UYUTMA YASASI

Fotoğraf açıklaması yok.

UYUTMA YASASI

Başıboş, başıboşluk ve başıbozuk kavramları

Ülkemizin olanca sorunu sıradağlar gibi dururken iktidarın yetkilileri sokaklarda kendi haline dolaşan, rızkını arayan ve hayatta kalmaya çalışan hayvanlara aklını taktılar. Onları topluca zehirlemek, ateşli silahlarla vurmak, yok etmek istiyorlar. Bu işlemin adına utandıklarından mı, korktuklarından mı, nedendir bilinmez zehirleme, öldürme, katliam, soykırım diyemiyor, “uyutma” diyorlar. Biz de ısrarla onlara: Hayvanları “uyutma” yın diyoruz. Onlar uyutuyoruz derken öldürmek, biz ise uyutmayın derken yaşatmak diyoruz.
Yasa hazırlayıcılar ölüm olayını hafife alıyorlar, ölümü bir çocuk oyunu sanıyorlar.

Uyumayı ölüm, ölümü uyuma olarak anlıyorlar. Oysa ikisinin arasında yaşamsal bir fark var, birinde gözlerini açınca o canlı yeniden yaşıyor ikincisinde gözlerini bir daha açamıyor ve yaşayamıyor.
Bu farkı bu görevli, etkili ve yetkili insanlara nasıl anlatmalı?

Dilimizdeki deyimler ve bazı kavramlar çok anlamlı ve güzeldirler. Bazıları bir koca kitaba bedeldir. Kimisi de adeta zehirlidir. Anasının gözü, anasını sattığım, çürük, sürtük, beyaz alkol gibi… Bu deyimler toplumlarda yaşanan deneyimler, doğru yanlış tutum ve davranışlar sonucu oluşmuştur. Bunları kullanırken daha seçici olmalıyız.
Bunlardan başka eli kalem tutanlarımızın, kurulu gücü kullananlarımızın yeni kavram veya sözcük türetme gayretlerine de tanık oluyoruz. İşte onlardan biri “uyutma”. Halkın yıllardır uyutulması yetmiyormuş gibi şimdi de bizim seçip Ankara’ya gönderdiğimiz vekillerimiz “uyutma yasası” çıkarma hazırlığına girişmişler. Aslında uyutma dedikleri alenen öldürme.
Sokak hayvanlarını uyutma yasası olarak tarihe geçecek olan bu yasanın adı da kendisi gibi zehirlidir. “Başıboş” hayvanları da bizi de göz göre göre zehirleyecektir. “Başıboşluğu” önleyeceğiz iddiasında olanlar şiddet kullanma konusunda bir “başıbozuk” luğa açık bir davetiye çıkarmaktadırlar.

Bu yasaya karşı çıkmamız gerekmektedir.

Başıboş sözcüğü dilimizde çok kullanılan ve ‘baş’ ile ‘boşluk’ sözcüklerinin yan yana getirilmesiyle türetilmiş olan bileşik bir sıfattır. TDK sözlüklerine göre birleşik olarak yazılması gerekmektedir. Anlamı: a) bir kimseye, bir şeye bağlı bulunmayan, etki altında kalmayan, denetimsiz, gözetimsiz, baskısız b) önünde hiçbir engel olmayan, serbest c) salıverilmiş, kendi başına bırakılmış, bağından kurtulmuş, d) işsiz kalmış, avare ya da hiçbir amacı bulunmayan aylak olarak açıklanabilir.

Bir şeye veya kişiye başıboş denebilmesi için öncelikle o şeyin veya kişinin hareket etmesi, bir önceki haline göre hareket halinde olması, itici ve yönlendirici bir gücünün olması gerekir. Hareketsiz bir şeyin başıboşluğundan söz etmek zordur.

