MERKANTİLİZM/ LE MERCANTILISME

 

MERKANTİLİZM/ LE MERCANTILISME

Merkantilizm (Le mercantalisme) sözcüğün anlamını Larousse de Poche Fransızca olarak şu şekilde açıklıyor. Le mercantilisme: Esprit commercial étroit et âpre au gain. Bu açıklamayı dilimize, merkantilizm: Dar görüşlü, açgözlü, kâr hırslısı ticari zihniyet olarak çevirebiliriz. Aynı Fransızlar XIV. Lui döneminde Maliye bakanı Jean Baptiste Colbert’tin adını da kullanarak “Colbertizm” i / Merkantilizmi resmi ekonomi politikası yapmıştır. Ne ilginçtir ki merkantilizme karşı en ateşli savaşı da yine Fransız burjuvaları 1789’ larda vermişlerdir. Avusturya ve Almanya ise hazine odası anlamındaki “Kammer” sözcüğünü esas alarak merkantilizmi, Kammeralizm olarak adlandırmışlardır. İspanyollar ise bu konuda en gerçekçi olan bir halktır. Bullion/ külçe sözcüğünden türettikleri “Bulyonizm”/ Külçecilik (Bullionism)  adını kullanmışlar. Niçin “en” gerçekçi olduklarını aşağıda açıklarız.

Merkantilizm 16. yüzyılda Batı Avrupa’da doğmuş bir ekonomi kuramıdır. Terimin karşılığına Türkçe “Ticaretcilik” denebilir. Merkantilizm güçlü bir ekonomi için dışsatımı en üst düzeye çıkarmayı ve dışalımı da en aza indirmeyi tasarlayan bir ekonomi politikasıdır. Onlara göre, toplumun gelişmişliği, anaparanın çokluğu ile doğru orantılıdır. Küresel ticaretin toplam büyüklüğü hep aynıdır, değişmez. Ve yine onlara göre, ekonomik varsıllık bir devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş miktarı veya diğer ticari değerlerle ölçülür. Yani cebinde, kasanda ne kadar çok altının varsa o kadar çok varsılsınız, güçlüsünüz demektir.

Merkantilizm kuramı Feodal Orta Çağ sonlarında, henüz Sanayi Devriminin başlamadığı bir ara dönemde ortaya çıkmıştır. Kabaca 1500-1800 tarihleri arasında gözde bir kuram olabilmiştir. Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuştur, gelişmiştir ve orada da sona ermiştir. Bu sistemde ekonominin en önemli alanı, sektörü ticarettir.

Sözcüğün etimolojisine inip köklerini araştırdığımızda Latince mercari, yani satmak eylemi ile karşılaşıyoruz. Yine bu dilde alınıp satılan şeye de yani mal veya metaya da merc/ eşya, merx/mal dendiğini görüyoruz. Bu alım satımın yapıldığı yere de mercatus adı veriliyor. Yunanca da alışverişlerin yapıldığı yerin adı αγορά /agorá ‘dır. Pazarcı karşılığı olan sözcük Latincede mercator’dur. İspanyol ve Portekizliler pazar yerine mercado sözcüğünü kullanıyorlar. Latin Amerika’da Banco di Mercado adıyla kurulmuş ve hala çalışmalarını sürdüren bankalar bulunmaktadır. Arjantin’de, Buenos Aires sebze halinin kapısında büyük harflerle mercado sözcüklerini okuyabiliriz. Fransızlar çok kez marchée sözünü kullanıyorlar. Örneğin bon marché/ ucuzluk pazarı gibi… Sözcük İngilizceye market olarak geçmiş, daha sonra da onlar bundan marketing/ pazarlama sözcüğünü türetmişlerdir. Süpermarket de dilimize İngilizceden konuk olmuştur. Ama her nasılsa AVM onun önüne geçmeyi başardı.
Söz sözü çağrıştırıyor daha fazla dallandırmayalım ama teşekkür etme anlamında kullanılan Fransızca (Dieu Merci ) nin kısaltılmışı olan merci /teşekkür sözünün kaynağının da Latince merces, merced/ rahmet, bereket sözcükleri olduğunu not edelim.  

