ BİR KAVRAM-BİR TERİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Ülkemiz gündeminin son 20 yılına yerleşmiş olan ŞİDDET ağırlığını her geçen gün artan oran ve miktarlarda hissettirmektedir.
ŞİDDETİN NEDENLERİ, KÖKENLERİ ve
İLETİŞİM SORUNLARIMIZ
Doğa içindeki tüm canlılar doğayla ve kendi türleri ile sürekli bir etkiletişim ve iletişim içindedirler. Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek, yaşamın zorluklarının üstesinden daha kolay gelebilmek için iletişimi baştan beri bir araç olarak kullanmışlardır. Evrim süreci içinde homo sapiens’in iletişim konusunda diğer canlılardan bir adım öne geçtiğini arkeolojik, antropolojik ve tarihsel veriler bize göstermektedir. Homo sapien’ ler birlikte avlanmanın, doğadaki canlı cansız tehlikelere karşı yardımlaşmanın ne büyük yararlar sağladığını deneyimleri ile öğrenmişlerdir.
İnsan türü için iletişimi en iyi, en uygun ve en kolay yolu dil ile yapılan iletişimdir. Dil hem düşünmeyi ve hem de konuşmayı sağlar. Başka canlıların farklı iletişim yolları olsa da insanda dil ve konuşma ona diğer canlılar ve doğa karşısında çok büyük bir üstünlük sağlamaktadır.
İnsanlar düşünmeyi ve konuşmayı simgeler aracılığı ile yapmaktadırlar. Bu simgeler sözcükler, kavram ve terimlerdir. Bu kavramların doğru ve yerli yerinde sözcüklerle, terimlerle kullanılması iletişimi kolaylaştırır. Yaşanan ve yaşanabilecek sorunları en aza indirir.
Uygarlığımızın vardığı bu yüksek düzeyde ne yazık ki düne göre daha büyük iletişim sorunları yaşanmaktadır.
Ailede, okulda, işte, çarşıda pazarda, eşler, çocuklar ve diğer insanlarla aynı dili, aynı sözcükleri kullanmak çok önemlidir. Bir o kadar önemli olan bir şey de o sözcüklere tarafların hangi anlamları yüklediğidir.
Bir kişi bize elma dediğinde bizim zihnimizde bir elma şekli canlanır. Eğer bizim zihnimizde nesneden soyut bir elma imgesi yoksa biz elma sözü ile anlatılmak isteneni anlayamayız. Boş gözlerle bakarız ve bu durumda anlaşıp yeni bir eylem yapamayız, dolayısıyla bir iletişim de gerçekleşmez, gerçekleşemez.
Ustası telefon edip çıraktan bir çekiç istediğinde çırak çekiç yerine testere getiriyorsa usta doğal olarak sinirlenir, çırak da bir işe yaramadığını görerek üzülür. Ancak usta ne kadar çok kızsa da çırak ne kadar çok üzülse de çivi yerine çakılamamış olur. Bu şekilde iki taraf arasında yüksek bir gerilim yaşanır. Bu gerilim bazen yıldırıma dönüşür ve iş öldürmeye kadar uzanan ağır sorunlara neden olur. Trafikte yaşanan onca olay benzer şekilde tarafların birbirlerine isteklerini, meramlarını anlatamamasından kaynaklanmaktadır. Bu örneği eşler arasındaki tartışmalara da taşıyabiliriz. Bizim öncelikle anlatmak istediğimizi doğru anlatmamız, karşı tarafın da anlatılanı doğru anlaması olmazsa olmaz bir önkoşuldur.
Bir toplumu kaostan çıkarıp düzene kavuşturan da dildir. Toplumu oluşturan bireylerin hak ve ödevlerinin belirlenmesi hukukun konusudur. Hukukun dolayısı ile düzenin sağlanması için, kaotik ortama dönülmemesi için hukukun kendine özgü kurallarının topluluk üyelerince duraksamaya yer kalmaksızın bilinmesi, anlaşılması ve uygulanmasını zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi öncelikle kuralların yani yasa ve yönergelerin iyi bir dille belirlenmesi kolay anlaşılması, eşit ve adil olarak uygulanması gerekmektedir. Yasa dilinin sade, anlaşılır olması hukuka ve onun uygulayıcısı yargıca olan saygı ve güveni de artırır.
