DARISI BAŞINA
Türkçemizin en güzel zenginliklerinden birisi de “ Darısı Başına” deyimidir. Bu deyim dijital ortamda yayınlanan TDK Güncel Sözlük’ te ve Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ nde yer almamaktadır. TDK yayınları arasındaki 1969 basımı, Ömer Asım Aksoy hocanın denetiminde hazırlanmış olan Bölge Ağızlarından Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ nde de bulunmuyor. TDV İslam Ansiklopedisinde de bu deyime rastlamadım.
Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Deyimler Sözlüğü’nde (s.26) Darısı Başına (ya da darısı dostlar başına) deyimi için güzel bir başarı, bir mutluluktan sonra, “dilerim ki bu güzel duruma sen de kavuşasın” anlamında söylenir açıklaması yapılmıştır.
Şemseddin Sami’nin Kâmûs-î Türkî’sinde (s. 469) darısı başına deyimi için başkasının nâil olduğu bir nimete nâiliyyeti dûa makâmında kullanılır ki gelinin başına darı dökmek âdetinden ileri gelir açıklaması yapılmıştır.
İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nde (s,169) darısı sözcüğünün anlam kökeni: eski bir Türk gelenek gereği, düğünde gelinlerin başına, verimlilik imi olarak darı serpilirdi. Bu olay gelinin çok çocuk doğurması, dölünü sürdürmesi anlamını içerirdi. Varlıklı yörelerde darı yerine altın, para kullanılırdı. (gelinin başına serpilirdi). Bu olgu sonradan “senin de evlenmeni, gelin olmanı dileriz anlamında söylenen dileğin oluşmasına olanak sağladı. Dilimizde “darısı başına” anlamı da, kökeni de bu olaydır.
Gerçekten de gelinin başından aşağı darı dökülmesi olayı Anadolu’nun birçok yöresinde bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir. Çin ve Japonya’da da benzer ritüellerde pirinç serpildiğini duymuştum. Darının veya metal ya da kâğıt paranın dökülme, saçılma eylemi tarlaya darının, ekinin saçılması, ekilmesi işlemine benzetilmiştir. Giderek bu gelenekler azalıp yok olmaya başlasa da anlamı bu şekildedir. Dökülen paraları da küçük çocuklar kapışırlar ve bu itişip kakışma herkese bir sevinç verir. Giderek bu uygulama gelinin ve damadın giysisine takı ve para iliştirme şekline evrilmiştir. Son dönemlerde Arabesk bir anlayışla gazinoda şarkı söyleyen hanım şarkıcının başından aşağı gül yaprakları dökülmesinin anlamı da benzer duygu ve düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Görüldüğü gibi deyim iki sözcükten oluşmaktadır. Bu sözcüklerden ilki darı ikincisi baştır. Baş yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi gelin başıdır. Darı sözcüğünün kökeni ise eski Türkçe tarıg sözcüğüdür. İlhan Ayverdi’nin Kubbealtı Misalli Büyük Türkçe Sözlük (s.1/643) de anlamı buğday, bazı yörelerde mısır, akdarı tanesi olarak açıklanmıştır. Tarıg/ darı sözcüğü Oğuzca tarı-mak yani ekin ekmek eyleminden türetilmiştir. Buğdaygillerden birçok bitkinin tohumları için darı sözcüğünün kullanıldığını bilmekteyiz. Latince ekmek anlamına gelen ve tohumlarından un ve ekmek yapılan veya başka türlü kullanılan panicum miliaceum da bir darıdır.
Aynı sözlükte “darısı başına” deyimi: İyi ve hayırlı bir şey hakkında, “inşallah sana da nasip olur” anlamında temenni sözü olarak, aynı şekilde “darısı dostlar başına” deyiminin de çok beğenilen şeyler hakkında kullanıldığı açıklanmıştır. Ne mutlu bu yaşta hacı olmak gibi bir söze karşılık, darısı senin başına veya gelininiz çok güzel, darısı dostlar başına örneklerinde olduğu gibi.