Hareket eden şeylerin bizim istediğimiz sınırlar dışında olması ise başıboşluktur.
Başıboş deyince başının içinde bir şey olmaması, başının yani kafatasının içine bir şey konulmamış olması anlaşılmamalı. Aksine başıboş kavramı başının bizim istemediğimiz şeylerle dolu olduğu anlamına gelmektedir. Bizim istediğimiz şeyler ise onun kafasına yerleştireceğimiz kurallar daha açık söylemek gerekir ise bizim için önemli olan kural ve yasaklardır. Örneğin başıboş akan bir dere istemeyiz, derenin bizim istediğimiz gibi akmasını isteriz, bunun için “dere ıslah çalışmaları” yaparız veya suyun önüne engeller diker, “HES” ler kurarız. Veya çocuk dersini çalışmayıp haytalık ederse başıboş dolaşma, dersini çalış diye kulağını çekeriz.

Bu açıklamaların dışında düşündüklerimiz, şeylerin veya kişilerin özgürce karar alıp uygulayamaması, bize bağlı kalmasıdır.

Biz insanlar kendimize gelince başına buyruk olmak isteriz de konu başka şeylere veya kişilere gelince onların başına buyruk oluşlarını kabul edemeyiz.
Bu da bizim özgürlük konusunda ne kadar “bencil” olduğumuzu göstermektedir. Ben özgürsem bu güzeldir. Başkası da özgür olacak ise o zaman biraz düşünmem gerekir! Onun özgürlüğünün bana ne yararı olacaktır!

İçinde bu bileşik sıfatın bulunduğu bazı deyimlerimize baktığımızda konu biraz daha açıklığa kavuşmuş olacaktır.

-Baş göz olmak, baş göz etmek deyimleri evlenmek veya evlendirmek yerine kullanılır. Anlamı evlilik bağı ile kişileri bağlamak hareketlerini sınırlamaktır. Eğer bir kimse evli ise özgür olmaması, özgürlüğünü en geç nikâh masasında bırakması gerekmektedir.

– Başı bağlı deyimi de bir işe bağlı bulunan veya nişanlı ya da evli ama özgür olmayan anlamlarına gelmektedir.

– Başıboş dolaşmak, boş boş, aylak aylak, amaçsızca dolaşmak anlamına kullanılıyor.

-Başıboş kalmak karışanı, denetleyeni olmamak anlamındadır. Örneğin “çocuğu başıboş bırakırsan alır başını gider” veya “ kızını, oğlunu boş bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varır veya kaçar” gibi.

-Başıboş bırakmak birinin hiçbir işine karışmamak,  bildiği gibi karar alıp uygulamasına olanak sağlamak anlamına gelmektedir. Çocukları başıboş bırakmak uygun olmaz! Çocuklara yaramazlık yapmayın deriz de yararlı bir şeyler yapmaları için gerekli ortamı onlara hazırlamayı pek düşünmeyiz.

Bu deyimlerimizden de anlaşıldığı gibi insanın bir özgürlüğü var bir de kurallar var. İnsanların bu kurallara uymak uğruna özgürlüklerinden vazgeçmesi hukuk, gelenek, din ve edep-adab kuralları ile yaptırıma bağlanmaktadır. Daha da öncesinde insanın içinde akıl ve vicdan denen bir şeyler var.

Bu yazının amacı insanların kuralsız, kurallara aykırılık halinde yaptırımsız yaşaması değildir. Toplum yaşamı (nomos) kurallardan oluşmaktadır. Sorun bu kuralların neler olacağı ve nasıl uygulanacağıdır. Bütün sorun bu kurallar ile bireyin özgürlüğünün dengede tutulmasıdır.

Bir de dilimizde kullanılmakta olan başıbozuk ve başıbozukluk deyimleri vardır. Bu kavram baş ve bozuk sözcüklerinin birbirlerine ulanmasıyla türetilmiş bir tamlama. Düzensiz, kuralsız anlamlarına gelmektedir. Eskiden, Osmanlı döneminde özellikle 93 harbinde askeri bir eğitim almadan askerin arasına katılan sivil savaşçı, halktan toplanan asker anlamlarına da kullanılmıştır. Bunlar önemli bir kalabalık oluşturduklarında “başıbozuk alayı “ olarak adlandırılmışlar. Bir tür paramiliter güç anlamına gelmektedir.

