İZLANDA  – ICELAND

 

İZLANDA  – ICELAND

 

Adı buzlar ülkesi anlamında, belki yüzü soğuk ama yüreği,  gönlü sıcak, sımsıcak bir ülke İZLANDA
Buzul ve gayzer zıtlığının ortasında yüzü gülen insanların yaşadığı bir ülke İzlanda.
Avrupa haritasını elinize aldığınızda sol üst köşede yakaya takılmış bir rozet, bir broş gibi duran, kavgadan gürültüden uzakta, savaş nedir bilmeyen bir ada ülkesi.
Yüzölçümü 100 bin km2 kadar. 2019′ da güncellenen bilgilere göre nüfusu 350 bin civarında.  Yanlış duymuyorsunuz sadece 350 bin. Yani km2′ ye 3,5 kişi düşüyor. Türkiye ile karşılaştırır isek;  84.000.000/789.000= 106 kişi sayısına ulaşıyoruz.

Bir yanda buzullar, eriyen buzullardan oluşan şelalelerden metrelerce aşağıya dökülen gürül gürül, bir yanda gayzerlerden bomba gibi patlayıp göğe yükselen sular, buharlar…  Bir yanda içinde yürüyebildiğiniz deprem fayları, bir yanda donmasın diye alttan ısıtılmış yollar. Yanardağlardan geriye kalan donmuş lava kanalları.
Bir plaj düşünün, sanki bilinmeyen dünyalardan birileri gelmiş sağlam, binlerce bazalt sütunu yan yana dizmiş ve siz onların arasında… Reynisfjara Plajının kumsalında yürüyorsunuz.  Sanki birisi gelmiş siyah çini mürekkebini boydan boya dökmüş gibi.  Avucunuzun alabildiği kadar bu taşlardan toplamaya çalışıyorsunuz. Parlak ve simsiyah… Bütün sahil simsiyah kum, çakıl ve taş.
Gezimiz sırasında İzlanda’da taş koleksiyonerliği ile başlayıp sonra dünyanın değişik coğrafyalarından topladığı taşlarla kocaman bir müze kuran o hanımın bu uğraşına hem şaşırmış hem de biz de yapabiliriz diye güzel bir imrenme duygusu ile hayranlığımızı ifade etmiştik.

THY uçağı ile başkent Reykjavik’e indik. Kısa bir yolculuktan sonra burası kalacağınız otel dediler. Kentin toplam nüfusu 120 bin. Ama öyle demeyelim ülke nüfusunun 1/3 ‘ü burada yaşıyormuş. Otelimiz Raddison ‘a geldiğimizde bir film çekimi varmış izin isteyerek çıktık, odamıza yerleştik. 50 metre ilerimizde Millet Meclisi binası, Parliament House (Althingishus)’ un tam karşısındayız. Tur otobüsü bizi bıraktıktan sonra meclisin otoparkına gitti, kaldı. Ne koruma var ne de herhangi bir güvenlik sorunu.  Odamızdan gelip giden milletvekillerini seyrediyoruz. Çoğu yayan gelip gidiyor.

İzlanda’yı konuşmaya başlarken flora ve faunadan önce toprağın fiziki yapısı ve iklim koşulları öne çıkıyor.
İzlanda’dan derin bir fay hattı geçiyor. Ülkenin bir yarısı Avrupa’dan Amerika’ya doğru kayıyormuş. Bu kayışın her yıl için ortalama bir santimi bulduğu söyleniyor. Yeryüzü volkanik yapının tipik özelliklerini gösteriyor. Grönland  ve Arktik denizine daha yakın olan yerler daha çok yağış alıyor. Yağışların çoğu kar şeklinde. Biz ağustos ayında gittik ama ülke genellikle soğuk. Toprakların büyük kısmı buzlar, buzullar altında. Mevsim yaz olduğundan her taraf yemyeşil. Bazı yerlerde toprak ve taşlar simsiyah bazı yerlerde otlar ve kalıntıları basılınca süngerimsi bir doku oluşturuyor. Kuzey ışıkları, arurora borealis burada fantastik görüntüler veriyor. En güzel zamanı mart ve eylül aylarıymış. Yılın yarısı karanlıkta geçiyor.

