TEŞEKKÜR ETMEK – ÖZÜR DİLEMEK
Teşekkür sözcüğü dilimize Arapça şkr kökünden gelen taşakkur تشكّر “şükretme” sözcüğünden alınmıştır. Kökeni yine Arapça olan şakara شكر “şükretti” eylemidir.
Bu sözcükten türetilmiş bir sözcük de müteşekkir sözcüğüdür. Teşekkür etmek durumunda bulunan, şükran borcu olan anlamına gelmektedir. Şükran da Arapça şukrān شكران z “teşekkür etme, minnet duyma anlamına geliyor. Kısaca gönül borcu diyebiliriz. Minnet sözcüğünün kökeni de yine Arapça inam sözcüğü olup bu sözcük de ihsan, karşılıksız yapılan iyilik anlamına gelmektedir.
Türkçemizde teşekkür sözcüğünü bir ölçüde karşılayabilecek olan sözcük “sağ ol” sözcüğüdür ve bir iyilik, yardım ya da hoşa giden bir tutum ve davranış karşısında o kişiye karşı çok yaşa, teşekkür ederim, senin sağlığını istiyorum anlamlarına gelmektedir.
Bu kavramın yapısını, kökenini burada bırakalım anlamı ve önemi üzerinde biraz duralım.
Teşekkür yapılan bir iyiliğe, bir duruma veya herhangi bir harekete karşı duyulan memnuniyeti, mutluluğu ve gönül borcunu anlatma şeklidir. Bir nezaket sözcüğüdür.
Teşekkür etmek, başlı başına bu ifadeyi kullanmak karşımızdaki insana değer vermek demektir. Teşekkür etmek değer vermenin dolaysız bir göstergesidir.
Maddi veya manevi yararını, desteğini gördüğümüz herkese ve her şeye teşekkür etmek toplumsal yaşamın olağan bir gereğidir.
Teşekkür etmek nazik, kibar insanlara özgü bir davranış biçimidir.
Teşekkür etmenin karşıt kavramı ise bir iyiliğe karşı sessiz kalmaktır. Teşekkür etmekten kaçınmak, sakınmak yalnızca bir görgüsüzlük değil karşısındaki kişiye değer vermemek, o kişinin emeğine saygı duymamaktır.
Teşekkür etmesini bilmeyen bir insan okumuş da olsa kendini yetiştirememiş kaba bir insandır.
Toplumda bir iyiliğe karşı sessiz kalınmaması kadar kötülüğe karşı da aynı şekilde sessiz kalınmaması gerekir. Kötülük karşısında sessiz kalırsak, bana zararı dokunmuyor diye bana ne dersek kötülüğü onaylamış ve o kötülüğe biz ortak olmuş oluruz.
Sessiz kalmak kötülüğün sıradanlaşmasına neden olur. İyilik yapmayı düşünen kişilerin umutlarını kırar. Sonuçta o toplulukta iyilik değil kötülük egemen olur. Toplumda iyilik yerine kötülük kuralları geçerli olur.
Mehmet Necmettin Okyay (1883-1976) İstanbul’da doğup yaşamış hat ve ebru sanatçısı, mücellit (cilt ustası) bir kişidir. Bu kendi kendini yetiştirmiş kişiye ait olan “marifet iltifata tabidir müşterisiz meta zayidir ” şeklinde bir söz vardır. Bu söz dilimize yerleşmiş ve bir deyim halini almıştır. Anlamı kısaca bir sanatçının yeteneği başkaları tarafından takdir edilirse bir anlamı olur ve o yetenek de gelişir demektir. Alıcısı olmayan, değeri anlaşılmayan, anlaşılamayan bir bilimsel ve sanatsal icat, bir ürün kabuğa karışır, o ürün de çöpe gider. Yazık olur. Bu toplumda gelişmeyi önler.
Toplumun yöneticileri tarafından ödül ceza dengesinin kötüden yana bozulması iyilerin enayi, kötülerin ise kurnaz, açıkgöz olmalarına ve toplumda kuralsızlığa, kural tanımazlığa neden olur.
Ödüllendirme-Cezalandırma dengesini toplumda her alana ve özellikle de çocuk ve gençlerin eğitim programlarına uygulayabiliriz. Bu dengeyi adil bir yaşam tarzı haline getirebiliriz.