Yukarıda darı sözcüğünün kökeninin Türkçe tarmak eylemi olduğunu belirttik. Anlamı yaymak, dağıtmak, ayırmaktır. Tarıg ekin, bitki tane tohum anlamındadır. Tarıgçı da çftçi, tarımcı demektir. Tarmak eylemi ekin ekmek, tarlaya tane tohum serpmek demektir. Yine ekin ekilen yere, tarlaya da eski Türkçede tarıglag deniyormuş. Tarıglıg ise buğday ve benzeri ürünlerin içine konduğu ambar için kullanılan bir sözcükmüş. Kaşgarlı Mahmut ise tarıg, darı yerine üğür sözcüğünü kullanmaktadır. Bazı yerlerde tarağan da darı anlamında kullanılmış, Oğuz Türkçesinde ve Uygurcada üyür de denmiş.
Sevan Nişanyan da Sözlerin Soyağacı (s.111) de darı sözünün Uygurca tarığ olduğunu ve her türlü hububat anlamına geldiğini açıklamaktadır. Nişanyan’a göre tarı ekin ekmek, tohum saçmak anlamına gelmektedir.
Buraya kadar darı sözcüğünün ekmek, tohumu tarlaya serpmek gibi anlamlarını açıklamaya çalıştık. Gelinin başına darı veya para, altın vb. şeyler serpmek de ayını amaca yöneliktir. Dölün, soyun devamı ve bereket.
Bilindiği gibi avcı toplayıcı toplum biçiminden yerleşik toplum düzenine geçmenin en belirgin göstergesi hayvanların evcilleştirilip denetlenmesi ve insan emeği ile yetiştirilmesidir. Aynı şekilde bitkilerin tohumlarının en iyilerini seçerek, daha uygun ortamlarda, tarlalarda, ekeneklerde su ve gübre de kullanılarak üretilmesi insan soyu için büyük bir devrimdir. İnsan soyu bu devrim ile yaşam koşullarını eskisine göre çok büyük ölçüde iyileştirmiş, açlık korkusunu yenebilmiştir. İşte bu yüzden insanlar önce Bereketli Hilal’de sonra giderek dünyanın her tarafında bu olayı önemsemişler, kutsamışlardır. İnsanlar ürünün bol olması, refahın artarak devam etmesi için her şeyi yapmışlar, her yolu denemişlerdir. Yeri gelmiş bilim ve teknolojiden yararlanmış yeri gelmiş bilicilerden, bilemediği kavrayamadığı güçlerden medet ummuştur. İnsanlar ürünün bolluğu için kendi aralarında ortak çalışmalar yaptıkları gibi bütün bu çalışmaları yine ortaklaşa kutlamışlardır. Örneğin baharda nevruz veya hasat mevsiminde yapılan şenlikler gibi.
Bu adet ve geleneklerin o toplumların kültürlerinde yer etmesi de doğaldır. Yeryüzünde üretim süreci devam ettikçe bu gelenekler de şekil değiştirmiş olsalar bile devam edeceklerdir.
Tarım kavramına dönersek, Uygurlar da bu işte üzerlerine düşeni layıkıyla yapmışlardır. Yaşadıkları bölgede ürünün gelişmesi ve bereketi için çok önemli bir araç olan suya onlar Tarım nehri adını vermişledir. Tarım Nehri, Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde ortalama 2.030 km uzunluğunda bir nehirdir. 435.000 km²lik bir alana hayat kaynağı olmaktadır. Uygur Türkçesinin konuşulduğu bu bölgede iklime uygun her türlü tarımsal ürün yetiştirilmektedir. Bu ürünler içinde temel gıda maddesi olarak darının, buğday, arpa, yulaf ve pirincin yeri başkadır. Uygurlar tarımda, darı ekip biçmede çok ileri gittikleri gibi bazı meyveleri de en üstün nitelikte yetiştirmişlerdir. Turfan şehri bu merkezlerden biridir.
