HAYDAN GELEN HUYA GİDER

HAYDAN GELEN HUYA GİDER

İstanbul bilindiği gibi 1453 yılından 1922 yılına kadar Osmanlı devletine başkentlik yapmış büyük bir kenttir. Yine bilineceği gibi başkentte ve diğer taşra kentlerinde, köylerde, mezralarda insanlar her gün savaşla yatıp savaşla kalkmıyorlardı. Çiftinde çubuğunda, merasında toprağını ekiyor, hayvanını besliyordu. Kasaba ve kentlerde günlük yaşantı için de bu insanlar gerekli olan her türlü araç ve gereci yapıyor veya onarıyorlardı. Lonca örgütlenmesi esnafın çalışma koşullarını büyük ölçüde belirliyordu. Yine bu insanlar yalnızca çalışmıyor, çalışmanın dışında kalan zamanlarında dertlerini, tasalarını, sevinçlerini çeşitli şekillerde ve yöntemlerde yaşıyorlardı. İstanbul’da, Anadolu ve Rumeli’ de yeme içmeden eğlenceye kadar her alanda çok renkli bir halk kültürü, zengin bir folklor vardı.  İstanbul’da saray ve halkın güven, huzur ve refahını sağlayan görevliler bulunuyordu. Sarayın güvenliğini kapıkulu askerleri halkın genel güvenliğini, asayişi de ases dediğimiz bekçiler sağlıyorlardı.
İşleyen bu toplumsal düzende de hiç kuşkusuz iyi gitmeyen ve aksayan şeyler vardı. Örneğin Sarayın yanlış bir karar ve uygulaması ile kahvehaneler kapatılabiliyordu. İçki yasağı konuyor ama çok zaman bu yasaklar, çok çeşitli yollarda deliniyordu. Halk günlük yaşantı içinde bu eğlenme gereksinimini el altından karşılıyordu. Hatta en çok yasak koyan yöneticilerin bile ben görmeyeyim de uzakta sen ne yaparsan yap anlamına davrandığı bilinmektedir. Saray ve çevresi Sadabat’ ta Lale Devrini yaşarken, Anadolu eşrafı da oturak âlemleri yapıyordu.
Bütün bu işlerin yürümesi için Kapalı Çarşı’da her meslekten insanlar harıl harıl çalışıyorlardı. Ama her toplumda olduğu gibi buralarda da bazı kişiler hırsızlıktan, sahteciliğe, dolandırıcılığa kadar çeşitli suç eylemlerinde bulunuyorlardı. Devletin elinin yetişmediği, yetersiz kaldığı alanlarda esnaf kendisini korumak için farklı bir yöntem geliştirmişti. Sefer dışında maaşını alıp el ense yapan yeniçeriler bu iş için en uygun kişilerdi. O tarihlerde Kapalı Çarşı’da manifaturacısından, yemenicisine, kuyumcusundan döşemecisine, sobacısından mahrukatçısına kadar imalat ve ticaret işi ile uğraşan esnaf 4000-5000 civarında idi.  Bu kişiler ile yeniçeriler arasında yazılı olmayan ve güvene dayanan bir tür sözleşme vardı. Bu sözleşmeye göre yeniçeriler esnafın güvenliğini sağlayacak, tahsil edilememiş alacaklarını tahsil için onlara yardımcı olacaklar, dükkân sahipleri de haftadan haftaya bu hizmetin bedelini kararlaştırılan akça üzerinden yeniçerilere ödeyeceklerdir.

İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan II. Mehmet tarafından fethedilip Bizans İmparatorluğuna son verildikten sonra demografik yapının nasıl şekilleneceği ve kentin nasıl yönetileceği sorunları vardı. Osmanlı padişahı bütün bu sorunlar için kendisine göre uygun çözümler bulmuştur. Fatih Sultan Mehmet kimlerin nereye yerleştirileceğinden, kentte oturacak etnik unsurların nasıl yaşayacaklarına kadar çeşitli kararnameler yayınlamıştır. Anadolu’dan ve Rumeli’den getirilecek Türk soylu aileler yanında Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşayacakları yerler belirlenmiş idi. Bu azınlıkların İstanbul nüfusunun kaçta kaçını oluşturacağı hayli ayrıntılı şekilde düzenlenmişti. İstanbul’un özelliklerinin, çok kültürlülüğünün korunması için bu oranların devam ettirilmesine büyük bir özen gösterilmiştir. İşte Kapalı Çarşı esnafı da bu plana uygun olarak bazı işler için çok sayıda Ermeni kökenli yurttaşlardan oluşuyordu. Yahudiler her zaman olduğu gibi yine ticaret ile görevli idi. Rumlara ise balıkçılık ve lokantacılık işleri düşüyordu. Türkler dersen öncelikle savaş, barış zamanında da savaşacak asker oğul yetiştirmek ve bütün bunların dışında verilecek her türlü işi yapmakla yükümlüydüler.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Kapalı Çarşı esnafının bağlı olduğu yeniçeriler ve yeniçeri ağaları daha önceden belirleniyordu. Bir esnafın yeniçerisinin işine bir başka yeniçeri karışamazdı. Yeniçeriler cuma günü akşam esnafı dolaşır ve hizmetinin karşılığını (siz ona haraçlarını da diyebilirsiniz) alırlardı. Yeniçeri ağası esnafın dükkânına buyur edildikten sonra kahvesini yudumlayıp nargilesini tüttürürken bir haftalık icraat da görüşülüp konuşulurdu.
Yeniçeriler bu paraları alınca vakt-ı kerâhat geldi diyerekten doğruca Rum Aleko’nun, Yorgo’nun meyhanesine koşarlardı ve geç saatlere kadar gönüllerince eğlenirlerdi.
Ermeni esnaf ile yeniçeriler arasındaki bu anlaşma gizli olduğundan çevredeki ahali yeniçerilerin bol keseden harcama yapmasına akıl erdiremezlermiş. Kendi aralarında “bu değirmenin suyu nereden geliyor” diye söyleşirlermiş.
Bu soruya karşı dönen dolabın biraz farkında olanlar canım ne olacak, “Hay’ dan geliyor Huy/n/a gidiyor” diye karşılık verirlermiş.