Homo sapienleri diğerlerinden bir adım öne çıkmalarını sağlayan en önemli şey zaman içinde beyinlerinin büyümesi, büyümüş olan beynin giderek o bedenlerinin iki ayak üzerinde doğrulmasını sağlamasıdır. Bu durumda boşta kalan ön ayaklar da hareket dışında başka işlerle uğraşmaya başlamıştır. Ön ayaklar gelişerek el halini almış, eller ise giderek nesneleri daha iyi tutmaya, onlara şekil vermeye yani alet yapmaya ve yaptığı aletleri kullanmaya başlamışlardır.
Alet kullanımı ile birlikte yakalanan hayvanlar evcilleştirilmiş, toplayıcılık yerine artık toprak işlenerek tarım yapılmaya başlanmıştır. Bu şekilde topluca yapılan bir üretim ve topluca, birlikte yapılan bir tüketim yani ilkel komünal bir yaşam tarzı kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Elde edilen ve günlük tüketimin üzerinde olan ürünler ise saklanmaya başlamıştır. Bu ürünlerin hiç kuşkusuz birlikte üretimi yapanların çabalarının sonucu olduğundan doğa koşullarına ve başka gruplara karşı korunması da gerekli olmuştur.
Bu tarzda bir koruma ve kollama işi giderek o toplulukta, klanda o şeylere sahiplenme duygusunu geliştirmiştir. Topluluğun her bir üyesi, her bireyi üretim araçlarını, gereçlerini kullanmak kadar korumakla da görevlidir ancak komünal yaşam bu şekilde devam etmemiş neolitik dönem diye adlandırılan bu süreç içinde mülkiyet durumu öne çıkmıştır.
Topluluğu oluşturan üyelerden bazıları üretim araçlarını kullanmaya değil kullananlarla birlikte üretim araçlarının tamamına sahip olmaya, onlar üzerinde hak iddia etmeye başlamışlardır. Toplumsal gelişim süreci içinde ortaya çıkan bu yeni sınıf üretimi sağlayan canlı cansız şeylere sahip oldukları kadar çalışan insanları da sahiplenmiş böylece kölelik düzeni gelmiştir.
Bu yeni sınıf sahip olduğu şeyleri doğadan ve başka topluluklardan gelen, gelebilecek olan tehlikelere karşı korumak için değişik yöntemler geliştirmiştir.
Bu yöntemlerin başında da zor kullanma gelmiştir. Doğası gereği şiddeti uygulayacak olan, mülkiyet hakkına sahip olan erkektir. Kadın ise doğal işbölümü sonucu şiddet uygulayıcısı olmanın dışına itilmiştir. O, kurulan çiftlikte yetiştirilen bitkileri sulayan, ineği, koyunu sağan, çocukları emziren bir konuma çekilmiştir. Asıl güç erkeğin elinde toplandığından kadın da erkeğin kurduğu bu sistemin koruyucusu olmak zorunda kalmıştır. Erkeğin bu egemenliğini sarsacak her türlü davranış şiddet uygulanarak cezalandırılacaktır.
Erkeğin bu egemenliğinin sürdürülebilirliği için töre, din ve devlet aygıtı çok önemli araçlar olmuşlardır.
Bu şekilde sağlanan sistemin sürdürülebilmesi için topluluğu oluşturan her bir üyenin kafasında sistemin sonsuzdan gelip sonsuza kadar aynı şekilde gideceğine, sistemin doğal ve tek doğru olduğuna ilişkin bir algının yerleştirilmesi gerekmiştir.
Mülkiyetin korunmasını sağlayan bu sistemin sürdürülebilirliği için yakın veya uzak bir tehlike olarak tanımlanan kişi ve olayların olası eylemlerine karşı yasalar çıkartılmış, getirilen kurallara aykırı davrananlar yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Yasa ve kararların uygulanması için kolluk güçleri ve ordular kurulmuştur.
Gerek kolluk güçleri gerek ordular görevlerinin olağan bir gereği olarak şiddet kullanırlar. Bu noktada şiddetin kullanılma amacı öne çıkmaktadır. İnsanların yaşam hakkını savunmak amacıyla güç kullanması haklı bir davranış olup bizim incelememizin dışındadır.
Burada üzerinde durulmak istenen şiddet mülkiyet hakkının kutsallaştırılıp korunması için topluluk üyelerinin üzerinde fiziki, ekonomik, kültürel, psikolojik vb. bir baskı uygulanması, bir hegemonya sağlanması anlamına gelen şiddettir..