Başıbozuk alayları ile merkezdeki güç arasında görünen veya görünmeyen karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Gerilla da aşağı yukarı buna benzemektedir. Ancak gerillanın kendi içlerinde bir örgütlülüğü söz konusudur. Başıbozuk olan gruplar genellikle günübirlik istekler ileri sürerlerken düzenli güç ile birlikte ortak bir düşmana karşı savaşan gerillalar savaş sonunda kurulacak olan yeni iktidardan bir pay almak amacındadırlar.

Başıbozukluk kavramı içinde kuralsızlık ve emir-komuta eksikliği göze çarpmaktadır. Bir başın olmaması ve insanların bu başa ve onun öngördüğü amaçlara bağlanmaması söz konusudur. Burada dikkat edilecek olan tek tek kişilerin özgürlükleriyle öngörülen ortak amaçtan taraflara sağlanacak olan yararlar arasındaki dengedir.

Yukarıda örnek olarak aldığımız deyimlerimize dönersek; çocukların henüz uyması veya reddetmesi gereken kuralları tam olarak bilememe ve kendileri için kısa, orta ve uzun vadede önüne çıkan seçenekleri doğru değerlendirememe olasılığına karşı onlara yardımcı olmak doğru bir davranıştır. Aile içinde, okulda ve arkadaşlık ilişkileri içinde eğitim ve öğretimin başlıca amacı da budur. Ancak bu eğitim ve öğretim programının bilime, çevre koşullarına, çağdaş toplumsal kültüre aykırı olmaması gerekmektedir.

Hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçeğe göre çocuk, anne babaların, devletin, herhangi bir dini cemaatin veya benzerlerinin değil kendisinindir. O yaşı küçük olsa da toplumda yetişkinlerle eşit hak ve özgürlüklere sahip bir bireydir. Çocuğu kendi istediğimiz gibi bir insan yapmak bizim için bir hak değil onu yetenek ve becerilerine uygun yetiştirmek ve onun özgürlüğünü elinden almadan bu özgürlüğünü geliştirmek sorumluluğumuz bulunmaktadır.

Başka bir anlatımla anne-babaların, öğretmen ve toplumun çocuklar üzerinde bir “hakkı” değil “sorumluluğu” bulunmaktadır.

Evlilik çağına gelmiş gençler için ‘başıboş bırakırsan davulcuya, zurnacıya varır’ deyimi ise hem çocuğun kimliğini, kişiliğini, özgürlüğünü yok sayma ve hem de eşini ve kendisini, davul-zurna işini hor görme, aşağılama anlamına gelir ki; kabulü mümkün değildir. Yapılması gereken nesnel koşulları çocuğun, gencin özgürlüğünü koruyarak eleştirmek ama kararı gencin kendisine bırakmaktır.

Bu yazının yazılmasına etkili olan nedenlerden bir tanesi de yerleşim yerlerinde başıboş, sahipsiz dolaşan kedi, köpek ve benzeri hayvanlar hakkında uyutma-öldürme yasası hazırlıklarıdır. Cumhurbaşkanının emir ve talimatları doğrultusunda iktidar partisi kurmayları böyle bir hazırlık yapmaktadırlar.

Yasa hazırlığı yapanlar işe kent sokaklarında dolaşan hayvanları başıboş, başıbozuk nitelemesi yaparak başlamaktadır. İktidar, özgürlüğü, başıboşluğu uygun bulmamakta, onları kendi kuralları ile ortadan kaldırmak istemektedir. Oysa yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi yok ederek değil onların varlıklarını ve özgürlüklerini koruyarak bir çözüm üretilmesi gerekmektedir.