Öykünün bu anlatımı ilerleyen zaman içinde dilimize bir kalıp olarak yerleşmiş, atasözlerimiz arasına girmiştir. Ali Püsküllüoğlu’ nun hazırladığı Türk Atasözleri Sözlüğü’ nde (s.98)  “haydan gelen huya gider” şekliyle yer almıştır. Anlamı da ‘kolay ve emeksiz elde edilen şeyler kolay harcanır’ olarak açıklanmıştır. Başkaca bir sözlükte bu deyim veya atasözü ile doğrudan ilgili bir açıklama bulamadım.

Bu deyimi doğru anlayabilmek için deyimde geçen hay ve huy/n yahut hayy veya hu/y sözcüklerinin öncelikle anlamlarının açıklanması zorunlu olmaktadır. Bu konu ile ilgili görüş ileri sürenler, halk arasında dolaşan rivayetleri derleyenler ikiye ayrılmaktadırlar. Bir grupta yer alanlar hay ve hu sözcüklerinin Arapça olduğunu ve Allah’ın adlarından ikisi (esmâ-ı hüsha) olduğu görüşündedirler. TDV İslam Ansiklopedisi “hu” sözcüğünün daha çok sufîler tarafından bir ünlem olarak kullanıldığını, hay adının da diğer İslam âlimlerince cümle içinde kullanıldığını belirtmektedir. Bu ikinci bölümde hay veya hayy sözcüğü Allah’ın hayr/hayır, iyilik yapıcı sıfatlarına bir yollamadır. (Hayy-i lâyemut).
Şemseddin Sami’nin Kâmûs-I Türkî’sinde (s. 442) hayy / hayye diri, canlı ve Allahın bir vasfı olarak açıklanmıştır.
Hu sözcüğü ise sözünü ettiğimiz ansiklopediye göre Allah’ın zatına işaret etmektedir. Bu görüşleri savunanlara göre her şey Allah’tan gelir sonunda Allah’a döner anlamı çıkmaktadır.
Eğer bu tarzda bir anlamı kabul edecek olursak halk arasında bu deyimin anlamıyla bir çelişkiye düşülmesi kaçınılmazdır. Çünkü halk anlayışına göre bu durum bir olumsuzluğu ama Allahtan gelen Allaha gider deyiminde olumlu ve doğal bir durumu ifade etmektedir.

Bu deyim veya atasözünün geçmişi birkaç yüzyıldan eski değildir ve İslam coğrafyası içinde yalnızca Anadolu’ya daha doğru söyleyişle Osmanlı devletinde Türkçe konuşan halklara özgüdür. Örneğin Mısır veya Suudi Arabistan’da böyle bir deyim yoktur. Böyle olunca da Sûfiler veya diğer İslam âlimleriyle bu deyim arasında bir bağ kurmak biraz zorlamadır. Kaldı ki; içinde bu deyimin geçtiği dinsel metinlere de rastlayamıyoruz.  

Dilimizde “dünyanın hay/ına huyuna dalmak” gibi bir deyiş de bulunmaktadır. Yani dünyada olup bitenlerin üzerinde yeterince düşünmeden, düşünemeden olayların akışına, gürültüye, şamataya kapılıp gitmek anlamında söylenen bir tanımlama.  Buradaki hay ve huy sözcüklerinin arka arkaya kullanılışını, sözün gelişine söylenmiş olduğu veya sözcükler arasında fonetik yaklaşımla anlatıma bir lirizm katma gereksinimi olarak değerlendirilebilir.   Eskiler buna elfaz-ı savtiye diyorlarmış. Not: Elfaz, lafzın yani sözün çoğuludur. Savtiye de sözün seslendirilişi yani fonetiktir.

