ANACHRONISME/ ANAKRONİZM
Yakın uzak çevremizdeki kişi ve şeyleri, geçmişte yaşanmış ve günümüzde yaşanmakta olan olayları eğer taraf tutmadan, kendimizi o olayların kahramanları gibi görmeden gözlemleyebilirsek veya okuyabilirsek kendimize, idrak ve izanımıza en büyük iyiliği yapmış oluruz. Eğer bu beceriyi kazanıp içselleştirebilirsek her şeyi hem daha az zorlanarak anlar ve daha kısa bir sürede sonuca varırız ve hem de olaylar arasındaki bağları, olayların gerçekleşmesini sağlayan nedenleri ve sonuçlarını kendi nesnelliği içinde değerlendirerek gelecekte olabilecek şeyleri daha büyük bir yerindelikle öngörebiliriz.
Gelin kendimizi bu geniş olanaklardan yoksun bırakmayalım.
Önce bizi taraf tutmaya, o olayların kahramanı olmaya zorlayan nedenleri irdeleyelim. Tınaz Titiz’in “Efradını Cami Ağyarını Mani” diyebileceğimiz bir tarzda iki sözcükle yaptığı tanımlaması ile söylersek bunlar “Akıl Daraltıcılar” dır.
Akıl daraltıcılardan bir tanesi yaşanmış bir olayın kahramanı yerine kendimizi koymaktır. O günkü olayın kahramanı en iddialı bir tanımla bizim kesintisiz beş kuşak öncemiz olabilir, hatta annemiz veya babamız olabilirler. Ama onlar biz değil bizim atalarımız, analarımız, ebeveynimizdir. Bizim düşüncemizin onlarla birebir aynı olması düşünülebilir mi? Olmadığı şuradan bellidir: Yaşamakta olan anne veya babamızla “hayır, öyle değil, hayır böyle değil” diye sürekli tartışırız. Yaşarken anlaşamadığımız babamız veya annemizle öldükten sonra hiç kuşku duymadan anlaşır görünmek bir çelişki değil midir? Onların yaptığı bir eylemi şimdi yüzde yüz doğru-haklı veya yanlış-haksız olarak savunmak, savunmaktan da öte başkalarıyla bu konularda kavgaya tutuşmak doğru mudur?
Soy bağı, din veya etnik bağları insanın düşünmesinin önünde bir engel olmamalıdır. Bizimkiler yapmış ise doğrudur, bizimkiler haklıdır, bizimkiler her zaman haklıdır şeklinde bir dogma bizi çok kez yanlış yerlere götürür.
Ephesos’lu hemşehrimiz Herakteitos’un söylediği gibi hiçbir şey aynı ile tekrar etmez. Dünle bugün arasında fark vardır. Bir nehirde iki kez yıkanılamaz. Hayat dinamik bir süreçtir. Bunu görmezden gelirsek Karl Marx’ın söylediği yere varırız. Olaylar ilkinde trajedi ise ikincisinde ısrar edilirse komedi olur.
Bir adım ileri atalım. Özellikle tarihte tartışmasız bir olay seçelim. Örneğin; Kanuni Sultan Süleyman atladı atına, gitti vardı Mohaç’a astı, kesti, akşam olmadan muazzam bir zafer kazandı şeklinde tarih kitaplarında yer alan cümlemize bakalım… Böyle cümleleri kahvehanede bir yandan tavla oynarken bir yandan da kahramanlık türküleri dinleyen, söyleyen iki delikanlıdan duysak güler geçebiliriz. Ama bu konuları bir üniversitede akademik tez konusu yapan bir öğrenciden veya kürsüde ders olarak anlatan bir profesörden dinlediğimizde üzülür dururuz. Çünkü akademiden beklenen hamaset, duygusallık değil, bilgidir, gerçeğin çıplak halidir. Duygusallık bir yöntem olarak dayatıldığında bizim düşünmemizi değil inanmamızı ister. Oysa bizim duygulanmaya değil bilgilenmeye gereksinimimiz vardır. Mohaç savaşına hangi nedenlerle karar verilmiştir? Bu savaş hangi koşullarda yapılmıştır? Bu savaşın Mohaç’ta yaşayanlara ve Mohaç’a saldıran ve ele geçirenlere maliyeti ne olmuştur, savaşın her iki taraftaki sonuçları nelerdir? Bilinmesi gerekenler bunlardır. Tarih niçin okunur ve okutulur? Eğer bir duygu fırtınası yaratmak için ise bu çok tehlikelidir. Duygu bir sabun köpüğü gibidir. Kısa zamanda söner gider ancak insanı savunmasız bırakır. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” dizelerini okuyup bitirdikten sonra elimizde avucumuzda kalan nedir? Ya da arada bir çıkıp “Yine de şahlanıyor aman/Kolbaşının yandım da kır atı” diye türkü tutturmak bize ne kazandıracaktır. 21. Yüzyılda ne at kaldı, ne de atın şahlanması.