Oysa mülkiyet hakkının herhangi bir kutsallığı bulunmamaktadır. Mülkiyet, konunun uzmanlarının çok açık bir dille tanımladıkları gibi üretim araçlarını eline geçirmiş olan bir sınıfın artı değere de haksız olarak el koymasından başka bir şey değildir.
Toplum yaşamında mülkiyet hakkı “ilkel” diye aşağılanan dönemde olduğu gibi yeniden kamuya verilirse tehdit kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.
Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bir kişi veya kişilere ait sayan sistemde şiddet şekilleri çok çeşitli şekillerde karşımıza çıkabilmektedir.
Daha iyi bir ekonomik statü elde edebilmek için çalışanlar arasında mobbing olarak adlandırılan baskı ve şiddet uygulamaları da vardır.
Eşinin veya çocuklarının kendi istediği gibi bir yaşam sürmelerini sağlamak için şiddet uygulayan erkek örnekleri de bulunmaktadır.
Örneğin ablasının namusunu ailesinin ve dolayısı ile kendisinin namusu, ahlakı gibi gören, anlayan kişiler de bulunmaktadır.
Oysa Oriana Fallaci’ nin dediği gibi çocuk ne Tanrı’nın, ne devletin ve ne de anne babanın değildir. O yalnız kendine aittir. Jean Paul Sartre’ nın üzerinde durduğu gibi İnsan kendisini kendi yapmaktadır. İnsan kendi heykelini yontan bir heykeltıraştır.
Aynı şekilde hayvanlara ve içinde yaşadığı doğaya karşı kendisinde her şeyi yapmaya hak gören insanlar aramızda yaşamaktadır. Örneğin atıcılık bir spor dalı olabilir ama toplumumuzda avcılık hala bir spor dalı olarak kabul görmektedir.
Yukarıda değinildiği gibi erkek egemen toplum düzeninde kadın ve çocuklar da o topluluğun, topluluğun en küçük birimi olan ailenin mülkiyetinin bir parçasıdır. Yeni ceza yasamız hazırlanırken suçların bölüm bölüm sınıflandırılması yapılmıştır. Üzerinden epey zaman geçmesine karşın bu değişikliklerle beklenen sonuçlar alınamadığı gibi eskiye oranla daha da gerilere gidilmiştir. Ailedeki mülkiyetin sahibi olan erkek sahibi olduğu şeyler üzerinde hak iddia etmektedir. Sahibi olduğuna inandığı şeylerin korunması, çoğaltılması konusunda kendisini yetkili ve görevli kabul etmektedir.
Toplumda kadını ve çocukları ailenin, toplumun mülkiyeti içinde sayan anlayış devam ettiği sürece bu mülkiyeti korumak ve kollamakla sorumlu saydığımız insanın yani erkeğin her türlü şiddeti uygulaması doğal sayılmalıdır. Her ne kadar yakınmalarımız devam etse de sorun kökünde çözümlenmediği sürece şiddet veya yalanlı dolanlı işler devam edecektir.
Konuyu sistemin belirlediği eğitim sisteminden yeteri kadar yararlanamamaya bağlayanlar yanılmaktadır. Bu sistem ve bu sistemin bir parçası olan eğitim doğası gereği mülkiyeti kutsallaştıran, sözüm ona bu “hak”kın korunması için her türlü önlemi doğru bulan bir sistemdir. İnsanları ne kadar çok eğitim verirsek mülkiyet hakkının daha sıkı savunucuları olacaktır.
Dolayısı ile çözüm var olan eğitim sisteminin daha titiz uygulanması değil ancak ve ancak eğitim sisteminin insana, doğaya uygun hale getirilmesiyle sağlanabilecektir. Bunu yapmaya elbette kurulu düzenin kuralları engel olacaktır.
Yapılması gereken şey üretim araçları üzerindeki mülkiyetin yaşanan örneklerden de yararlanarak kamuya devrini sağlayacak bir sistemin yeniden inşasıdır. 21. yüzyıl uygarlığınca yapılması gereken şey törelerimizde, gelenek ve göreneklerimizde, dinsel kurallarda ve yasalarımızda yer alan tüm aykırı hükümlerin ayıklanıp tarihteki yerlerine gönderilmesidir. Toplumun yanlış töre, gelenek, din ve ahlak kuralları ile yönetilmesine son vermektir.
İşçisi ile yöneticisi ile kadını-erkeği ile çocuğu ile herkesi toplumun eşit haklara sahip bireyleri yapmaktır.