Gerekçe olarak a) maliyetinin yüksek olması, b) ilgili bakanlıklar ve belediyeler arasındaki koordinasyon sorunu oluşu, d) barınak yetersizliği e) kısırlaştırma ile sokak köpeklerinin popülasyonunun azaltılmasının yıllar alacağı, f) kısırlaştırılsalar bile saldırganlık sorunun çözülemeyeceği düşünceleri savunulmaktadırlar.

Sokak köpeklerinin “hayati tehlike” oluşturduğu ve konunun “toplum sağlığı” sorununa dönüşmeden böyle bir önlem alınmasının zorunlu olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır.
Görünüşte hayati tehlike, toplum sağlığı gibi pırıltılı sözler söyleniyor, yazılıyor ama geride acı bir ölüm olayı var.
Halen TBMM komisyonlarında bulunan teklifin meclis tatile girmeden yasalaşmasına çalışılmaktadır.

Buna göre öncelikle belediyelerin barınaklarındaki köpeklerin fotoğrafları çekilerek, internet sitelerinde sahiplendirme ilanı yayınlanacak.30 gün boyunca sahiplenilmeyen köpekler, iğne ile ilaç verilerek uyutulacak.

Uyutulan köpeklerden boşalan barınaklara alınacak yeni hayvanlar için de aynı süreçler işletilecek.

“Başıboş” olarak dolaşan kedi ve köpeklerle, benzeri hayvanların öngörülen süre içinde sahiplenecek birisinin çıkmaması halinde kibarca uyutulacak daha açık bir sözle katledilecekler.

Hiç kuşkusuz daha eskileri de vardır ama antik Mısırdan günümüze, kediler köpekler ve diğer hayvanlar insan toplulukları ile birlikte, bir arada ve simbiyotik bir ilişki içinde yaşamaktaydılar.

İstanbul’da, Adalarda bilindiği gibi atlar vardı bunlar faytonları çekerlerdi. Alınan bir karar ile onlar yok oldular.

İnsanlar atları önce doğanın içinden çıkarıp aldılar. Onları döve döve ehlileştirdiler. İnsanlar atların sırtına bindiler uzakları yakın ettiler. İnsanlar atlara yük taşıttılar. Onlara bir avuç arpa, bolca saman ve bir kova da su verdiler, onları kandırdılar.

Onları yarıştırdılar, dövüştürdüler, savaşlara sürdüler. Onlar adına türküler düzdüler, sever gibi yaptılar, onları hep hor gördüler.

Gel zaman git zaman insanlar motorlu motorsuz arabalar yaptılar, atlara gereksinimleri bitti. Kimileri daha da kötü çıktı. Onlara kötü davrandı. Sonuçta atların yaşama alanları da yaşama hakları da ellerinden alındı.

Atlar artık fayton çekmiyorlar, bundan kurtuldular ama varlıkları da tümüyle yok oldu. Atlar gitti, kavga bitti. Elektrikli ulaşım araçları geldi.

Oysa atlar ve faytonlar devam edebilirdi. Fayton sürücüleri, atların çalışma, beslenme sağlık ve barınma koşulları sıkıca denetleyebilirdi. Ama öyle olmadı, atları tümüyle ortadan kaldırdık. Bu duruma kimileri ah yazık kurtuldular derken bir başka kısmı artık modern İstanbul’umuza ve başka kentlerimize ilkel faytonlar yerine modern elektrikli araçlar yakışır demektedirler. Hatta atların pisliklerinden da kurtulduk diye sevinçlerini ifade ediyorlar. Ne var ki; bu karar ve uygulamalar sonrasında bizi izleyen kuşaklar dinozorlar gibi atları da müzelerde içi doldurulmuş olarak seyredeceklerdir. Çocuklarımıza elimize aldığımız bir ansiklopedide, işte bu gördüğün attır diye anlatmaya çalışacağız.

