KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞIMI
Laf lafı açarmış, konuştukça da konu konuyu açıyor. Sohbet koyulaştıkça kavramlar kavramları çağrıştırıyor.
Sevdiğim, saydığım bir dostumla telefonda yaptığımız konuşmamız “ne var ne yok” diye başladı. Aslında Türkçe konuşan bizler için çok sıradan olan bu hal hatır sorma amaçlı soru başka dillerde hemen öyle kolaycacık cevabı verilecek bir soru değildir.
Fransızcada Qu’est-ce qu’il y a ?, Comment ça va ?, İngilizcede What’s up? What’s cooking?, Almancada Was ist los? ve İtalyancada Cosa c’è? gibi deyimler, terimler var ama bunların hiç biri bizim dilimizdeki o tılsımlı havayı veremez, veremiyor. Günümüzün en gelişmiş bilgisayarları bile “ne var ne yok” sorusu karşısında apışıp kalırlar. Verecek bir cevap bulamazlar. Hatta şu yapay zekâ (YZ) bile nereden çıkardınız bunu diye bize kızar, homurdanmaya başlar. Bir Türk ise cevabını öyle uzun boylu düşünmeden şıppadanak verir, kurtulur.
Ne var ne yok sorusu aslında, ‘nasılsın, nasıl gidiyor, çoluk çocuk nasıllar’ gibi türevlerle devam edebilirdi, hatta ‘daha daha nasılsın’ lara kadar uzayabilirdi ama biz öyle yapmadık telefonun iki ucunda hemen meselenin özüne daldık. Ne olacak bu CHP’nin hali ile başladık, hayat pahalılığı, zamlar, enflasyon derken memleketi kurtarmaya kalkıştık. Birbirimizden biraz daha yüz bulabilseydik, hiç kuşkunuz olmasın bir de devrim yapardık. Telefonda yaptığımız bu devrim tarihe “telefon devrimi” olarak geçerdi.
Siz böyle bedavadan gülün, eğlenin bakalım ama sorun öyle basit değil. CHP’ de hemen herkes değişim veya dönüşümden söz ediyor. Ancak, değişim veya dönüşümden bizlerin anladıkları ile bu işi ben yaparım diye ortaya çıkanların anladıkları şeyler çok farklı. Onlar sen git ben geleyim, benim gelişimle güller açar havasında. Biz ise yürümeyen, hızlanamayan, seçmene güven vermeyen politik mücadele azim ve kararlılığı zayıflamış bir partinin/ arabanın motorundan başlayarak yakıtına kadar tüm parçalarının gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin bir seçim sonrası alınan sonuç partiyi, partiye oy verenleri ve partiye taraftar olanları memnun etmediyse bunun nedenlerinin araştırılarak bu konuda nesnel bir sonuç belgesinin öncelikle ortaya konmasını bekliyoruz. CHP geçmişinde emperyalizme karşı kurtuluş savaşını yürüten güçlerin ve bu cumhuriyetin kuruluşunda temel taşlarını koyanların bir örgütüdür. CHP elbette zaman içinde belli gelişmelere gereksinim duyacaktır ancak varlığını oluşturan ilkelere da bağlı kalacaktır. Hiç kimse CHP’ den liberal veya sosyalist bir parti gibi karar ve uygulamalar beklememelidir. Böyle bir beklenti içinde olanlar kendileri için sığınacakları başka örgüt çatıları arayıp bulmalıdırlar. CHP’ ye yaşam veren onu iktidar ya da ana muhalefet partisi yapan ilkeler 1927’de cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik ve milliyetçilik olarak tanımlanmıştır. Daha sonra bu dört ilkeye 1931 yılında yapılan üçüncü parti kurultayında devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri de eklenerek “altı ok” kavramıyla amaç ve hedefleri özetlenmiştir. Bu altı ilkeye aykırı düşünenler ya CHP’li değillerdir veya CHP’nin büyüyüp gelişmesini istememektedirler. Cumhuriyetin halkçılık gibi, devletçilik gibi veya laiklik gibi en önemli dayanağı olan yukarıda sayılı altı ilkeye aykırı düşünülerek, ama – fakat deyip mırın kırın ederek politika yapmanın partiye ve ülkeye hiçbir yararı yoktur. Başka bir partinin program ve projelerini taklit ederek ve o partilerin politika retoriklerini kullanarak yapılacak bir politikanın başarı şansı da bulunmamaktadır.