Artık bu bilgilerden mercantile adj./sıfatına gelebiliriz. Fransızca mercantile sözcüğü, commercial/ ticaret. Qui a la passion du gain/kazanma tutkusu, kazanma hırsı olan kişi anlamına gelmektedir. İnsan bunları yazıp okurken Fransızların bu ticaret işine kafayı fazla taktıklarını düşünüyor. Bir yandan liberalizm diye ortaya çıkacaksın öte yandan ticarette kazanmayı tutku olarak niteleyeceksin! Hayli ilginç. İngilizce-Türkçe Redhouse Sözlüğü’ nde böyle militan bir tanımlama ile karşılaşmıyoruz. Merkantil sözcüğünü böylece açıkladıktan sonra merkantilizmi de bu tutkunun kuramsallaştırılmış şekli diye tanımlayabiliriz.

Şimdi biraz gerilere gidelim. 711 yılında, Kuzey Afrika’dan Cebel i Tarık’a gelen ve geldikleri gemileri de yakan Tarık Bin Ziyad komutasındaki 7000 kişilik askeri bir güç İslam adına fetihlere girişmiş ve yalnızca 7 yıl içinde koca yarımadanın çok büyük bir bölümünü ele geçirmişlerdir.  Sonra bu yerlerde adı Endülüs olarak tarihe yazılan bir uygarlık kurmuşlardır. Katolik İspanyollar bunu içlerine sindirememişler ve fırsatını buldukları her an İslam dünyası ile savaşlara girişmişlerdir. Ne var ki; ardı ardına gelen Haçlı Seferleri ekonomiyi daha da zora sokuyordu. Gel zaman git zaman bu ölümüne kavgada Hispanikler Araplara üstün gelmeye başladılar. Valencia, Sevilla, Cordoba derken 1492 yılında da Granada İspanyollara geçti. Kastilya kraliçesi İsabel ile Aragon kralı Fernando 7 yılda kaybettikleri topraklarına 7 asır sonra kavuşuyorlardı.

Kutsal savaş devam ediyordu 1492 yılında Müslümanlardan sonra Yahudiler de hışma uğradılar. Hepsi ülke dışına sürüldüler.

Osman bey ile başlayan küçük Türk devleti 1453 yılında İstanbul’un fethi ve Bizans’ın yıkılışı ile kocaman bir imparatorluk haline gelmişti. Akdeniz adeta bir Osmanlı gölü olmaya başlamıştı. Böyle olunca Hindistan ile Avrupa arasındaki İpekyolu/Baharat yolu kontrolden çıkıyor, devletin gelirleri azaldıkça azalıyordu.
Müslümanlarla yapılan dolaylı savaşlar da devlet hazinesini iyice boşaltmıştı.  Müslümanların ve ardından Yahudilerin ülkeden ayrılışları ticari ve manifakturel yaşamı zora sokmuştu. Topraklar bile işlenemiyordu. Halk yoksuldu. Feodal beyler halka aman vermiyorlardı. Bütün bunlara karşın devlet çözümü haç ve kılıç bileşkesinde arıyordu. 

İşte böyle bir ortamda Kristof Kolomb (1451-1506)  adında İtalyan, Cenovalı bir denizci Kastilya kraliçesi I. İsabel’in karşısına çıkıyor. Kolomb, kendi kendini eğitmiş, tarih, coğrafya ve astronomi konularında çok önemli bilgiler edinmiş bir denizci kaptandır. Baharat ticaretinin kazançlı olacağını düşünerek sürekli batıya gidip Doğu Hint Adaları’na ulaşılabileceğini öngörmüş ve bunun için bir yol planı hazırlamıştır. Kraliçe kendisine sunulan bu öneriyi kabul ediyor ve elinde avucunda kalanlarla Kolomb’a finansör oluyor. Söylendiğine göre Medici’ lerden de bir miktar borç alıyor. Kolomb ilki 1492 tarihinde olmak üzere batıya dört önemli sefer yapıyor. Antillerde karşılaştığı coğrafyanın güzelliği ve el değmemişliği ağzını açık bırakıyor. Emrinde bulunan tayfa cennete geldik diye bağırıyorlardı. Yerli halkın saflığı ve temizliği, bu zenginlikler konusunda kendisinin ve adamlarının iştihalarını kabartıyordu. Daha fazla ayrıntıya gerek yok ama şu iki adı akılda tutmak gerekiyor.
Meksika’da Azteklerin, Mayaların soyuna kibrit suyu döken Hernán Cortés (1485-1547) ve yine Peru, Bolivya halklarını, İnka uygarlığını yok eden Francisco Pizarro (1471- 1541)