Ahlak, namus, vicdan, onur, şeref ve erdem gibi kavramların yeniden tanımlanmalarına mutlak anlamda ihtiyaç vardır.
CANAVARCA HİS – BRUTAL
Yürürlükten kaldırılan 765 sayılı TCK’ nun 449. maddesinde “öldürmek fiili” anlatılmıştır. 450. maddesinde de bu suçun işlenme biçimi üzerinde durulmuştur. Öldürme eylemi 3. bentte “Canavarca bir his sevki ile veya işkence ve tazip ile ika edilirse,” daha ağır bir ceza olan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır.
Aynı şekilde yürürlükteki yeni 5237 sayılı TCK’ nın 81. maddesinde kasten öldürme suçunun cezasının müebbet hapis olduğu belirtildikten sonra 82. maddede, b)bendinde suçun “Canavarca hisle veya eziyet çektirerek,” işlenmesi halinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına karar verileceği hükme bağlanmıştır.
Görüldüğü gibi eski ceza yasamızda öldürme eyleminin ( canavarca bir his) ile gerçekleşmiş olması yeni ceza yasamızda da korunmuştur. Burada dikkati çeken sözcük canavar sözcüğüdür.
Canavar sözcüğü dilimize Farsçadan girmiştir. Sözcüğün aslı Farsça cānvarجانور canlı yaratık, her çeşit hayvan → can, +aver’dir (Sevan Nişanyan)
canver veya canvar dilimizin ses dizimine uygun olmadığı için zaman içinde bir vulgarizasyona uğramış, sözcük halk dilinde bu günkü söylenişiyle ” canavar ” şeklini almıştır.
Canavar sözcüğü ne kadar doğru ve yerindedir? Bunun üzerinde durulması gerekmektedir.
Hayvanlar açlıklarını gidermek veya kendilerini yahut içinde bulundukları hayvan topluluğunu korumak amacıyla, tehlikeyi uzaklaştırmak için şiddet uygularlar. Bir de üremek için kendilerine rakip gördükleri cinslerine karşı bazen kaba davranabilirler. Bu şiddet kimi zaman amacını aşmış olsa bile asla diğer hayvana karşı bir eziyeti içermez.
Charles Bukowski’nin söylediği gibi “bir çiçek diğer bir çiçek sarı açtı diye onu ayıplamaz. Bir kuş niye böyle ötüyor diye ona yasak koymaz.”
Bunun gibi tok bir aslanın canı değişiklik istediğinden bir ceylanı zevk olsun, spor olsun diye öldürdüğü görülmemiştir. Aynı şekilde en yırtıcı hayvan olduğu söylenen köpek balıkları tarafından öldürülmüş olan insanların sayısı 250 yılda 500’ü bulmamaktadır. Bu sayının da çoğunda çekişmeyi başlatan insandır.
Bütün canlılar biz insanlardan korkarlar. Biz özellikle homo erectus olduktan, elimize sopa-silah aldıktan sonra tüm canlılara çok büyük bir korku salmışız.
Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki; Biz, hepimiz ağız boşluğumuzu genişletip doldurarak sözünü ettiğimiz o hayvanlara haksızlık ediyoruz.
Esasen biz insanlar da eskiden böyle değildik. Özellikle Afrika’nın ortalarındaki Büyük Rif vadisinden çıkıp Bereketli Hilal’i kendimize mesken tutarak yaşamaya başladıktan sonra yani tarım ve hayvancılığı öğrendikten sonra bir dizi sorunlar yaşamaya başlamışız. Aklımızı kullanmış ama duygularımızı köreltmişiz. Biraz daha ileri gidersek bizler birer ” canavar” olmuşuz.
Ceza yasalarımızda tanımlanmaya çalışılan o his biz insanlara aittir. İşkence etmek biz insanlara özgüdür. Bu nedenlerle yasalarımızda yer alan
CANAVARCA HİS
tanımlamasının
SAPKIN BİR HİS
olarak değiştirilmesini öneriyorum.
Bu konuda bizim ceza yasamıza kaynak oluşturan İtalyan Ceza yasası veya Fransız Ceza Yasası nasıl bir düzenleme yapmış diye bir araştırma yapmak yararlı olabilir.