Kediler köpekler de aynı kaderi paylaşmak zorunda bırakılıyor.

Eskiden köpek koyunları kurtlardan korurdu.

Eskiden kediler de evlerdeki yiyecek, içecekleri farelerden koruyorlardı.

İnsanlar kediye köpeğe gerek yok, fareye ilaç kurtlara kapan, çevreye kamera yerleştiririz, onlardan kurtuluruz, kurtları yok ederiz olur biter dediler.

Biz kedi köpek istemiyoruz, hepsini öldürelim dediler. Yasalar hazırlamaya başladılar. Ölüm yasaları…

Bir de ikiyüzlülükle biz hayvanları çok severiz yaygarası yapmaya başladılar.

Aslında sevdikleri pet oyuncaklar…

Gönülleri geçince oyuncakları fırlatıp attılar, atıyorlar.

Bu pet oyuncaklardan vazgeçilmesi zamanı geldi. Onlara ölmeyecek kadar yiyecek verip özgürlüklerini ellerinden aldığımızın farkına varalım. Unutmayalım, bizler efendi değiliz, onları da köle yapmaya kalkışmayalım.

Toplumsal hayat ve üretim-tüketim ilişkileri başkalaşınca birçok canlının soyu da kurumak tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

Atların, kedilerin köpeklerin ve diğerlerinin yaşamasını gerçekten istiyorsak, hayatı bizim dışımızdaki canlı ve cansız varlıklarla adil bir şekilde paylaşmak istiyorsak öncelikle benmerkezci anlayışlardan uzaklaşmamız gerekiyor. İnsan soyunun dünyanın sahibi, efendisi değil sadece bir parçası olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Aşırı hırs ve kibirden uzaklaşmamız gerekiyor.

Aşırı betonlaşmadan, kırsal hayatı yok etmekten kaçınmamız gerekiyor. Tüm canlılara ve cansız varlıklara saygılı olmamız, onların var olma ve yaşama haklarını, yaşama ortamlarını kendilerine vermemiz gerekiyor.

Doğanın dengesini, yaşam döngüsünü anlamak ve ona saygı duymak zorundayız.

Doğa ile kavga eden kazandığını zanneder ama kaybeder. Doğanın dilini öğrenecek ve onunla uyum içinde yaşayacağız.

Doğada arı ve çiçek yılanla fare kedi ve diğerleri dengede olmadığı zaman sorun çıkmaktadır. İnsan soyunun uygarlaşma süreci bu dengeyi sürekli bozma eğilimindedir. Arı çiçeğe, çiçek meyveye, meyve etçil ve otçul hayvanlara besin kaynağı oluşturmaktadır. Kedileri öldürürsek köyleri, kentleri fareler basar. Dere yatağına ev yaparsak sel alır götürür. Sivrisinekleri yok edersek onunla beslenen binlerce kuş ötmez, ötemez olur. Biz yine teknolojinin gücüyle kendimizi sivrisinekten koruruz, harika cibinlikler yaparız dersek kendimizi kandırırız.

Biz evimizde, sitemizde futbol sahaları gibi yemyeşil, serilmiş bir halı gibi çimler istiyoruz. Bağımızda, bahçemizde yanlış gübreleme, yanlış sulama ve yanlış ilaçlamalar yapıyoruz. Sonuçta kendi meyvemiz sebzemiz verimsiz olduğu gibi komşu bahçe ve tarlalara da aynı hastalıkları bulaştırıyoruz.

Eğer bir canlı türü yok olursa bir başkası türer. Bu yeni canlı türüne karşı bizim vücudumuzun immün sistemi çaresiz kalır. Tıbbın çaresiz kaldığı yepyeni virütik hastalıklar bu gözle değerlendirilmelidir. COVID-19 salgını toplumun hala belleğindedir. Doğanın dengesiyle oynamaya gelmiyor. Fosil yakıtların sınırsız kullanımı, sera gazları, iklim değişiklikleri, buzulların erimesi gibi yaşamsal sorunlar hepimiz için önemli uyarılardır.