Turfan yerleşim yeri havzanın kuzey kenarında kurulmuştur. Havzanın en çukur yerinde Ayding Gölü vardır. Göl deniz seviyesinden 154 m. derinlikte olan bölgede bulunur. Yani Turfan dünyada Lut Gölü’nden sonra ikinci çukur alandır. Dünyanın en sıcak yerleşim bölgelerinden birisidir. Doğu Türkistan’da hava sıcaklığının en yüksek olduğu bir bölgede kurulmuş olan Turfan, “Alev vahası” olarak da adlandırılır.
Turfan çok eskiden beri çok verimli bir vaha (Karez denilen kanal suyu ile beslenen) önemli bir ticaret merkezidir. Karez Turfan’da yaşayan insanların çok önemli bir buluşudur. Karez yerel Uygur dilinde “kaynak” anlamındadır. Tanrı Dağlarından eriyen kar suları, Karez denilen yer altı su kanalları ile Turfan Havzası’nı besler. Turfan’dan ortalama otuz kilometre güneydoğusundaki Gülbah köyünde Doğu Türkistan’ın en tatlı kavunu burada yetişir.
Karez veya Karız kanalları Tanrı Dağları’ndan topladığı suyu 60 km çölün altından geçirerek Turfan’daki yerleşim birimlerine ulaştırmaktadır. Çinliler bu kanalları ülkelerindeki üç harikadan biri olarak gösteriyor. Bu kanallar bundan 2 bin 200 yıl önce Uygur Türkleri tarafından yapılmış. Kanalın derinliği 110 metre den başlıyor
Bugün dilimizde kullanılan erkenci ürün turfanda sözcüğünün de kaynağı bu Turfan ilidir.
Sözcüğün Farsça tarwanda olduğu veya Yunanca/Rumca trofando’dan (Herkül Millas- Türkçe – Yunanca Ortak Kelimeler) geldiği yönündeki açıklamalar yerinde değildir. Farsçadaki bu sözün komşu Uygurcadan geçmiş olabileceği de düşünülmelidir.
Sevgili okurum bu bilgileri uzun uzun sıralamamın iki nedeni var. Birincisi bir deyimimizin uzun yıllar kullanımından sonra kökenlerinin unutulmuş olması nedeniyle küçük bir anımsatma ikincisi de dilimizin bu güzelliğine, bir ulus, bir halk olarak bizi bir arada tutan tasada ve kıvançta bizi birleştiren ortak değerlerimize karşı sinsice yürütülen bir karşı görüş. İnternet ortamında dolaşan bu bilgiden anlaşıldığı gibi halkın dinsel duyarlıkları kullanılarak dil değerlerimize karşı bir savaş yürütülmektedir.
Özetle söylemek gerekir ise “Darısı Başına” deyiminin şirk koşma şeklinde suçlanması.
Bu bilgileri zamanınızı çalmak pahasına da olsa özetleyerek buraya almak istiyorum. Dilimize karşı duyarlığı olan arkadaşların bilgilerinin olmasını istiyorum.
” DARISI BAŞIN (m) A” Alıntı:
Cahillerin dillerine pelesenk olduğundan sıkça duyduğumuz “Darısı başın(m)a” sözü, İslam öncesi, eski Türk geleneğinde kullanılan şirk içerikli bir deyimdir.
Orta Asya’da, kutlamalarda “bereket” simgesi olarak; Darı, Mısır, buğday, arpa, pirinç vb. gibi tahıl taneleri havaya saçılır, başına bu tanelerden düşenlerin de aynı şansı bulacağına inanıldığından; bugün de ağzından çıkan sözün anlamını ve hükmünü bilmeyen cahillerin, atalarından duyduğu ve gelişi güzel sözler kullanması sonucu kendilerini tehlikeye attıklarını üzülerek görmekteyiz.
(Not: Acaba o atalar bu satırları yazanların atası değil midir?)
“Darısı Başın(m)a” sözü (inanış) Şirk içermektedir.
İslam öncesinde bereket, rızık, talih, kader; gayb yegâne yaratıcı ve hüküm koyucu olan Allah’tan (c.c.) değil de, böyle batıl inançlar ürünü çeşitli tanrılardan olduğuna inanılıyordu.