Toplumda barış ve huzurlu bir yaşam istiyorsak o topluluğun bir bireyi olarak üzerimize düşen görevlerimize duyarsız kalmamız ve görevlerimizi eksiksiz yapmamız gerekmektedir.
- a) Kötülüğe karşı iyiler ile birlikte olmak ve karşı çıkmak
b) Yapılan bir iyiliğe karşı da en azından bir teşekkür etmek
Hiç de zor olmayan, insana hiçbir şey kaybettirmeyen ama çok şey kazandıran iki davranış biçimidir. Seçim bize kalıyor.
Özür konusuna gelince: Bir insanın eylemlerinin nedenleri ve sonuçları bellidir. Bu eylemler çoğu kez üzerinde düşünülerek, tasarlanarak yapılmışlarıdır. Bazı eylemler ise kişinin kusuru yüzünden veya o işe karşı gerektiği gibi özen göstermemesi, bir öngörü eksikliği nedeniyle gerçekleşmiştir. Yine bazı eylemleri de kişinin istemi dışında ve hatta başkalarınca da öngörülemeyen nedenlerle oluşmuştur. Bunlardan ilki için hukukçular kasıt, ikinciler için kusur ve ihmal sonuncular için de kaçınılmaz durum terimlerini kullanmaktadırlar. Kişinin sorumlulukları da ilkinden sonuncuya doğru azalarak belirlenmektedir.
Halk arasında kullanılan özür sözcüğü 1-Bir kusurun, bir eksikliğin, bir suçun elde olmadan yapıldığını öne sürme ya da bunun hoş görülmesini gerektiren bir neden olarak anlaşılmaktadır.2- Ayrıca özür sözcüğü bozukluk, eksiklik, elverişsizlik ve sakatlık anlamında da kullanılmaktadır.
Topluluk halinde yaşamanın en önemli koşulu bireylerin hak ve özgürlük alanlarına karşılıklı olarak saygı gösterilmesidir.
İnsanların yukarıda sayılan eylemleri önceden belirlenmiş yazılı veya sözlü kurallara aykırılık oluşturuyorsa toplumun yine önceden belirlenmiş organlarınca yargılanır ve kasıt, kusur şeklindeki nitelemelerle suç olarak tanımlanıp cezalandırılmaktadır. Alınabilecek tüm önlemlere karşın gerçekleşen kaçınılmazlık (gayrı kabil-i içtinap) durumlarında ise bir cezalandırma söz konusu olmamaktadır. Ancak toplumda suç ve ceza tanımları dışında kalan eylemler de vardır. Bunlar için ayıp, dışlama, günah gibi yaptırımlar öngörülüp uygulanabilmektedir. Bütün bu kuralların dışında kalan bir başka alan daha vardır.
İşte o alanda da bir eksiklik, elverişsizlik ve benzeri nedenler bulunabilir. İşte bu alanda kişiler birbirlerinden özür dileyerek bozulan düzeni, barış ortamını, huzuru yeniden kurmak isterler.
Sözcük dilimize Arapçadan gelmiş ve iyice yerleşmiştir. Sözcük Arapça ˁuḏr عذر / #ˁḏr bağışlama kökünden türetilmiştir. Arapça aḏara عذر bağışladı, mazur/ özürlü gördü anlamına gelmektedir. Hemen söylemeliyiz ki; Arapçadaki “ d ” bizim dilimizle söylenirken “ z “ şeklini almaktadır. Arapçada ve Osmanlıcada ad, adu, adû sözcükleri düşman anlamına, aduv sözcüğü de bağış yapmak anlamına gelmektedir. Buradan düşmanca olduğu düşünülen bir davranışın bağışlanması anlamını çıkarmaktayız.
Özür sözcüğü ile bağlantılı olan mazeret, mazeretli ve mazur sözcükleri de bulunmaktadır. Bunlar da özür ve özürlü anlamlarına gelmektedir. Mazereti nedeniyle örneğin okula, işe gidememek, mazeretli sayılmak veya davranış ya da tutumunun belli nedenlerle mazur görülmesi, sayılması gibi…
Özür sözcüğünün sözlük anlamı bu şekilde açıklanabilir. Özür dileme eyleminin anlamı ise: 1-Yapılmış olan bir yanlıştan, yanlış anlaşılan bir sözden veya uygun olmayan bir tutum ve durum nedeniyle kişinin karşı taraftan bağışlanma isteğidir. 2- İkinci olarak da kişinin kendisinden istenen veya beklenen bir şeyi somut ve anlaşılabilir bir özrü nedeniyle yapamayacağını bildirip bağışlanmasını dilemesidir.