Yargıtay onursal başkanı Sami Selçuk’un “Önce Dil” adlı kitabında anlattığı gibi İtalyan Ceza Yasasında ” canavarsa bir his” ve o ” hissin sevki ile” gibi nitelemeler bulunmamaktadır. Eski TCK 450. maddesine kaynak oluşturan düzenleme aynen ” per solo impulso di brutale malvagità ” şeklindedir. Bu metni acımasız bir kötülük dürtüsüyle şeklinde çevirebiliriz. Görüldüğü gibi İtalyan Ceza Yasasında bir hayvandan, canavardan hiç söz edilmemektedir. Bizimkiler 1926 yılında (mehaz kanunu) yanlışlıkla dilimize bu şekilde çevirmişlerdir. Bu yanlışlığın artık düzeltilmesi gerekmektedir. “Canavarca” olan duygu hayvanlara değil insana ait bir “sapkın” lıktır.
İCY’ nda geçen brutale sözcüğü birçok Latin kökenli dillere ve onların ceza yasalarına da girmiştir. Örneğin Fransızlar brutal sözcüğünü kullanıyorlar.
Brutal sözünün kökeni Latince brutalis sözcüğüdür. Anlamı da Brutus gibidir.
Bildiğiniz gibi Marcus Junius Brutus, veya Quintus Servilius Caepio Brutus, Romalı bir asker ve politikacıdır. Julius Caesar’a karşı senatoda yapılan saldırı ile anılmaktadır. Julius Caesar ‘ın evlatlığı veya oğlu olduğu söylenmektedir.
Kanlar içinde yere yığılan Caesar bu saldırıyı hiç beklememektedir ancak saldırganlar arasında Brutus’u görünce çok büyük bir üzüntü ve acı yaşar. “Sen de mi Brutus” sözü bu acı ve üzüntünün, çaresizliğin ifadesidir.
İşte bu kalleşçe eylemi, erdemsizliği değerlendiren Latin dili kökenli kültürler bu davranış biçimi için brutale, brutal sözcüğünü geliştirmişler, sonuç olarak ceza yasalarına da almışlar.
Brutus’un bu davranışını veya benzerini hiç bir hayvanın yaptığını söyleyemeyiz. Hayvanlar iyi geçindikleri kendi soyundan olan birisini sonradan oyuna getirip öldürmezler. Brutus’un bu davranışı insana özgü ve sapkın bir davranıştır. Yasamızın da bu açıklama doğrultusunda değiştirilmesi, ilgili bentten CANACARCA sözünün çıkartılıp yerine SAPKINCA sözünün konması gerektiği düşüncesindeyim
Canavarca bir his kavramında ısrar edilmesi sorunun kökenini, nedenini gizlemek anlamına gelir. Sapkınlık terim olarak kabul edilir ise sapkınlığa neden olan etkenler de bir bir incelenecek ve çözümler aranacaktır. Son çözüm için bunun bir hazırlık olacağını düşünmekteyim.
ŞİDDETE KARŞI NE YAPMALI ?
ÖNCE BİRKAÇ ÖRNEK:
Toplumda eğitim ve kültüre yön vermekle ödevli kurumlara, sanatçılarımıza büyük ödevler düşmektedir.
Kızına: Kapat bacağını
Oğluna: Göster pipini
Diye terbiye veren
Annelerimiz ve dahi babalarımız oldukça
Taciz, tecavüz ve dahi cinayet
Artar, eksilmez
(Her Telden Şairane Şiirsellikler s.56 aCp)
Toplumumuzda özellikle cinsellik konusunda akıl almaz tabular insanların yaşamlarını karartmaya devam etmektedir. Şimdi yapılması gereken şey bu tabulara karşı bir bilinç yaratılması ve savaşım yolunun açılmasıdır.
.
—Örneğin cinsel ilişkiye giren taraflar cünüp yani kirli sayılmaktadır. Duş almadan, gusül abdesti almadan insan içine çıkmak ayıp, yanlış ve günah sayılmaktadır. Hiç bir kimse birinin duş almasına, cinsel bir birleşmeden sonra yıkanmasına karşı olamaz ama bu iki insanı sırf bu yüzden ayıplamak, küçük görmek yanlıştır.
Cinsellik bir kirlenme değildir, kirlenmeye eş tutulmamalıdır. İnsanların öncelikle cinsel birleşmelerden önce duş almaları özendirilmelidir.
—Örneğin regl olan bir kadın kirlenmiş sayılmakta, o hali sona erene kadar yaptığı yemeğin bile murdar olduğu söylenebilmektedir. Kadının regl hali saklanacak, gizlenecek, ayıplanacak bir durum olmaktan çıkarılmalıdır.