Konumuz merkantilizm olunca diğer konuları bir yana itip şimdi hızlıca Bolivya’nın Potosi kasabasına gidelim.
Hernán Cortés 1519 yılında Aztek hükümdarı Montezuma’ nın dillere destan olan hazinesinin üzerine oturdu.
Bundan 15 yıl sonra da Francisco Pizarro Inka kralı Atahualpa’yı boğdurmadan önce fidye olarak eline geçirdiği ama sözünü tutmadığı koca bir oda dolusu altın ile bunun iki katı büyüklükte gümüşü yağmalayıp Sevilla’ya göndermişti. Bu zenginlikler İspanyol asilzadelerinin gözlerini kamaştırıyor, hırslarını tutuşturuyordu. Atahualpa’nın yağmalanan hazinesinin büyüklüğü için fidye olarak alınan yalnızca gümüş ve altının ağırlığını söylemek yeterlidir. Sıkı duralım, o tarihte 5 bin ton saf gümüş ve 1.326.000 “çil” altın.

Meksika’da ve And Dağlarında çok büyük altın ve gümüş yatakları vardı.
Bir rastlantı sonucu Potosi denen küçük bir kasabada gümüş madeni bulunduğu öğrenildi.
Potosi o tarihlerde birkaç bin nüfuslu küçük bir yerleşim yeriydi. Gümüşe hücum nüfusu bir anda inanılması zor sayılara yükseltti. Yerli halk bu madenlerde zorla ve karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Yerli halk yetmeyince Afrika’dan on binlerce köle getirildi. Kırbaçlar altında ilkel yollarla gümüş madeni, taşların ve toprağın arasından ayrıştırılıyor, eleklerden geçiriliyor, yıkanıyor ve İspanyaya gönderilmek üzere eritilip külçeler haline getiriliyordu. 

Yerli halk ve Afrika’dan köle olarak getirilenler aç, çaresiz ve yaşamak için her şeye muhtaçtı. Çok zor koşullarda çalışıyorlardı. Bir yandan sağlıksız iş ve yaşama koşulları ayrıca Avrupalıların bulaştırdığı çiçek ve başkaca, o güne kadar bilmedikleri hastalıklar çok erken yaşta ölümlerine neden oluyordu. İş kazaları ve meslek hastalıkları da ayrı bir dertti. Tüm bu koşullara karşın yerliler ve Afrika’dan getirilen köleler insandan sayılmıyorlardı. Hiçbir özgürlükleri yoktu. Onlar eşyadan farksızdılar, alınıp satılıyorlardı. Kurtuluşu ölümde ve kendilerini yahut çocuklarını öldürmekte buluyorlardı.

Latin Amerikalı yazar Eduardo Galeano’nın “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” adlı muhteşem eserinde ve diğer eserlerinde belirttiği gibi İspanyollar altına ve gümüşe aç domuzlar gibi saldırıyorlardı.
Potosi büyüdükçe büyüyordu. İspanya’nın değişik yerlerinden ve daha sonra Avrupa’nın diğer yerlerinden gelen ve gözleri altın ve gümüşten başka bir şey görmeyen açgözlüler kazançlarını nasıl değerlendireceklerini bilemiyorlardı. Barok ve rokoko tarzı katedraller, manastırlar, kendileri için malikâneler, saraylar…
Yine Galeano’nun anlatımına göre Büyük İskender’in Pers hazinelerini Helen dünyasına kazandırdıkları ile karşılaştırılamayacak büyüklükte zenginlikler. ( Bkn : BNGV-Kavram Mutfağı, Parsayı Toplamak adlı yazı)

Potosi deniz yüzeyinden 4090 metre yüksekte bir yerleşim yeri. Gümüş kokusunu alan İspanyollar1545 yılında buraya akın edip bir kent kuruyorlar. Başlangıçta küçücük bir kasaba olan Potosi’ nin 1650’li yıllara gelince nüfusu 160 bini aşıyor. O yıllarda Sevilla, Roma, Paris ve Londra’nın nüfusundan daha kalabalık. Henüz New York adında bir kent henüz yok. İstanbul’un o tarihlerdeki nüfusu 100 binin altında.
Sudan ucuz insan emeği ve küçük bir maliyetle çıkarılan gümüşün getirdiği zenginlik kentte yaşamı tümüyle değiştirmiştir. Avrupa’ya gönderilen gümüş akıllara durgunluk verecek bir sefahat olarak Potosi’ye geri dönüyordu. Dönemin sanat anlayışına uygun tarzda yapılan katedral ve manastırlar bir yanda askeri birliklerin kalacağı ve çalışacağı garnizonlar bir bakıma görkem ve şatafatın, debdebenin göstergeleri gibiydiler. Kentte eğlence hayatı sınır tanımıyordu. Varsıl düğünleri günlerce sürüyor ve konuklar lüks içinde yaşatılıyordu. Zenginler tüketim çılgınlığında birbirleriyle kıyasıya bir yarış içindeydiler.