Özür dilemenin önemine gelince: Bilindiği gibi insanların, topluluk halinde yaşayan bireylerin söz ve eylemleri kusursuz değillerdir. Kaldı ki söz ve eylemlerin anlamları zamana ve yere göre de değişebilir, görecelidir. Herkes zaman içinde yanlışlar yapabilir. Bu yanlışların düzeltilmesi ve bozulan dengenin eski haline getirilmesi için kişinin, bireyin yanlışını kabul etmesi düzeltme için karşıdan bağışlanma, hoş görülme isteği ve bir daha aynı şeyin olmayacağını bildirmesi özür dileme ile gerçekleşir. Bunun için uygun sözcüklerin, cümlelerin kullanılması da gerekmektedir. Konusu suç veya günah olan şeyler için özür dileme söz konusu olamaz. Bunlar için hesaplaşma yerleri yargı organlarıdır veya insanın inanç dünyasıdır.
Özür dilemenin ve özrün kabul edilmesinin bir anlam ifade edebilmesi için tarafların bu durum öncesi var olan dengenin geri gelmesi konusunda anlaşmış olmaları gerekir. Bunun için de tarafların iyi niyeti zorunludur. Özür dileme veya diletme taraflardan birinin diğerine üstünlüğünü kabul ettirme aracı olmamalıdır.
Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır. Tövbe ile özür arasında bir yakınlık ilişkisi bulunmaktadır. Her ikisinde de bir pişmanlık ve ilerde aynı şeylerin olmayacağı, yinelenmeyeceği yönünde kişinin söz vermesi, taahhüdü vardır.
Özür dileme dürüstlük, ahlak ve erdem kavramlarıyla doğrudan ilgilidir. Özür dilemekten kaçınmak veya sakınmak ise o kişinin kişilik yapısındaki bir soruna işaret etmektedir. Bu sorun karşımıza kendini beğenmişlik ve kibir olarak çıkmaktadır. Bu türdeki insanlar, kendilerinin yanlış yapmadığı, yapmayacağı şeklinde (bir tür narsisizm) kendilerini koşullandırmışlardır. Bu insanların özür dileyince toplumdaki saygınlıklarından bir şeyler yitirecekleri konusunda bir korkuları vardır. Oysa gerçek durum bunun tam tersidir. Özür dileyen kimse kendi dışındaki insanların gözünde daha da büyür, bilgelik katına yükselir. Erdemli ve dürüst niteliklerini kazanmış olur. Kibirli insan saygınlığını korku salarak sağlayabildiği halde özür dileyerek kendisinin de yanlış yaptığını, yapabileceğini kabul eden kişi yarattığı sevgi ortamı ile saygınlığını daha da pekiştirir. Çünkü çevresindeki insanlar bu dürüstlükten kendilerine bir zarar gelmeyeceğini kabul etmiş olurlar. Özür dilemeden bir yaşamın sürdürülmesi akılcı da değildir. Çünkü bu durumdaki kişi yarattığı korkuya dayalı düzenin sürdürülebilmesi için elindeki güçleri sonuna kadar kullanmak zorunda kalır. Bunu kendisi için bir varlık-yokluk/ beka sorunu olarak kabul etmektedir. Örneğin korunmak için savunma hatta olası bir saldırı düzeneği oluşturur. Kendisine hiç gerekmediği halde koruma orduları oluşturur. Bunun için hem kendi fiziki gücünü ve hem de parasını harcar. Oysa bu potansiyel gücü çok daha verimli alanlarda kullanabilir.
Bu korkuların giderilmesi elbette psikologların, psikiyatristlerin konusudur. Ancak sağlıklı, barış ve huzur içinde yaşayan bir toplum düzeni için özür dileme kültürünün aile ve okulda ebeveyn ve öğretmenlerin görevi olduğunu belirmemiz gerekmektedir.