—Örneğin bir oğlan çocuğunun sünnet edilmesi erkekliğe atılacak ilk adım olarak değerlendirilmekte ve bunun için anlı şanlı düğünler yapılmaktadır.
Dr. Erdal Atabek’in üzerinde durduğu gibi günümüz erkek egemen toplumunda sistematik bir tarzda “Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık” politikası ısrarla ve inatla sürdürülmektedir. Ders kitaplarından, reklamlara varana kadar günlük yaşamın her alanında bu olgu ile karşılaşıyoruz. Bunun artık bırakılması gerekmektedir
Kız çocuğumuzun ilk regl oluşunu büyük bir özenle gizlenmekteyiz. Oysa başka toplumlarda böyle değil.
Birkaç yıl önce bir SriLanka gezimizde bir kentten diğerine giderken yolda bir yerde mola verdik. Su başında güzel bir lokanta ve kafeteryada dinlenirken yerel giysileri içinde bir hanım ve yanında da yaşına göre hayli alımlı bir genç kız gözümüze ilişti. Arkadaşlardan bir ikisi bu kız ile kadının yanına yanaştılar ve genç kız ile giysilerinin güzelliğine övgüler düzmeye başladılar. Genç kızın boynunda çiçeklerden yapılmış bir kolye ise çok hoş görünüyordu.
SriLankalı hanım yarım yamalak İngilizcesi ile kızının bugün ilk regl günü olduğunu, onun bu bayram gününü ailecek ve kızının arkadaşları ile birlikte kutlayacaklarını söylediğinde hem çok şaşırdık hem de çok sevindik.
***
Yıldızlar tutuştu siyah beyazla,
Marşlarımız ağlasın kartal aşkıyla,
Beşiktaş seninle ölmeye geldik !
Beşiktaş !
Gücüne güç katmaya geldik,
Formanda ter olmaya geldik,
Beşiktaş seninle ölmeye geldik !
Beşiktaş !
Bu marşta ağlasın sözcüğü “gülsün” ve ölmeye geldik sözleri de “gülmeye geldik” şeklinde değiştirilse ne olur?
Beşiktaş takımı taraftarlarının coşkusundan inanın hiç bir şey eksilmez ama bir stadyumu dolduran binlerce kişinin kafasındaki şiddet algısı yerini sevgiye, empatiye, spor ahlakına bırakacaktır.
***
Ya da herkesin sorgusuz sualsiz kabullenip söylediği, sözleri Aşik Ali İzzet Özkan’a ait şu güzel türküdeki kıskanırım sözü “esirgerim” şeklinde değiştirilse ne olur? Türkünün lirizminden, akıcılığından hiç bir şey eksilmez.
Havadaki turnalardan
Su içtiğin kurnalardan
Giyindiğin urbalardan
Sakınırım kıskanırım
***
Dilimiz kimi sözcüklerin çıkması ile fakirleşmez , doğru sözcüklerin yerli yerinde kullanılması ile zenginleşir ve toplumda bir çok uyuşmazlıkların da önüne geçilmiş olur. Yazının başında sözünü ettiğim iletişim için sözcüklerin ve kavramların semantik (anlam) ve hermenötik (yorum) açıdan doğru bilinmesi ve doğru kullanılması zorunludur.
Yasalarımızın da bu ilkeler doğrultusunda hazırlanması ayrıca aynı ilkeler doğrultusunda uygulanması sorunlara önemli ölçüde çözüm sağlayacaktır.
*****
Nişan, sünnet ya da bir düğün…..Kalabalık bir salon. Bir köşede adına müzik denen yüksek volümlü bir gürültü. Kimse kimseyi duymuyor. Orta yerde ayakta salınan, sallanan insanlar… Domdom kurşunu, adına oyun, halk oyunu denen oyunumsu hareketler. Herkes kendisinden geçiyor. Sonra bir yerlerde tabancalar, pompalı tüfekler patlıyor. Yerde göl göl olmuş kan birikintileri
Ya da Burası Huş’tur, ya da Niksar’ın Fidanları…
Yanık bir türkü. Çatal bıçak sesleri, gürültü patırtı, arasında duyulabildiği kadar insanın gözlerini dolduran bir ağıt. Orta yerde yine salınıp sallanan kalabalık aynı şekilde eğlencesine devam ediyor.
Nerede ağlayacağız, nerede güleceğiz bilemiyoruz.