Tarih ve yaşanmış tüm olaylar eğer ders almak için okunup okutulursa o zaman olayların amaç ve nedenlerini, sonuçlarını öğrenmiş oluruz. Geçmişteki yanlışlardan arınırız veya iyi, doğru ve güzel olan şeylerin devamı için yeni koşullara hazırlıklı oluruz.
Değerlendirmelerimizde nesnelliği, objektifliği, yansızlığı ölçüt almaz isek olayları dün değil de şimdi yaşanıyor şeklinde düşünür isek yanlış yaparız. Bunun adına anakronizm deniyor. Anakronizm Antik Yunanca karşısında, yukarısında, başında, başına anlamlarına gelen ana/ ανά sözcüğüne zaman anlamına gelen kronos/ χρόνος sözcüğünün eklenmesiyle türetilmiş birleşik bir sözcüktür. Bu kavram, Fransızca anachronisme, anacronique sözcüğünden dilimize alınmıştır.
Anakronizm, olayın geçtiği çağları birbirine karıştırma, yanılma, çağdaşlığa, günü geçmiş törelere bağlılık anlamlarında kullanılmaktadır. Örneğin Fatih Kararnamesini ve çıkış nedenlerini göz ardı edip bugün geçerli olan yasalarla onları iyi ya da kötü olarak değerlendirmek yanlıştır. Aslında bir yararı da yoktur. Kararnamenin sonuçları geçerliğini yitirdiği ve yarardan çok zarar sağladığı anlaşılınca I. Ahmet döneminde yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun gibi Giza piramitleri arasında o dönemi yansıtmak amacıyla çevrilen bir filmde aktörü kol saati ile göstermek bizi komik duruma düşürecektir. Amasya Belediyesi, Yeşilırmak kenarına bir elinde kılıç, diğerinde cep telefonu ile ‘selfie’ çeken şehzade heykeli dikmişti. Anakronik kavramını anlatabilmek için örnekler bunlarla sınırlı değil. Restorasyon amacıyla Aspendos Antik Tiyatrosu basamaklarına Marmara mermeri veya karo seramik yapıştırmak… Ne üzücü şeyler. Aynı şekilde 1915 yılında Osmanlı hanedanlığı yönetimi ile devletin tebaası olan Ermeniler arasında yaşanan karşılıklı mukatele ve tehcir olayını genocide/ soykırım kavramı ile tanımlamak ve bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmak da bir anakronizmdir. Varılacak kararlar tarihsel veya hukuksal değil politiktir. Politik düşünce ve kararlar da değişkendir. Böyle dramatik olaylar elbette herkesi incitir ve aklı başında hiç kimse için istenen şeyler olamazlar. O günkü olayın analizini yapacak değiliz ama tanımlaması yapılırken doğru ve yansız kanıtlar kullanılması zorunludur.
Bilindiği gibi genocide bir insanlık suçu olarak ilk kez Polonyalı bir Yahudi olan ve Hitler zulmünden kaçarak ABD’ nde yaşamaya başlayan Raphael Lemkin tarafından 1944 yılında Axis Rule in Occupied Europe isimli yazısında kullanılmıştır. Lemkin Eski Yunanca ırk ya da kabile anlamına gelen genos sözcüğü ile Latince öldürmek anlamına gelen cide sözcüklerini birleştirerek genocide kavramına ulaşmıştır.
Birleşmiş Milletler gündemine gelen bu konu 8 Aralık 1948’de bir metin haline getirildikten sonra oybirliğiyle kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlemesi ve Cezalandırması Sözleşmesi, 20 ülkenin onaylamasının ardından 12 Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir.
Hukukun evrensel ilkelerinden birisi yasasız suç ve yasasız ceza olmaz kuralıdır. Paul Johann Anselm Ritter von Feuerbach bu ilkeyi Nullum crimen sine lege, nulla poena sine lege / kanunsuz suç olmaz, kanunsuz ceza olmaz şeklinde tanımlamıştır. Buna göre 12.01.1951 öncesi olayları genocide suçu olarak tanımlamak olsa olsa hukuksal değil siyasal bir karar olur. İnsanlık suçu kapsamına girecek olaylarda zaman aşımı olmaz denebilir ise de zamanaşımı ancak hukuksal düzenlemenin daha önceden yapılmış olduğu durumlar için geçerlidir. Yani 1951 yılı sonrası işlenebilecek suçlar için zamanaşımı kuralı geçerli olmayacak, uygulanamayacaktır.