Belirtilmeye çalışılan kurallardan yoksun “değişim ve dönüşüm” gibi istekler hiçbir alt yapısı olmayan fantezilerden ibarettir. Sonuçta parti yönetiminde birkaç kişi değişir ama sorun daha da büyüyerek devam eder. CHP ve sıcak politik hareketler dışında kalan birçok düşünür, akademisyen ve geniş halk kitleleri 14 ve 28 Mayıs tarihlerinde yapılan seçimler öncesinde de bu konuları dile getirmekteydiler. Seçim havasının heyecanı içinde duyulmayan veya duyulup da ileriki bir tarihe ötelenen sorunlar seçimler sonrasında da hiç anlaşılamadığı için sorun kişilerin değişimi ile sınırlı sanılmaktadır.
Türkiye için laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti isteminde bulunanlar öncelikle üyesi bulundukları partide demokratik kuralların işlemesini sağlamak zorundadırlar. Bunun için öncelikle yürürlükteki tüzük gözden geçirilmeli parti ilkelerinin, üye ve seçmenlerin eğilimlerinin en iyi şekilde temsil edileceği bir yönetimin işbaşına gelmesine olanak verilmelidir. Halkın, seçmenin güvenini yeniden sağlayacak plan ve programların ilkelerden ödünler vererek gerçekleşmeyeceği yaşanan deneyimlerden de anlaşılmış olup bu konu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Başarının bütün gizeminin inançlı ve kararlı politikalardan geçtiği unutulmamalıdır. Partinin iktidar çoğunluğunu sağlayabilmesi için gerekli kısa, orta ve uzun vadeli bir plan yapılmalıdır.
Partinin “misyonu” ıskalanarak sadece bir “vizyon” değişikliği bu günden daha kötü sonuçların alınmasına neden olacaktır.
Bu kadar ciddi sözler yeterlidir. Fazlası bizim kariyerimizi, politik bilgi ve esnekliğimizi aşacağı için biz yine kendi dünyamıza dönelim.
CHP veya başka bir partide yönetimde olanlar ve yönetime aday olanlar niçin hep Alemdaroğlu, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, Kadıoğlu, Müftüoğlu… Bu partilerde hep oğullar mı yönetici adaydırlar? Bu memlekette kızlar, kadınlar yok mudur? Diyeceksiniz ki; yanlış biliyorsun, ülkemizde isteyen kadın yönetici ve aday olur. Buna bir engel yok. Örneğin, Kaftancıoğlu bir hanımdır. Tam da benim söylemek istediğim yere geldiniz. Neden bu yönetici Kafancıkızı değil de Kaftancıoğlu? Bunca sorunlar devasa boyutlara ulaşmış iken takma kafana böyle ıvır zıvır şeyleri dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ben takıyorum ve sorumu yineliyorum. Niçin?
Denebilir ki bu partilerde pozitif bir ayrımcılık da var. Kadınların böyle bir ayrımcılığa değil kendi bilgi ve becerileriyle kadın ve erkek herkesle kıyasıya yarışacakları eşit, demokratik bir ortama gereksinimleri bulunmaktadır. Voleybolda dünya şampiyonu olanlar yine bileklerinin hakkıyla yönetici de olurlar. Olmuşlardır da. Örneğin Yale Üniversitesi çıkışlı ekonomici Tansu bacımız (bacı kavramını kendisi çok sevdiği için ben de kullandım) önce parti başkanı ve sonra da başbakan olmuştur. Olmuştur da değişen ne olmuştur? Ülkede iç ve dış güvenlikten, ekonomiye, eğitimden sağlığa her şey işin içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Daha ne yapsın, kocasının değil kendisinin soyadını kullanmıştır. Kocası alışılmışın dışında karısının soyadını kullanmış Özer Çiller diye bilinir, tanınır olmuştur. Demek ki; sorun yalnızca cinsiyet sorunu değil cinsiyeti ne olursa olsun her cinsin yaşamsal haklarına saygı duymak ve o hakların gelişmesine yardımcı olabilmektir. Nice aileden sorumlu bakanlarımız var ki; İstanbul sözleşmesine ve 6284 sayılı yasaya karşı çıkabilmekte, boşanma kararı sonrası hüküm altına alınan nafakanın sınırlandırılması veya kaldırılmasını isteyebilmektedir.
Başa dönersek niçin Kadıkızı değil de Kadıoğlu? (Kadı kızı deyimi o kızda bir kusur olduğu ve ancak bu kusurun bağışlanabilirliği anlatılmak istendiğinde akla gelmektedir.)