*****
Türkiye’mizde Batı’da olduğu gibi ne feodal ve ne de kapitalist bir sistem olmadı. Dolayısı ile Batı tipi kültür sanat yapıtları da olamadı. Batı’da bir feodal veya bir aristokrat örneğin kızı ya da oğlu için bir düğün yapacak ise bir besteciye o gün için bir beste siparişi yapabiliyordu. Kendisinin veya eşinin bir resmini veya heykelini bir yere yerleştirebiliyordu.
Ne yazık ki o zenginler gibi nice zenginler geldi geçti ama ülkemizde bu işler için para ayıran çıkmadı. Önlerinde Cumhuriyetin prototip örnekleri olmasına karşın o zenginler sanata ve bilime sahip çıkmadılar, çıkamadılar. Ama artık yapmaları gerekiyor.
Başkaları, başka kültürlerin insanları ve kurumları bu tür kültür, sanat uğraşlarını benimsemeyebilir, hatta engel de olmak isteyebilirler. Bunlara karşın onlardan daha büyük bir güce sahip oldukları halde bizim kompradorlarımız suskunlar, adeta ellerindeki gücün sökülüp alınmasını beklemektedirler. Cumhuriyetin yarattığı, palazlandırdığı ve geliştirdiği bu Türk Burjuvazisi artık kendi varlık nedenlerini sorgulanmaya açtırmadan asgari burjuva demokratik haklarının savunucuları olmalıdırlar.
Bunlar, yapılacak olanlar, üst yapının değiştirilmesine yardımcı olabilir ama onlar sadece kasalarını doldurmayı kendilerine amaç ediniyorlar. Oysa o kasalar bu işlere yaramayacaksa neye yarayacaktır?
Burun kıvırdıkları Sulukule sakinleri ile kendilerinin farkı nedir? Her ikisinde de DomDom Kurşunu ve her ikisinde de aynı yüksek gürültü ile salınıp sallanan insanlar. Bu yaşam tarzının yediden düzenlenmesi zamanı geldi, geçiyor.
Yemek, müzik ve dans bu üçünü bir çırpıda yapmanın zorluğunu yaşıyoruz.
Ülkemizdeki şiddeti dünyanın gelişmiş ülkelerinde yaşanan şiddet olayları ile karşılaştırmak da yararlı olacaktır. Özellikle kadına ve çocuklara karşı işlenen, şiddet, taciz, tecavüz ve cinayetlere baktığımızda daha az veya daha uzun süreli eğitim görmüş olmanın belirleyici olmadığını görmekteyiz. Öte yandan gelişmiş olarak nitelenen ülkelerde de, örneğin ABD’ nde mobbing, taciz, tecavüz ve cinayet suçları hiç de anımsanacak düzeyde değildir.
Ancak ülkemiz ile diğer ülkelerde ceza yasalarında benzer hükümler olmasına karşın işlenen suçlar arasında önemli bir fark göze çarpmaktadır. Oralarda bu suçlara karşı toplumun tama yakını suçun mutlaka cezalandırılmasını isterken ülkemizde önemli bir kesim ” ama…” diye başlayarak suçtan zarar göreni değil zanlıyı korur hale gelmektedir. Ayrıca başta küçüğün rızası, iyi hal indirimi başta olmak üzere adil yargılama ilkesini zedeleyen uygulamalar yaşanmaktadır. Tecavüzcünün tecavüze uğrayanla evlenmesini sağlayacak yasal düzenleme heveslileri de rahatça kol gezmektedirler.
Elbette bu noktada erkler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı gibi kavramların da içlerinin doldurulması gerekmektedir.
.
****
Kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklendi. Yalnızca 2019 yılında öldürülen kadın sayısı 474 olmuş.
Nereden başlamalı, şimdi ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Bu sorulara ah vah ederek, kınayarak, göz yaşı dökerek bir çözüm bulamadık. Bundan sonra da bulamayız.
21 Yaşında gencecik balerin bir kızımız, Ceren Özdemir bıçaklanarak öldürüldü.
Bu genç kızımızı yaşatamadıysak suç yalnızca onu bıçaklayan katilin değil 80 milyon biz yurttaşlarındır, hepimizindir.
Yapılacak olanlar:
1- Yöneten ve yönetilenler olarak hepimizin, ah vah demeyi, kızıp küplere binmeyi, kınama, lanetleme mesajları yazmayı artık unutmamız gerekiyor.
2- En kısa sürede polisin katili yakalaması gerekiyor.
3- Hiç bir şekilde işkence bir yöntem olarak kullanılmamalıdır.