İnanışa göre; düğün merasiminin ardından, gelin ve damat kalacakları yere gelirler. Damat gelini selamlayıp hediyesini verdikten sonra gelini oturtur ve kapıdan çıkar. Çıkarken odanın dışında bulunanlara bir elinden altın para, bir elinden darı saçarmış. Para zenginlik ve refahı, darı bereketi temsil etmektedir.
Aynı zamanda, düğün evinden hemen ayrılacak olan gelin ve damat ailesinin büyükleri de aynı şekilde etraflarındaki gençlere bilhassa “darı” ve para serperek evden ayrılırlarmış. (Zamanımızda Anadolu’ nun bazı köylerinde “damadın başında ekmek kırma”, “Sadaka niyetine fakire verilecek ekmeğin başa dolandırılması” gibi adetler halen devam etmektedir)
(Not: Gagauzya, Rusya Tatarları ve Makedonya’da köye gelen konuklara ve belli günlerde yapılan şölenlerde seyircilere ekmek ve tuz sunulması geleneği vardır)
Mevzumuz “Darısı başın(m)a” ise bundan çok daha vahim bir meseledir.
Ehl-i sünnet inancı esaslarınca dileğimizi, şahısların veya ölülerin yerine getirebileceğine inanmak bizi küfre ve şirke götürebilir. Bu sebeple türbelere gidip dilekte bulunmak veya dileklerimizi dile getirirken Allah ile birlikte, şahısları zikretmek hususlarında dikkatli olmak gerekir. Türbelere dilek mumları dikmek, dilek taşı yapıştırmak, mukaddes sanılan türbelere adak adamak, çaput bağlamak bâtıl ve bid’at olan ve İslâm ile ilgisi bulunmayan şeylerdir. Bunlara inanarak ve bel bağlayarak yapmak kişiyi küfre götürür.
“Darısı başına-başıma” dileği, şahısların kendisine de veya karşısındakine de o nimetlerden aynısının verilmesi, kavuşmasına nail olunulabilmesi için, İslam öncesi müşriklerin şirk içerikli dualar kapsamındadır.
(Not: Bir başkasının iyiliğini istemenin neresi şirktir, anlamak olası değildir)
Müslüman ferde düşen görev, şirkten sakınmak, her türlüsünden beri olmaktır. İslam öncesindeki yaşamış Müşriklerin dualarının, günümüzde kullanılmasın tehlikesi önemle vurgulanmalıdır.
Ağzımızdan çıkan cümlelerin, anlamı ve orijin haline, maksadına dikkat etmeden dikkatsizce benimseyip kabullenmemiz, kendi tahmin ve zanlı düşüncelerimizle uygulamamız bu sözlerin meşruiyetini veya sakıncasını ortadan kaldırmaz.
İsteyeceğini, hayrı ve şerri, yüce Allah’tan diler, darıdan buğdaydan, mısırdan dilemez! Sapıklık eden mülhidleri (inkârcıları) terkedin. Onlar yakında yaptıklarının cezasını çekecekler.
Sevgili arkadaşlar dilimizin en saygın sözlüklerinden yaptığım alıntılarda da görüldüğü gibi insanlar kendilerinde veya yakın çevrelerinde gördükleri, yaşadıkları güzel şeylerin ve olayların başkaları için de gerçekleşmesi için dilekte bulunuyor, dua ediyorlarsa bunun ne sakıncası olabilir? Böyle iyi bir dileğin bir duanın kime ne zararı vardır? Bu sistematik hareket dilimize ve halkımızın bir arada olma istek ve iradesine karşı sinsi bir savaştır. Yazıda ahlaksızca bir çarpıtma hemen göze çarpmaktadır. Dinsel kimi metinleri kendilerine kalkan yaparak amaçlarına ulaşmak istiyorlar. Asıl bid’at bu yazıda ileri sürülen sapıklıklardır. Darısı başına derken aklı başında hiçbir kimsenin darıdan, buğdaydan medet umduğu söylenemez.