Mitolojiye göre titan soylu Theia ile Hyperion’ un birleşmesinden doğan Astraios Güneş tanrısı Helios’un kız kardeşi şafak tanrıçası Eos ile evlenmiştir. Bu evlilikten 4 çocuk doğar. Boreas (poyraz), Euros, Notos (lodos) ve Zephyros. Bunlar sırasıyla Kuzey, Doğu, Güney ve Batı rüzgârlarının tanrılarıdır. Bunların içinde Batı Rüzgârlarının tanrısı Zephyros en yumuşak olanıdır. Baharın ve meyvelerin muştucusu olarak bilinir. Ona Roma’da Latince Favonius derler. Zephyros’ un Trakia’da bir mağarada yaşadığı düşünülürdü. Daha sonra o güneye doğru yer değiştirmiştir. Anadolu’da Ege kıyılarında dolaşırken Chloris ile Romalılarca Flora olarak adlandırılmış olan Çiçeklerin Tanrıçası ile tanışır. Ancak Flora ona yüz vermez. Zephros bu duruma içerler ve çok üzülür.
Zephyros da az hırlı değildir, sabıkalıdır. Apollon’un erkek arkadaşlarından Hyacintos, Apollon ile disk atma oyunu oynarlarken araya girer ve kardeşi Boreas’a özenip ters bir rüzgâr olur, eser ve disk Hyacintos’un kafasına çarpar. Zavallı oracıkta ölür. Hyacintos’un akan kanlarından, Ovidius’a göre çok üzülen Apollon’un gözünden akan yaşlardan sümbül adını verdiğimiz o güzel çiçek oluşur.
İşte bunun gibi tanrımız Zephyros’un yine erkekliği tutar ve sevgili, güzel tanrıçamız Flora’ yı kuytu bir yerde yakalar ve ona tecavüz eder. Ama yine işler düzelmez, aksine daha da bozulur. Zephyros üzgündür, pişmandır. Ama Flora’ ya olan aşkı da her geçen gün biraz daha artmakta, tutkuya dönüşmektedir.
Bir zamanlar yardımına koştuğu, Psike ile olan aşklarında çöpçatanlık rolünü üstlendiği Aşk Tanrısı Eros’a koşar. Eros da kendisine yapılmış olan yardıma karşılık verme zamanı geldiğini görünce o ünlü oku ile Zephyros’ un yardımına yetişir. Tam kalbinden vurulan Flora de Zephyros’a kör kütük âşık olur. Hiç yanından ayrılmaz. Gerçekten ayrılmaz, ünlü ressamların ünlü tablolarında, heykelcilerin heykellerinde hep yan yanadırlar.
Zephyros Flora’ ya bir çiçek verir. Barışırlar. Sonra, sonra bu çiçek verme işi Ege kıyılarından yıllar, yüzyıllar içinde dünyanın her yanına yayılır. Sevgililerden erkeğin kıza çiçek verme geleneği böylece doğmuş, yayılmış olur. Elbette çiçek bir sevginin dışa vurumudur, bir sevgi simgesidir ama altında yatan gerçek, erkeğin pişmanlığı ve özür dilemesidir.
Elbette öykünün sonunu merak ediyorsunuz. Söyleyeyim. Chloris/Flora Zephyros/ Favonius Eros’un oku ile arkadaş, dost sevgili, âşık olmuşlardır ve şimdiki Bodrum’u kendilerine yurt edinirler. Yuvalarını Saint Jean kalesinin olduğu yere yaparlar. Adını Zefirya koyarlar. Gerçekten de bu bölgenin adı Bodrum’dan önce Aziz Petrus’a yollama yapılmış haliyle Petrium, ondan önce ise Halikarnasos’tur. Daha önceki adı da Zefirya’dır.
Flora ile Zephyros’un evliliklerinden bir oğlan çocuğu olur. Adı Karpos’tur. Bugün karpuz olarak yediğimiz meyvenin adı buradan gelmektedir. Karpos Trailles (Aydın) ve Miletos yakınlarında Irmakların tanrısı Meandros’un (Menderes) oğlu ile tanışır. Irmakta yüzerlerken Karpos akıntıda kaybolur ve arkadaşı Kalamos çok üzülür, yemeden içmeden kesilir ve ırmağın kenarında kurur kalır. İşte o sazlıklar bizim bu Kalomos oğlandır. İstanbul’da Kalamış semtine de adını veren budur. Kalamos zaman içinde Arapçaya girmiş ve kalem adını almıştır. Sazdan yapılan kalem mürekkebe batırıla batırıla neler yazdı neler… Aslında o mürekkep Kalamos’un gözünden akan yaştır.