4- Yakalanan zanlının, katilin bir laboratuara alınması gerekiyor.
5- Bu kimsenin tüm adil yargılama haklarından yararlandıktan sonra, yani suçluluğu kesinleşince hapishaneye değil ıslahhaneye gönderilmesi gerekiyor.
6- Bu kimsenin itirafları, savunmaları ve söyleyeceği sözlerin tamamı, psikolog ve sosyologlarca incelenmeli bir rapora bağlanmalıdır.
7- Hazırlanan rapora göre eğitim ve kültürden sorumlu yöneticiler bir eylem planı hazırlamalıdır.
Hazırlanacak bu eylem planına demokratik bir ortamda kitle örgütlerinin ve yurttaşların görüş ve düşünceleri alınmalıdır.
Devlet yurttaşlarının öncelikle beden ve akıl sağlıklarını, huzur ve güven içinde özgürce yaşamalarını sağlamakla ödevlidir. Sağlayamıyorsa, özür dileyip bu görevlerden çekilebilir. Bu işleri ben, biz yaparız, daha iyi yaparız diyenler gelir.
Cinayetlerin devam etmesi devletin varlık nedenini ortadan kaldırmaktadır.
Basın organlarında 10 yıldan bu yana kadına karşı cinayetler:
“Kadın cinayetleri son 7 yılda yüzde 1400 arttı” haberlerini okuyoruz.
—-İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü ve Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Genel Başkanı Avukat Nazan Moroğlu 25.11.2010 tarihinde her dört kadından birinin fiziksel, ekonomik, ruhsal, sosyal ve cinsel şiddet mağduru olduğunu belirterek, ”Resmi kayıtlara göre, kadın cinayetleri sayısı son 7 yılda yüzde 1400 artmıştır” dedi. (Cumhuriyet Gazetesi)
— 24 Kasım 2009 . Bir soru önergesi üzerine Adalet Bakanı kadın cinayetlerinin 2002 den 2009’a kadar yüzde 1400 oranında arttığını ve 2002′ de 66 kadın öldürüldüğünü, 2009 da ise bu rakamın 953′ e yükseldiğini söylüyor.
—-Son 7 yılda kadına şiddet yüzde 1400 arttı – Son Dakika Flaş …https://www.cnnturk.com › Türkiye
5 Mar 2015 – Kaplan, son 7 yıl içerisinde kadına yönelik şiddetin yüzde 1400 arttığını ifade ederken, cinayetlerde sanıklara tahrik indirimi uygulanmasını…
—-https://www.kamupersoneli.net ›gundem › chp-milletvekili-karabiyik-kad…
8 Mar 2019 – Kadın Cinayetleri Son 7 Yılda Yüzde 1400, Kadına Şiddet Davaları …..
Yukarıdaki haber başlıklarını internetten tarayarak buldum. Görüldüğü gibi tarihler değişiyor ama % 1400 oranı değişmiyor.
Yazarlarımız, çizerlerimiz, politikacılarımız herkes 2009 yılında yapılmış bir istatistiği kullanıyor.
Yalnızca bu saptama bile çok, çok üzüldüğümüz, gözyaşı döktüğümüz bir olay karşısında hepimizin ne kadar içtenlikten uzak olduğumuzu gözler önüne sermektedir.
Yapılması gereken şey 6. ve 7 maddelerde de değindiğim gibi Adalet Bakanlığı ve Adalet Dairelerimizde bu olayları dosya dosya ele almak her bir olayın özelliklerini gözden kaçırmadan incelemektir.
Zanlı, sanık veya suçlu ile birlikte suçtan zarar görenlerin eğitim öğretim durumlarından, gelir düzeylerine, yetiştiği aile ve okul çevresinden, okudukları kitaptan, seyrettikleri filmlere kadar her şeyin sıkı bir analizi yapılmalı suçluyu suça iten faktörler incelenmelidir. Yalnızca suçlu ve suçtan zarar görenlerin sayıları konuyu anlamaya yetmemektedir.
Bu incelemeyi yapmak üniversitelerimizin, barolarımızın, sendika ve demokratik kitle örgütlerimizin en asli ödevlerinden birisi olmalıdır.
Düzenlenecek raporları iktidar ya da muhalefet milletvekillerine, yani yasa koyuculara, eğitim ve kültür bakanlıklarına ulaştırmak çözüm için atılacak önemli bir adım olacaktır.
Saygılarımla…
Av. Ali Can Polat