İnsanlık tarihi erdemli insan yaratma üzerine kurulmuştur dersek pek de yanlış bir şey söylemiş olmayız. Erdemin en önemli bileşenlerinden bir tanesi de yapılan bir iyiliğe karşı nankörlük etmemek vefalı olmaktır.

İnsan çeşitli yollarla evcilleştirdiği canlı türlerine karşı başta sessiz bir sözleşme yapmıştır. İnsan o canlının yaşamını kolaylaştıracak, o canlı da insana bazı işler yapacak yaşamının niteliğini yükseltecektir. İnsan verdiği bu sözü unutmamalı, nankörlük yapmamalıdır. Kendi dışındaki canlılara da yaşam hakkı tanımalı ve yaşama alanı sağlamalıdır.

Yasa teklifinde de sokaklarda kendi halinde dolaşan hayvanlar için “başıboş” tanımlaması yapılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki; bu hayvanların hiçbiri kendi güvenlikleri riske girmediği sürece tehlikeli değildirler. En çok korkulan hayvanlardan bir tanesi yarasalardır. Yarasaların insan kanı emdiği yalanı toplumda yayılmıştır. Dünyada 18-20 cins yarasa olduğu bunlardan Şili kırsalında yaşayan bir tanesinin kendisini savunmak amacıyla insanı da ısırabildiği zoologlarca ifade edilmektedir.

Evcilleştirdiğimiz bu hayvanlar neolitik dönem öncesi doğanın içinde yaşıyorlar ve kendi yiyeceklerini kendileri doğadan karşılıyorlardı. Popülasyonları da doğa içinde kendiliğinden dengeleniyordu. Aşırı artma ya da azalma olmuyordu. İnsan tarım devrimiyle birlikte bu hayvanları doğadan kopardı, evcilleştirdi onları kendi işinde, döverek-severek kullandı. Onların karınlarını doyurdu ama esareti de onlara reva gördü. Şimdi ise artık size gereksinimimiz yok, sizleri öldüreceğiz diyor.

Bu hayvanların gidecekleri ve başka yırtıcı hayvanlardan ve doğa koşullarından dolayı sığınacakları bir yerleri, barınakları yoktur. Eskiden vardı şimdi ise yok, ellerinden biz aldık. Yersiz yurtsuz bıraktık. Bu hayvanların doğada bir başlarına avlanma, yiyeceklerini sağlama bilgi ve becerileri vardı, şimdi yok. Neyin kendileri için zararlı, tehlikeli olduğunu da unuttular. Bugün birçok kedinin fareyi görünce kaçtığına tanık olunmaktadır. Zorunlu olarak bu hayvanları evsel atıklarını konduğu yerler civarında dolaşmaktadırlar. Bodrumda yaban domuzları gece olunca sitelere hücum edip karınlarını doyurmak istiyorlar. Domuzlar sitelerimize âşık oldukları için değil ormanları yakıp onları yurtsuz bıraktığımız için geliyorlar.

On binlerce yıldır onları önlerine konulanı yemeye alıştırdık, avlanma yeteneklerini yok ettik. Kendi hallerine bıraktığımız anda sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Genlerindeki yazılım bile değişmiş olmalıdır. Bu değişim onların çene ve pençe yapılarını da değiştirdi. Uygunsuz çiftleşmelerle onlardan ev koşullarında yaşayan, bizim paşa gönüllerimizi eğlendiren ama kendi türünün maskaraları olan canlılar yarattık. Onların ölmesine bile izin vermedik. Bunların rehabilite edilmesi de bir insanlık borcu olarak düşünülmelidir. Bu hayvanların sokaklarda aylak aylak başıboş, boş kafa dolaştıklarını düşünmeyelim. Bu hayvanlar açlıklarını giderebilmek için akla gelen gelmeyen her şeyi yapmaktadırlar.