Gümüş külçeler halinde İspanyaya gönderiliyor orada da Potosi’ ye benzer ve hatta ondan daha da çok lüks saray ve şatoların yapımına harcanıyordu. Ülkede tarım ve hayvancılık geriliyordu. Toprak sahiplerinin ve gümüş varsıllarının gereksinim duydukları her türlü sanayi ürünü Avrupa’nın diğer ülkelerinden getiriliyordu. Venedik’ten Murano kristalleri, Bavyera’dan porselenler, Belçika’dan ince oya işleri, Çarlık Rusya’sından kürkler, Hollanda’dan peynir ve daha birçok şeyler, hepsi gümüş ile takas ediliyordu. Hatta bir keresinde bir zengin ben kölelerime bile kürk giydiriyorum diye övünür olmuş, Rus Çarlığını küçümsemiştir. 

İspanya yeni kıta Amerika’dan talan ettiği gümüşü İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelere hovardaca dağıtmış, inşaat üzerine inşaat yaptırmış ama o ülkeler bu nakit sermayeyi sanayi için, bilim ve teknoloji için kullanmış ve yeni bir çağı başlatmışlardır.

Yine Eduardo Galeano’nun deyimiyle İspanya inekti ama sütünü başkaları sağıyordu. Evet, bu gerçeğe karşın İspanyollar kendilerini boğa gibi güçlü sanıyorlardı. Boğalarla arenalarda güreş yapıyorlardı. Deyim yerindeyse merkantilist bir anlayışla sahip oldukları değerli madenlere karşın çağın ilerleyişine ayak uyduramayıp yoksullaşıyorlardı.

Adeta,  İspanyolları Inka soyunun, Atahualpa’nın ahı tutmuştu. İspanyollara merkantilist anlayış yarar yerine zarar getirmişti. Endülüs Uygarlığının sağladığı bilimsel, kültürel birikimi değerlendirmek ve ileriye götürmek yerine yabancılarla kavga ederek, onları kovarak, altın ve gümüş gibi değerli madenleri değerlendiremeyip taşa toprağa gömerek sanayileşme devrimini ıskalamışlardır.  

Gelelim güzelim ülkemize, Türkiye’mize; ülkemiz yerüstü zenginlikleri kadar yeraltı zenginliklerine de sahip bir coğrafyada bulunuyor. Flora ve fauna yönünden en zengin ülkeler arasında yer alıyoruz. Potosi kadar gümüşümüz, Güney Afrika Cumhuriyeti kadar elmas ve altınımız yok ama kendimize yetecek kadar başkaca zenginliklerimiz bulunmaktadır. Sorun bu kaynakları en akılcı, en verimli ve doğanın dokusunu en az bozacak şekilde işletebilmektir. Sorun bu kaynakları yerli ve yabancı yatırımcıların talan etmesine engel olabilmektir. Bu kaynaklardan elde edilecek varsıllığın toplum yararına, toplumun çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için bilim ve teknolojinin gösterdiği yollarda kullanabilmektir.

Ülkemizde madenlerin ekonomik düzeyde büyük çaplarda işletilebilmesi için ilk yasal düzenlemeler 1850’li yıllardan sonra başlamıştır. O yıllardan başlayarak yabancı sermayeye gereksinim duyulmuş ve işletme hakları yabancılara verilmiştir. İlk işletmeler Zonguldak bölgemizde kömür çıkarılması için Havza-i Fahmiye adıyla kurulmuş ve Fransızlara bırakılmıştır. Cumhuriyetle birlikte madenlerimiz kamu işletmeleri aracılığı ile çalıştırılmıştır. 24 Ocak kararları ve devamında küreselci, neoliberal politikalar uygulamaya konulmuş ve özelleştirme furyası başlatılmıştır. Özellikle 2000’li yıllarda madenlerimiz çoğunlukla yabancı ortaklıklara bırakılmıştır.