Şimdi de daha çok Avrupa’da uygulama bulan bir geleneği göz önüne getirelim. Erkek sevdiği kadına sevgisini göstermek için bir dizini yere değdirir diğer ayağını arkaya uzatır. Adına reverans dediğimiz işte o seremoni… Bir eli ile de şapkasını çıkarır ve göğsüne, yüreğinin üstüne koyar. O arada kadın elini erkeğe uzatır başı önünde erkek bu eli öper, öper gibi yapar. Kadın bir çift laf edene kadar gözlerini yukarıya kaldırmaz. Nasıl, bizim mitolojimizdeki Flora ve Zephyros öyküsüne benziyor, değil mi?
Aynı şekilde diz çökme ve selam verme, saygı gösterme kral ve konuğu arasında da geçerlidir.
Umarım Zephyros ile Flora’ nın öyküsünden sıkılmamışsınızdır. Aslında ben en başta Alessandro Botticelli’nin Primavera tablosundan, Venüs’ün, Aphrodite’nin doğuş sahnesinden bir şeyler anlatmak, özellikle Batı dünyasının sanatçılarının bu konudaki resim ve heykellerinden söz etmek isterdim ama konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmamak için burada bitirelim.
Dedik ya Bodrumun Halikarnasos’tan önceki adı Zefirya idi diye. Şimdiki Kale’nin olduğu yer o tarihlerde ana karadan ayrı imiş daha sonra deprem ve diğer doğal olaylarla aradaki kısa bölüm dolmuş. Bu günkü halini almış. Kalenin olduğu yerde de bir saray varmış. Sarayın adı da Zefirya.
ZEFİRYA
Trakia’dan çıktım yola
Kalimnos’tan, Kos’tan, Leros’tan
Gözlerden gönüllerden
Koşarak geldim Myndos’tan
Mavi gökten, mavi denizlerden
Selam getirdim Latmos’tan
Başım döndü sevgilerin yücesinden
Adıma Zefiros derler
Annem Eos, babam Astraios
Endamını, rengini, kokusunu sevdim Flora’nın
Koştum peşinden
Kardeşlerim Notos’dan, Boreas’dan
Ayrıldım kardeşim Euros’dan
Estim usuldan usuldan
Tuttum sevdiğimin ellerinden
Yurt kurduk, yuva kurduk
Bu ellere Zefirya dedik.
Bodrum’un en eski ve halen en büyük kooperatifi olan AKTUR tatil sitesinde Denizlerin mavisi ile göklerin mavisinin birbirine karıştığı dünya harikası Gökovayı sanki kucaklıyor gibi iki kolu arasına almış bir tepede, site yönetimi küçük kaleyi Kültür ve Sanat Merkezi haline getirdi. Bu yerin adını benim önerim doğrultusunda ZEFİRYA koydular. Bir anlamda bu yerin isim babası oldum. Bu ad ile bu bölgenin gece ve gündüz kara ile deniz arasında esen ve Bodrum’u bunaltmayan, üşütmeyen o rüzgârının, melteminin, imbat rüzgârının tanrısını yaşatmış olduk. Bu kültür ve sanat yuvası 12.07.2019 tarihinde görkemli bir törenle açıldı ve her yıl başta Gümüşlük Uluslararası Klasik Müzik Festivali olmak üzere birçok sanat faaliyetine ev sahipliği yapmaktadır.
Özür dilemek ve teşekkür etmek konusunu kapatmadan önce bir de diz çökmek ve diz çöktürmek kavramlarına değinmek gerekmektedir. Bu iki olay sorunların karşılıklı konuşarak çözümlenemediği durumlarda güç kullanılması ve taraflardan birinin pes etmesi anlamına gelmektedir.
Asıl olan ve istenen şey güç değil konuşma ve anlaşma, diyalog ve diplomasidir. Güç ancak bir saldırının uzaklaştırılmasında kullanılmalıdır. Güç yolu ile hak elde etme artık bu yüzyılda rafa kalmış olması gereken bir şeydir. Eski ve ortaçağlarda güç sorun çözme aracı olarak kabul edildiğinden diz çökme ve diz çöktürme de kavram olarak sorun yaşayan tarafların dillerinde yerini almaktadır. Bu iki kavramın arkasında yatan kin, kibir, nefret ve intikam duyguları vardır. Oysa toplumsal yaşantının çimentosu sevgi ve saygı olmalıdır, olabilmelidir.
Saygılarımla…
05.02.2023
Ali Can Polat