Sokaklarda sahipsiz dolaşan hayvanların kendilerini tehdit eden başka yırtıcılar olmaması nedeniyle ve az da olsa çöplüklerden ve hayvan sever dostlarından sağladıkları yiyeceklerle karınlarını doyurabildiklerinden popülasyonu azalmamakta, hızlı bir şekilde artmaktadır. Kentsel yaşamda bunların trafikten tutun çıkardıkları gürültüye kadar bir dizi sorunlar yarattıkları da bir gerçektir.

Bu sorunlar yalnız ülkemizin değil gelişmekte olan tüm ülkelerin de bir sorunudur.

Çözüm bu hayvanların önceki yaşam ortamlarının yok edilmemesidir. Tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi için genel bütçeden pay ayrılmalıdır. Tarım ve hayvancılığın bugün içine düştüğü kötü durumdan çıkması sağlanmalıdır. Köylerden kentlere plansız programsız göçlerin önüne geçilmelidir. Başka bir anlatımla bu hayvanların kentlerden çok köy yaşantısında varlıklarını sürdürmeleri sağlanmalıdır. Böylece insan ile bu hayvanlar arasında yukarıda sözünü ettiğimiz sözleşme yeniden işlerlik kazanacaktır.

Hayvanları uyutmak, öldürmek, onlara eziyet etmek uygar olduğunu söylediğimiz dünyamızda bir vahşettir, gaddarlıktır, acımasızlıktır.

Canlıların yaşama haklarına aykırıdır.  Bu konuda hazırlanan yasa hemen teklifi geri çekilmelidir.

Öncelikle hayvanlar için kullandığımız sıfatları gözden geçirmeliyiz. Niçin tilki kurnaz, kedi nankör, koyun uysal, karga aptal olsun? Domuzun ne günahı var? Yılandan niçin korkarız, ejderha deyince neden ödümüz patlar? Kafamızın arka tarafında yazılı duran yanlış arketiplerle yüzleşme zamanı artık geldi.

Hindistan’da hiç kimse yılandan korkmuyor. Âdem, Havva, Yılan, Şeytan tiplerini mitolojinin sarı sayfalarına artık bırakalım.

Çin’de ejderha geleneksel olarak, merhameti ve ihtişamı ve kudreti simgeliyor. Ayrıca özel olarak da suyu, yağışı, fırtına ve seli yönetmek gücüne sahip kabul ediliyor. Çin’de her yıl ejderha festivalleri yapılıyor.

Çevremizi dolduran cansız tüm varlıklar ve hayvan-bitki tüm canlılar hepimiz birlikte bir bütünü oluşturuyoruz. Bu büyük zincirin bir halkası giderse zincirin hepsi gider. Kırılan tespihin tanelerini bir daha toplayıp eski haline getiremeyiz.

Bu hayvanları kısırlaştırmak ve bu yolla sayılarını kontrol altında tutmak en geçerli ve en doğru yollardan biridir.

Var olan hayvanların sağlıklı barınaklarda olmaları sağlanmalıdır. Bu barınak ve barınaklarda bulunan hayvanları beslemek, onların sağlık kontrollerini yapmak toplumsal bir görev olarak kabul edilmelidir. Bunlar için harcanacak parayı gözde büyütmek en hafif deyimle ayıptır.

Yabancı ülkelerden hayvan getirilmesi, dışalımı ve satımı yasaklanmalıdır. Hayvanların eski köle ticaretini anımsatacak şekilde alınıp satılması övünülecek değil utanılacak bir durumdur.
Alım satıma konu edilen şeylerin kişiliği ve özgürlüğü olmaz ama ona sahip olduğumuz an bir ad vermeyi ihmal etmeyiz, sözüm ona onları çok severiz. Bizim sevgimiz satın alırken ödediğimiz paradır. Bu paranın hayvan borsasındaki değeridir. Hiç kimse kusura bakmasın ve içinde büyüttükleri “hayvan sevgilerini” bir kez daha kontrol etsinler.
Evcil hayvan alım satımı yapan petshoplar derhal kapatılmalıdır. Bu hayvanlar doğal ortamlarında olmadığı için kendi soyunun yaşaması gereken yaşantıyı sürdürememektedirler.