Kaz Dağlarında, Artvin’de ve son olarak da Erzincan İliç’te altın madeni işletmeciliği Kanada-ABD ortaklığı aracılığı ile yapılmaya başlanmıştır. Bilindiği gibi İliç’te yaşanan Maden Faciasında dokuz işçimizi milyonlarca tonluk toprak ve işletme atıklarının kayması sonucunda yitirdik. Bu yazının yazıldığı tarihe göre bir aydan uzun bir süre geçmesine karşın bu dokuz işçi bulunamadığı gibi toprak ve atik yığını altından cesetlerine dahi ulaşılamamıştır.

Bilindiği gibi her firma ortaya koyduğu anaparanın o ekonomik faaliyet sonrasında büyümesini, kâr etmeyi düşünür. Yabancı firmalar için kârdan başka düşünmelerini gerektiren hiçbir şey yoktur. Onlar çalıştırdıkları işçiye en düşük ücreti vermeyi ve en az maliyetle ürünü elde etmeyi amaçlarlar. Doğanın bozulması, toprağın, suyun ve havanın kirlenmesi umurlarında değildir. Dokuz işçinin ölümü onlar için bir sayıdan, istatistiki bir rakamdan ibaret olup düşündükleri şey şirket kasasından çıkacak tazminat miktarıyla sınırlıdır.

Kanadalı firma ile ülkemiz arasında yapılan sözleşmeye baktığımızda çıkarılacak madenden Türkiye’ye bırakılacak pay 1/5 dolayındadır. Üretimin tutarı yabancı şirketin bildirimine dayanmaktadır. Daha açık bir söyleşiyle bu firma çıkarılan altın madeninin miktarını 100 kg. dese veya 1000 kg. dese bizim bunu denetleme olanağımız bulunmamaktadır. Yani bize sadaka verir gibi ne verirlerse teşekkür edip kabul etmek düşüyor. İspanyolların Potosi’de yaptıkları ile Kanada firmasının İliç’te yaptıkları arasında bir fark bulunmamaktadır.

Yabancı firma basına yansıyan haberlerden anlaşıldığı gibi bu işi en ilkel ve en vahşi yöntemlere göre yapmaktadır. Eskiden olduğu gibi dağları kırıp dökerek ve un edip elekten geçirerek altın aranmamaktadır. Altın için siyanür adıyla bilinen kimyasal bir madde, en tehlikeli zehirlerden biri kullanılmaktadır. Devasa havuzlarda kullanılan siyanür havayı da toprağı da suyu da kirletmekte, zehirlemektedir. Ne var ki; bu firmanın ülkesi olan Kanada’da bu işlemler ülkemizde olduğu gibi açık alanlarda değil kapalı alanlarda yapılmakta. Kullanılan su arıtılarak yeniden ve yeniden kullanılmaktadır. Bizim ülkemizde ise Potosi’ ye benzer şekilde bunların hiç birine dikkat edilmemektedir.

Tüm bu acı gerçeklere karşın Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı İstanbul Müftülüğü kentteki tüm camilerde okutulmak üzere hazırladığı Cuma Hutbesinde iş cinayetlerini önlemek için alınacak tedbirlerde ölçülü olunması gerektiğini ve  “Bu husustaki aşırılık Yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür.” İfadelerini kullanabiliyor. (Diken-25.12.2014)

Din işleri ile görevli bir devlet kurumundan yapılan bu talihsiz açıklamalara, bu zehirli cümlelere karşı insan söyleyecek söz bulamıyor.

İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle yitirilen canlar, ortaya çıkan hastalıklar bunlar için yapılacak harcamalar Türkiye’nin hesabına yazılmaktadır. Bozulan doğa, zehirlenen topraklardaki verim kaybı Türkiye’nin hesabına yazılmaktadır. 

Bu kayıpları alt alta yazıp toplayınca bir atasözümüz kulağımızda çınlamaktadır.
“Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değiyor” mu? Toprağımızdan birileri altınımızı çıkarıp götürecekler bize de insaf edip küçük bir pay verecekler. İnsanlarımız ölecek, hastalanacak, sakat kalacaklar, toprağımız, sularımız zehirlenecek, ot bitmeyecek, kuş ötmeyecek, gölümüzde deremizde balık yüzmeyecek.
Bize verilecek 1/5 – penci yek’ i biz nerede kullanacağız? Bu da ayrı bir sorun.
Yaşadığımız örnekler bize bu kaynakların şatafata, gösterişe kullanıldığını, önemli bir kaynağın israf edildiğini göstermektedir.