Suç ve cezada yasallık üç koşula bağlıdır. Bunlar:
1- ( Il principio della riserva di legge) yasanın tekelci oluşu,
2- (Il pricipio di tassativita ya da il principio determinatezzi) yasanın açık oluşu,
3- ( Il principio di irrettroattivita) ve yasanın geriye doğru yürümemesi, makable şamil olmayışı.
Sayılan bu üç koşulun aynı anda birlikte olması zorunludur.
Bu hukuksal ölçütleri bir yana itersek soykırım/ genocide konusunda doğru bir sonuca varamayız. Eğer tarihte yaşanmış olayları, yapılmış sayısız savaşları dökülen kanın azlığına çokluğuna veya savaşın haklı haksız oluşuna göre değerlendirirsek yahut sürgün ve tehcirleri aynı sınıfa sokup bu suç kapsamına alırsak işin içinden çıkamayız.
Büyük İskender’in, Napolyon’un yaptığı savaşları, Çanakkale’de istilacı emperyalistlerin döktükleri kanı, Yahudi ırkının Kudüs’ten Babil’ e ve Kudüs’ten diasporaya sürgün edilişlerini, İspanyol Hernan Cortes ve Francisco Pizarro ile başlayan ve daha sonra Avrupa’nın uygar (!) ülkeleri İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz ve diğerlerinin, ABD’ nin yeni kıtada yaşayan yerlilere, Afrika’da yaşayan kabilelere yaptıklarını, Maorilerin, Aborjinlerin başlarına gelenleri hangi başlık altında toplayabiliriz? Bu acımasız olaylar karşısında nesnelliğimizi, yansızlığımızı bir yana bırakırsak doğru sonuçlara varamayız. Bizimkiler yapmışsa doğrudur, bizden olmayan yapmışsa yanlıştır anlayışı bizi çıkmaza sokar.
Öte yandan 1948’ de Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonun 2. maddesi soykırımı, bir ulusal, etnik, ırksal ya da dini grubu tamamıyla ya da kısmen yok etmek amacı ile işlenen bir suç olarak tanımlamış ve bu suçun hangi koşullarla işlenmiş olacağını saymıştır. Bu konvansiyonun dayandığı ana ilke insanların doğuştan eşit haklara sahip olduğu ve insanların bağlı oldukları ırk, dil, din özelliklerinin birinin diğerinden üstün olmadığıdır. Osmanlı Hanedanlık devleti bir imparatorluk olup uyruğunda tuttuğu çeşitli ırk, dil ve dinlerden oluşmaktadır. Fatih Sultan II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden başlayarak bu kural hiç değişmemiş ve yönetim dahil bütün bir hayat iç içe olmuş ve paylaşılmıştır. Osmanlı kuruluşundan başlayarak kendi soyunun üstünlüğü iddiasında bulunmamış dilini bile Farsça ve Arapça ile harmanlamıştır. Birçok padişahın annesinin Türk soylu olmayışı, yeniçerisinden Enderuna kadar birçok devlet görevlerinin devşirme denen ve Türk soyundan olmayanlara verilmiş olması da üzerinde durulması gereken bir durumdur. Dahası hanedanlık kendi varlığının asli unsuru olan Türk halkını da etrak-ı bi idrak olarak niteleyip aşağılamıştır. Bu nitelikteki bir anlayışın genocide gibi bir kastı olduğunu söylemek zordur. Bu yazıda ayrıntıya girmenin bir yararı yoktur ama alınan önlemlerin devletin kendini koruma refleksi olduğu da düşünülebilir.