Zamanında heves edip biz de bir kez kanarya (cingöz) ve bir kez de muhabbet kuşu (cankuş) aldık, büyüttük. Gözlerini bizim evde açtılar diyebilirim. Bizimle yattılar, bizimle kalktılar. Kafes onların akşamdan akşama uyudukları yer oldu. Bizimle aynı şeyleri yer içer oldular. Ayı ayrı zamanlarda onlar biraz insanlaştı, biz de biraz kuşlaştık. Onların da bizim de davranışlarımız birbirine uyumlu hale geldi. Muhabbet kuşu görenleri şaşırtacak kadar çok konuşuyordu. Birlikte türkü bile söylüyorduk.
Herhangi bir nedenle evden kaçarsa diye birilerinin bizi bulabilmeleri için telefon numaramızı öğrettik.
Kuş son derece keyifli yaşarken aynanın önüne geçip yiyeceğini görüntüsüne ikram eder gibi hareketler yapmaya başladı. Biz önce hastalandı sandık. Veterinere koştuk, durumu anlattık. Merak etmeyin dedi. O artık yetişkin bir erkek, kendisine eş arıyor dedi. Günlerce, bizim oğlana kız aradık. Sağlıklı olsun, güzel olsun diye kılı kırk yardık. Sonunda bu nitelikleri taşıyan bir dişi kuş bulduk. Eve getirdik onun da kafesinin kapısını açtık. Kız da sanki kıtlıktan çıkmış gibi bizim oğlanın peşine düştü. Bizimki ciyak ciyak bağırıyor, ondan kaçıyor ama öteki durmuyor, kovalıyor, salonun bir ucundan bir ucuna pır pır… Sonunda bizim cankuş çareyi kafesine girmekte buldu. Dişi kuş da peşinden kafese daldı, bizimkini gagalamaya başladı. Bizimki bağırmıyor adeta ağlıyordu. Kafesin içine elimi soktum dişiyi yakaladım. Kendi kafesine kapattım. Kafesi de bir alt kata götürüp bıraktım. Zavallı cankşun yüreği hala küt küt çarpıyordu. Biraz sevdik, okşadık bir gün sonra ancak kendine gelebildi.

Bu özel anıyı anlatmamın nedeni, bu hayvanların doğal ortamlarında yaşamadıklarından davranışları da doğal olmuyor. Örneğin bu kuşlar yaşadıkları evin balkonuna çıksa içeriye girmesini beceremezler. Apartman yaşantısında bütün pencereler birbirinin aynısı. Zavallı kuş hangi cama, hangi kapıya gitsin de burası benim yurdum, yuvam desin. Onun gibi bizim oğlan da dişi bir kuşun yaklaşımını yaşamına çok büyük bir tehdit gibi algıladı.

Bizim kuş soyunun ortalamasına uygun süre kadar yaşadı ve sonra onu kaybettik. Evimizden bir kişi eksilmiş gibi üzüldük. Ona bir mezar bile yaptık.

Değerli okur, bunca sevgiye ilgiye onunla bu kadar içtenliğimize, senli benli oluşumuza karşın biz ona gençliğini, gençliğinin güzelliğini yaşatamadık. Onun bir sevgilisi olmadı, onun oğlu kızı olmadı, olamadı.

Cankuş gittikten sonra bir kez daha böyle bir yanlış yapmamaya, gülü dalında kuşları doğanın içinde gözlerimizle sevmeye karar verdik.

“Uyutma Yasası”, düşündükçe kan tepeme çıkıyor…

05.06.2024
Ali Can Polat

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.