Aynı şekilde “Hay Allah” şeklindeki şaşma veya kızmayla karışık öfkelenmeyi de “Allah Allah” şeklindeki anlatımı da aynı saymak gerekmektedir. Ancak bu seslenme şekilleri konumuz dışındadır ve deyimimizi açıklamada doğrudan etkili değildirler.

Haydan gelen huya gider deyimini yukarda anlatmaya çalıştığımız öyküye bağlayan görüşe göre hay sözcüğü Ermeni, huy veya huyn sözcüğü de Rum yurttaşları belirtmek için kullanılmıştır.

Hayk, Ermenilerin soy atası olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden olacak, Ermenicede Hay (Ermeni), Hayastan (Ermenistan) ve Hayeren de (Ermenice) anlamında olup Hayk sözcüğünden türetilmiştir.
Nitekim Ermenistan/Hayastan Ulusal Müzesini ziyaretimiz sırasında satın aldığım Türkçe ve İngilizce kitabın (Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Halkının Soykırımı-2005) yazarı Hayk Kazaryan olup kitapta bu bilgileri doğrulayıcı şekilde Hayastan, ve Hayeren ifadeleri kullanılmaktadır. Yazara göre Hayasa-Azza birliği M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak bu bölgede yaşayan kavimlerin birliğini sağlamada önemli roller üstlenmiştir.

Hay sözcüğü Anadolu insanı arasında da kullanılmaktadır. Nitekim Karagöz argosunda Ermeni karakterine verilen ad “ Hay ” sözcüğüdür. Uğur Göktaş.  Mavi Hüviyetli Kadınlar adlı çalışmasında Dr. Arslan Yüzgün de… bir kuyumcu ile tanıştım o da bir hay’dı diye bu sözcüğü kullanmaktadır. ( Hulki Aktunç, Büyük Argo Sözlüğü (s. 142)  
Karagöz oyununa ilişkin benzer bir bilgi Meydan Larousse (s. 5/ 716) de de vardır. Örnekler çoğaltılabilir. “Ermeni Tarihi” (Hayots Patmutyun) gibi.

Bölgeye Armenia, ve yaşayanlara da Ermeni adlarının verilmesi Romalı Tacitus sonrası döneme aittir. (TTK Belleten 2023 ) Sonuç olarak incelemeye çalıştığımız deyimde geçen Hay sözcüğünü Ermeni olarak kabul edebiliriz.

Huy veya Huyn sözcüğünün Osmanlı’nın Rum yurttaşlarını ifade eden bir sözcük olduğunda bu konuda yaraştırma yapanlarda ortak bir kanı oluşmuşsa da bunun kanıtlarına ulaşılamamaktadır. Yunan sözcüğü ile Huyn sözcüğü arasında bir bağ kurmak da zorlamadan başka bir şey değildir. Huy/n kavramının yukarıda sözünü ettiğimiz elfaz-ı savtiye olarak halk tarafından uydurulmuş olacağını düşünmek de olasıdır. Kaldı ki; bu konuda bir kanıtın ortaya çıkması halinde yazımızın bu noktasını düzeltmek, güncellemek gerekir.

Sonuç olarak deyim veya atasözüne kaynak oluşturan Kapalı Çarşı esnafından Ermeniler ile yeniçeriler arasında geçen ilişki ve sonrasında yeniçerilerin Rumların işlettiği lokantada kafa çekip felekten bir gece çalması öyküsü daha uygun görünmektedir.
Ancak halkımız buradan kendisi için gereken dersi çıkarmıştır. Haraç parası veya meyhane sefası arka plana itilmiş ve halkımız kolay, emeksiz kazanan paraya karşı tepkisini ortaya koymuştur. Bu deyimin kaynağı unutulmuş ama anlamı yaşamın her alanına yayılmış olup günümüzde de aynı canlılıkla yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Bu başarı hiç kuşku yok ki; etrak-ı bi idrak olarak adlandırılıp yüzyıllarca aşağılanan bir halkın hiç de öyle olmadığı, yeri geldiğinde nicelerini sulu dereye götürüp susuz getirecek kadar zeki olduğuna ilişkin çok güzel bir kanıtıdır.

Her halkın yaşantısında buna benzer deyimler, atasözleri, darbı meseller, ünlü kişilerin özlü sözleri, aforizmaları vardır. Bunların arasında bizim halkımızınkilerin yeri sanırım biraz daha ayrıcalıklıdır. Bu ayrıcalığımızı yok etmeyelim, hep birlikte koruyup geliştirelim. Dilimiz en büyük hazinemizdir. Bizi biz yapan kültür zenginliğimiz dilimizdedir.

 

12.08.2023
Ali Can Polat

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.