Benzer bir şekilde 1923-1930 yılları arasında Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan “Mübadele” olayını da o günün koşullarından kopartıp değerlendirir isek büyük bir yanlışa düşeriz. Mübadele asla iyidir denemez. İnsanların çok uzun yıllar yaşadığı topraklardan, komşularından, ortaklaştığı kültürden koparılıp bilmedikleri yeni bir coğrafyaya, yeni insanlara karışıp kaynaşması çok zordur. Ancak bu olay hem Türk hem de Yunan hükümetlerinin karşısına tarihsel bir zorunluluk olarak çıkmıştır. Bir an mübadele olarak bilinen zorunlu göç olayının yaşandığı tarihten 12-13 yıl öncesine gidelim. Balkan Savaşları sonrasında tekme tokat Anadolu’ya sürülen veya gördükleri, yaşadıkları acılar nedeniyle Anadolu’ya kaçmak zorunda olan ahaliyi düşünelim. Bir an 1923’ü izleyen yıllarda aynı acıların bir kez daha yaşanabileceğini göz önüne getirelim. Aynı şey Anadolu’da yaşayan ve Yunanistan’a göç ettirilen insanlar için de söz konusudur. Nitekim İstanbul’da bunun çok acı ve mide bulandırıcı bir örneğini 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde yaşadık. Bu acılara neden olacak ortamın yaratılmaması için mübadele kararının ehven-i şer olduğu kabul etmek gerekmektedir. Tarihsel olayları değerlendirirken duygularımızı aklımızın önüne koymamak gerektiğini, gözyaşlarımızın esiri olmamak gerektiğini düşünmekteyim.
Konumuz soykırım olmadığı için ayrıntıya girmeye gereklilik yoktur ancak anakronizm kavramını açıklayabilmek için üzerinde en çok konuşulan soykırım kavramını bir örnek olarak aldık.
Anakronizm edebiyat ve sinema sektörünün sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir. Tarihte, zaman dilimi içinde git-gel’ ler bir anlatım tarzıdır. Konumuz bu da değildir.
Değerlendirmelerimizde gerekli olan yer ve zaman unsurlarının yerli yerinde kullanılması, özenli davranılmasıdır. Bu konularda yüzleşme, helalleşme ve özür dileme gibi kavramlar da gündeme gelmektedir. Yüzleşmek zorunda olan kimdir, kimlerdir ve yüzleşilecek olanlar kimlerdir? Basit gibi görünen bu soruya cevap vermek kolay değildir.
Akha’lar Troya’ya saldırdılar, yaktılar, yıktılar. Akilleus Hektor’u öldürdü, ölüsünü atının kuyruğuna bağlayıp surların çevresinde yedi kez dolaştırdı. Amaçlarına tam ulaşabilseler Priamos soyunu tarihe gömeceklerdi. Şimdi bu suç mudur? Soykırım suçu mudur? Suç ise Kim kimle yüzleşecek, özür dileyecek, helalliğini alacak veya verecek?
Ne Agamemnon kaldı, ne Priamos. Şimdi bir kısım neo liberal entelektüellerimizin ütopya fanatizmini doyurabilmek için elimizde fener Akha veya Troya mirasçılarını mı arayıp bulacağız? Bulup da ne yapacağız, ne cezası vereceğiz? Çoban Paris’i mi yargılayacağız? Helen kızımızın aşkını mı cezalandıracağız? Fantezi dünyasında değil gerçeklerin dünyasında yaşadığımızı unutmamalıyız.
Eğer geçmişte yaşanan olaylar için bugün yapılabilecek bir şey varsa örneğin acıları azaltmak için bir şey yapılabilecek ise yapılır. Onun dışında kalan şeyler gösteriden, gösterişten ibarettir. Timsah gözyaşları ile politika yapmaktan ibarettir.
Hiç kuşkusuz ister bireysel olsun ister toplumsal veya örgütsel olsun, yaşanmış olaylar nesnel bir bakış açısıyla değerlendirilirken nedenleri, oluş şekli ve sonuçları incelenecek ve yapılan yanlışlar bir bir sayılacaktır. Bu yanlışlar için mutlaka özeleştiri yapılacaktır. Bu özeleştiri doğrultusunda da yapılması gereken şeylere karar verilip uygulamaya geçilecektir.
Kuşkusuz akıl daraltıcılar anakronizm hastalığından ibaret değildir. Kendimizin veya bağlı olduğumuz topluluğun bizi koşullandırması nedeniyle sahibi olduğumuz duygusallıklar, dogmalar düşüncelerimizi karartmamalıdır.
Olayın bir tarafı biz olduğumuzda da karşı tarafın yaptığının doğru, haklı olabileceğini asla gözden ırak tutmamamız gerekmektedir. Zaman zaman karşı tarafın yerine kendimizi koyup, empati yapıp ben olsam ne yapardım, bu olay nasıl olurdu diye düşünebilmeliyiz.
Kişileri, şeyleri veya olayları akademik bir sorumlulukla üzülmeden, sevinmeden, taraf tutmadan bir hekimin mesleğinin başında içtiği Hipokrat andı doğrultusunda hastasını muayene edip tanı koyarken yaptığı gibi etik ve ahlaki bir anlayışla incelememiz ve nesnel bir sonuca varmamız gerekmektedir.
Saygılarımla…
02.11.2023
Ali Can Polat