Şöyle de düşünmek olasıdır ve çok daha akılcıdır. O altın kalsın dağların içlerinde onun yerine yerin üstünde tarım yapalım, hayvancılık yapalım. Sadaka olarak bize reva görülen altından daha çok kazanabiliriz. Çocuklarımıza siyanürlü bir doğa yerine cennet gibi bir ülke bırakabiliriz.

Öncelikle bir kapitülasyon niteliğine bürünen Madencilik Yasamızı gözden geçirip madenleri ve madenciliği kamulaştırmalıyız. Ülkemizin, ülkemiz sanayisinin gereksinim duyduğu madenleri devlet kuruluşları aracılığı ile ve doğayı en az bozacak yöntemlerle işletmeliyiz.
Madenlerimizi kamu bütçe açıklarını kapatacak bir dışsatım veya itibari/kaydî para değeri olarak görme alışkanlığından artık kurtulmalıyız.
Altın ve diğer değerli madenlerin tek başlarına ülkelere refah ve mutluluk getirmediğini İspanyol merkantilizminin uğradığı hüsranla görmüş, anlamış olmamız gerekmektedir. Ülkenin esasen kıt olan kaynaklarını betona gömerek ve bunun için ülkenin zenginliklerini, madenlerini yabancı firmalara peşkeş çekerek kalkınmak sevdasından artık vazgeçmeliyiz.
 

Altına olan gereksinimimizi en aza indirelim. Bir örnek vermek gerekir ise parmaklarımıza taktığımız alyanslarımızı altından değil başka bir şeyden yapabiliriz. TEMA Vakfı onursal başkanı Hayrettin Karaca’nın bir tek alyans yapımında kullanılan altının yeraltından çıkarılması için gereken su miktarı koca bir tarlayı sulamaya yetecek miktardadır. Ayrıca altın için doğaya bırakılan siyanür zehri de işin cabası…

Tasarruf aracı olarak altın elbette çok önemlidir. Özel ve tüzel kişiler, devletler, devletlerin merkez bankaları neden ellerinde altın veya benzeri değerli madenleri tutarlar? Bu sorunun en güzel yanıtı bir atasözümüzde açıklanmıştır. “Ak Akçe Kara Gün İçindir”.

Muhanat’a /Muhannete muhtaç olmamak ve gelecekte güven içinde yaşayabilmek için insanlar ürettiklerinden bir kısmını yarın için ayırırlar, tasarruf ederler. Koşulların iyi gitmediği dönemlerde veya umulmadık, beklenmedik doğal ya da toplumsal olayların meydana gelmesi halinde kullanılmak üzere altın ve benzeri değerli şeyler elde tutulur. Ölümlük dirimlik, kefen parası, çeyizlik takılar ve benzerlerinin hepsinin amaçları aynıdır. Altın doğrudan tedavül eden veya kolayca paraya çevrilebilen bir madendir. Bu yönüyle cebinizde, kasanızda ne kadar çok paranız varsa o denli varsıl, güçlü sayılırsınız. Çünkü para her tür kapıyı açar. Atalarımız “parama geçer destim” şeklindeki deyimi böyle durumlar için söyleyip geliştirmişlerdir.
Kişiler ve toplumlar doğrudan paraya olan gereksinimi aza indirmek için sigorta sistemi geliştirmişlerdir. Sosyal sigorta sistemleri ve tamamlayıcı niteliklerdeki özel sigortaların hepsi yarın için altın ve benzerlerinin elde tutma gereksinimini karşılarlar.  Assurance/ Reassurance sistemleri de aynı şekilde risklerin peşin primlendirilmesi anlamına gelmektedir. Toplumda sigorta sistemi ne kadar gelişkin olursa o toplumun altına gereksinimi o kadar azalır. Toplumun bireyleri de sağlık ve eğitim gereksinimleri devlet veya toplumun diğer kurumları tarafından karşılanmış olsa daha az tasarruf etmek gereksinimi duyacaklardır. Dolayısı ile bir tasarruf aracı olarak altına olan istem/ talep azalacaktır. Altına olan istem azalınca alın çıkarılması da azalacaktır.
Merkantilizmin sigorta sistemlerinin gelişmesine paralel olarak önemini yitirmesi bir rastlantı değildir. Kapitalizm, geliştikçe başta anapara olmak üzere tüm varlıklarının olası risklerden korunması için sigortaların doğmasını ve gelişmesini sağlamış bu da merkantilist ekonominin sonunu getirmiştir.