Babasının oğlu olarak anılmak gereksinimi ne zaman başlamıştır? Türkler henüz Orta Asya’ da iken çocuklarına Metehanoğlu, Hülaguhanoğlu gibi adlar vermiyorlardı. Kimse de onları bu adlarla çağırmıyorlardı. Karaman beyine kadar ve belki bir süre daha Selçuklular ve Anadolu Selçukluları kimliklerini korumayı başarabilmişlerdir. Ama Arap kültürüne hayranlık, çocuk ile baba arasındaki ırsîyet ilişkisinin öne çıkartılmasına neden olmuştur. Selman bin Abdülaziz, Muhammed bin Selman gibi. Yani Abdülaziz oğlu, Selman oğlu gibi… Yahut Nora bint Muhammed bin Selman gibi. Yani Selman’ın oğlu Muhammed’in kızı gibi…
Osmanlı’da bu hayranlık devam etmiş Tanzimat ile biraz tavsamıştır. Araplar yukarıda örneğini verdiğimiz gibi (bin) yanında (bint) eklerini de kullanırlarken kadınlara az da olsa bir hak verir gibi yapmışlar fakat Osmanlı onu bile çok görmüştür. Anadolu halkına gelince onlar bunlara hep “Fransız” kalmış ve birbirlerini lakapları ile çağırır olmuşlardır. Çakır Emine’nin küçük kız torunu, Topal Nuri’nin oğlu yahut da Kilimcizade Emin efendinin oğlu gibi… Cumhuriyet döneminde nasıl olduysa bu oğul işi hortlamıştır. Alemdaroğlu, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, Topaloğlu, Yörükoğlu…
Kimsenin üzerinde durmadığı bu konu beni ilkokul birinci sınıfta öğretmenimizin yaptığı yoklamada, okul numaralarımızın sırası ile adlarımızı ve soyadımızı okurken rahatsız etmeye başlamıştı. Yan tarafımda oturan kırmızı saçlı arkadaşım için “… Kerimoğlu” dediğinde “örtmenim o oğlan değil kız” diye itiraz etmiştim. Öğretmen sus diye azarlayınca da içten içe ona kinlenmiştim.
Keşke benim bu duyarlığımı aylaklık olarak düşünmeseler de onca kadın örgütleri, feminist yazar, çizer biraz düşünse ve değerlendirse… Bu örgütler, demokratlıktan, kadın haklarından, cinsler eşitliğinden söz ederler, yeri gelince mangalda kül bırakmazlar ama şu soyadlarındaki anlamsız “oğlu” ekinin kaldırılması için bir yasa önerisi hazırlayamazlar.
Bu konuda özellikle son yarım asırdır kendimize rol model aldığımız Amerikalılar ne yapmışlar diye azıcık araştırdım. 1980’ler Türkiye’sinde ortalığı kasıp kavuran bir Dallas – Ceyar dizisi vardı. (Hakkını teslim edelim, Türk Kültür dünyasının canına okumada çok büyük işler başarmıştır) ABD TV dizisi Dallas’ta Larry Hagman’ın canlandırdığı insafsız iş adamı karakteri J.R Ewing idi. Kısa söylenişi. JR (Okunuşu: Ceyar), İngilizce “Junior” sözcüğünün kısaltmasıdır. Junior, “yaşça küçük kimse”, “genç”, “çocuk”, “ast”, “birinci sınıf öğrencisi” gibi anlamlara gelmektedir.
Aynı şekilde bilindiği gibi George Herbert Walker Bush (1924 – 2018), Amerika Birleşik Devletleri’nin 1989-93 arasında 41. Başkanlığını yapmış bir politikacıdır.
Oğlu 1946 doğumlu George Walker Bush, 2001’den 2009’a kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. Başkanlığını yapmıştır.
President George W. Bush (Bush Jr.) Bu iki başkanı birbirinden ayırmak için Amerikalılar çocuk olana Jr (junior) niteleme sıfatı ekleyerek adlandırmaktadırlar. Onlar böyle bir yol tutturmuşlar. Bizimki gibi Bush’un oğlu dememişler. Bush erkek değil de kız olsaydı sonuç aynı olacaktı. Çünkü junior hem kadın ve hem de erkek için geçerli bir sıfattır.
Dost dosta yaptığımız konuşma İstanbul Hava Limanında dilimle satılan baklavanın pahalılığı ile devam etti. Durdurulamayan enflasyon stagflasyona evrilir mi, bu işsizlik ne olacak, faizin, dövizin yükselişi ne zaman duracak. Satacak bir şeyimiz kalmadı bütçe açığını nasıl kapatacağız, vergilerdeki artışlar hele de şu MTV artışları ne olacak şeklinde kafa patlatan, karpuz çatlatan sorular sorduk, hiç birine aklı başında cevaplar bulamadık.
Dostumuzla koşullar ne kadar kötü olursa olsun umudumuza söz söyletmemeye karar verdik.
Saygılarımla…
04.08.2023
Ali Can Polat