Kaldı ki; örneğin okulu başarıyla bitirmiş arkadaşını kutlayan Ahmet’e arkadaşı Mehmet’in darısı senin başına demiş olmasının ne gibi bir sakıncası olabilir? Ortada darı veya buğday tanesi de olmadığına göre bu anlayışta olanlara ne demeli?
İnsanların kaybettikleri yakınlarının, sevdiklerinin mezarlarına gitmelerini, onların anılarına duydukları saygılarını, sevgilerini tazelemelerini onları putlaştırmak, ilahlaştırmak şeklinde değerlendiren bu çarpık anlayış asla geçerli değildir. Bu gün heykel ile put arasındaki farkı göremeyen güzellik anlaşışından hiç nasiplenmemiş bu zavallı anlayış ne yazıktır ki ülkemizin kaderine egemen olma durumuna gelmiş, getirilmiştir. Kültürümüzü örsleyen bu anlayışa dur deme zamanı artık gelmiştir.
Şunu da söylemek gerekir ki; ister Müslümanlık olsun ister başka bir din veya kültür olsun bir anda yerden çıkar gibi veya gökten düşer gibi oluşmamıştır. Bütün dinler ve kültürler kendinden öncekilerin bıraktıkları miras üzerinde yükselmektedirler.
Bu anlayışta olanlara sormak gerekir. Minare dediğimiz şey Peygamber ve Dört Halife döneminde yoktu. İlk minare Kahire’de yapılmıştır. Minare neye benzetilerek yapılmıştır? Sırf bu yüzden İslam âlimleri tarafından eleştirilip bid’at olarak değerlendirildiğini unutacak mıyız? Namaz, oruç, hac ve kurban İslam öncesinin gelenek veya ritüelleri değil midir? İslam peygamberinin tebliğ ettiği Kur’an’da Tevrat’a ve İncil’e yaptığı yollamalar yok mu sayılacak? Tespih ve tespih çekme İslam öncesine ait değil midir? Bırakınız bunları, cennet, cehennem gibi kavramlar İbraniceden alınma değil midir? Allah adı Arapçaya hangi dilden girmiştir? Ve bunlar gibi daha niceleri… Selamün Aleyküm deyimi İbrani dilinden şalom aleyhimin karşılığı değil midir? Erkek çocuklarının sünnet ettirilmesi bir Yahudi geleneği değil midir? İlk yağmur duasına çıkanlar da ne Araplar ve ne de Müslümanlardır.
Bolluk ve bereket isteğinin, soyun sürekliliğini ve başkalarının mutluluğunu istemek şeklindeki uygulamaların eski Türk geleneklerinden kaynaklandığı doğrudur ve ne kadar da güzeldir.
İslam’ın kendisi eski din ve Pagan kültüründen kopmamış, kopamamışken Türklerin bu güzel âdetlerinden ayrılmasını istemenin akıl ile mantık ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. İyi değil kötü niyetlidir. Dil giderse, kültür bağları koparsa o topluluğu bir arada tutma olanağı yoktur. Din giderse yerine yenisi gelir nitekim Türkler Şamanlıktan İslamiyet’e geçmişler ama Türklük niteliklerini yitirmemişlerdir. İnsan eski dinine yeniden dönebilir ama dil giderse bir daha asla geri gelmez. Bunu hiçbir kimsenin akıldan çıkarmaması gerekir. Araplaşma özentisi insanı Müslümanlığa götürmez, kimliksizleştirir, köleleştirir. Kaldı ki bir toplumda herkesin aynı dine inanması da zorunlu değildir. Din ve inanç veya inançsızlık insanın kendisine ait bir konudur. Başka bir anlatışla din Allah ile birey arasındadır. Bu alana hangi sıfatla olursa olsun birilerinin girmesi asla kabul edilemez.
Toplumların sahip oldukları bu kültür zenginliklerini birer ikişer attığınızda ortaya sadece çirkin bir karikatür kalır. Karikatürler gibi yaşamak istemiyorsak dilimizi de kültürümüzü de bu tehlikelerden korumamız gerekir.
Saygılarımla…
11.08. 2023
Ali Can Polat