Bilindiği gibi ulusal merkez bankaları altın vb. rezervlerini göz önünde tutarak kendi ulusal paralarını basıp tedavüle sokmaktadırlar. Ne var ki;  II. Dünya Savaşı sonrasında ABD 1944 yılında baskıyla dolara indeksli Bretton Woods düzenini diğer uluslara dayatmıştır. Böylelikle tüm dünyada bir dolarizasyon dönemi başlamıştır. Bu sistem denetimden de uzaktır. ABD dışındaki ülkeler de bu dolar baskısı ile ellerinde gerektiğinden fazla altın stok etmek gereksinimi duymaktadırlar. Ancak günümüz dünyasında dolara karşı dış ticarette karşılıklı ulusal paraların kullanılmasını öngören ve başını Çin, Rusya, Hindistan, G. Afrika Cumhuriyeti ve Brezilya gibi ülkelerin çektiği BIRCS para sistemi de kurulmuştur. Bu sistem uluslararası ticarette ABD dışındaki ülkelerin dolara olan bağımlılığını azaltacak ulusal paralar alınıp verilecek ve altına olan istem bir ölçüde gerileyecektir. Ulusal paraların karşılıklı kabul edilmesiyle ticarette altın alınıp verilmesi de bir ölçüde gerilemiş olacaktır.

Altın hiç kuşkusuz diğer metaller arasında birçok üstün özelliğe sahiptir. Ve ne yazık ki doğada kıt olarak bulunmaktadır. Kıt kaynaklardan madenin çıkarılması da hayli zahmetli olmaktadır. Üstün nitelikleri nedeniyle birçok alanda kullanıldığı gibi birçok kültürde süs eşyası olma özelliği de bulunmaktadır.

Altın değişim aracı olmanın ötesinde reel ekonominin de kimi sektörleri için aranan bir madendir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi bu madenin yerine geçecek seçenekleri er ya da geç ortaya çıkartacaktır. Elbette antik dünyada olduğu gibi simyacılık ile değil. Altının kullanıldığı yerlerde başka metaller kullanılarak.  Altına olan istemin arkasında sosyokültürel değer yargılarının, geleneklerin de önemli olduğunu, bunların da değişmesinin olasılığını gözden uzak tutmamalıyız. Bu konularda maden ruhsatları dağıtmak yerine altının yerine geçecek seçeneklerin geliştirilmesi üzerine AR-GE çalışmalarına kaynak yaratmalıyız. 

İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu için altına olan bağımlılığın azaltılması gerekmektedir.

17.03.2024

Ali Can Polat

2 comments On MERKANTİLİZM/ LE MERCANTILISME

  • Alican Abi,
    Altının batı toplumunda güvence-sigorta aracı olarak kullanılmadığı malum. Bugün birçok Avrupalı ailenin, hemen her Türk ailesinin evinde bulunabilecek çeyrek altını hayatı boyunca görmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca batılı kadınlarda da süs aracı olarak altın yaygın değil. Altına olan bağımlılığı azaltmak batılı için kolay, fakat doğu toplumlarındaki altına taparcasına bağımlılığın sona erdirilebilmesi atomu parçalamak kadar zor.

    • Hakan, haklısın. Doğu toplumlarında altın tasarruf yanında ondan daha çok bir kötü gün parası gibi düşünülüyor. Sigorta sistemi olmadığından veya gelişmediğinden insanlar altına daha bir tutku ile sarılıyorlar. Ayrıca Doğu ve Orta Doğu kültürlerinde bir statü sağlayan araç gibi işlevi var. Bunlar kapitalist ekonomi sisteminin kurum ve kuralları yeterince gelişmemiş olduğunun göstergeleri. Ekonomik sistem değişince o da kuşkusuz değişecektir. Yazının içinde Batı kültüründe altının gözden düşmesi, merkantilizmin yerini kapitalizmin alışı anlatılmıştır. Yorumunuz ve katkınız için teşekkürler.

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.