Fest’in rehberi İlknur bu ülkeyi çok sevdi. Buraya ayak basar basmaz kanat takıp uçuyor. Şimdi adını anımsayamayacağım ama adı tahmin edebileceğiniz gibi  …dottir diye biten rehberimiz çok ciddi, ufacık bir durumda bile yanakları kızaran birisi. Her sorumuza yanıt vermeye çalışıyor. Yanılmayayım diye ister inanın ister inanmayın bizim çeyiz sandığı gibi bir sandığa dünyanın kitabını, belgesini toplamış. Otobüste her anlattığını bunları kaynak göstererek kanıtlıyor.

Otobüs yolculuklarımızda rehberimiz ve başta Rahmi arkadaş olmak üzere tüm arkadaşlar bir yanda rehberin anlattıklarına kulak vermekle birlikte kendi aramızda akla gelmez oyunlar icat ediyor bir yanda da otobüsün penceresinden olan biteni seyrediyoruz.

Doğada kendi halinde dolaşan koyunlar görüyoruz. Yeşilliklerin arasında beyaz koyunlar. Bazıları uzaktan papatya tarlası gibi bir görüntü veriyor. Gördüklerimiz hep bir büyük iki küçük koyun. Ne iki ne de dört, hepsi üç.  Hep üçerli dolaşıyorlar

Kafaya fena halde taktık. Sonunda rehbere sormaya karar verdik. Her sorduğumuza anında cevap veren çok bilgili rehberimiz bu kez tekledi, bilemedi. Bilemediği için olacak utanıp yanakları bir kez daha kızardı. Bilemiyorum dedi, ama araştırırım dedi. Dediğini de yaptı. Gece dersini çalışmış, ilgililere sormuş öğrenmiş, ertesi gün sabah İlknur’dan öğrendiği  “gunaydin”  kelimesiyle bizi selamladıktan sonra hemen anlattı… Meğer bu koyunlar suni döllenme yolu ile üretiliyormuş. Her koyuna iki tane yavru doğurtturuluyormuş. Dişi olanlar hayatta kalıyor, erkekler kasaba gidiyormuş. Şimdi bu gördüklerimiz bir anne, iki kardeşmiş. Anlatılanlar ilginç geldi ama yavruların başka annelere gitmemesi bize daha da ilginç geldi.

Yerel rehberimiz bir kez evlenmiş ama boşanmış. Burada evlenme de, boşanma da büyük prosedürlere bağlı değilmiş. Taraflar karar verince evleniyor, karar verince boşanıyorlarmış. Eğer ortada bir çocuk varsa çocuğun tüm geleceği anne ve babanın doğal güvencesi altındaymış.  Ama asıl güvenceyi devlet sağlıyormuş. Bizi boşandığı kocasının yanına götürdü. Sanki evlilermiş gibi bir sarılma bir öpüşme. Sanırsınız bunlar hiç boşanmamışlar… Şakalaşmalar, gülüşmeler. İki kafadar arkadaş bunlar. Doğrusu imrenerek seyrediyoruz.

Bu rehberimiz ile sohbet ilerledikçe o da havaya girmeye başladı. Bize İzlanda’yı anlatıyor. Biz dinledikçe İzlanda’ya aşık olmaya başlıyoruz. Ne yapsak, buralara gelip yerleşsek mi, acaba diyenlerimiz bile oldu.
Reykjavik’te gezerken dikkatimi çekti, merakımı dizginleyemediğim için sordum.

Sevgili…..dottir, ülkeniz soğuk ama evlerinizin cephelerinde pencereler çok büyük, neredeyse hiç duvar yok. Niçin? Ayrıca yine neredeyse hiç perde yok. Olanlar hep bir kenara toplanmış, niçin?
Verdiği cevap:
Efendim, bizim soğuk ile ilgili bir sorunumuz yok. Petrolümüz, doğalgazımız var. Ayrıca ülkenin her yanı jeotermal enerjiden çok ucuzuna yararlanıyor.
Bizim asıl gereksinimimiz ışık, aydınlık. Çoğu zaman karanlıkta uyanıp, karanlıkta uyuyoruz. Biraz daha güneşten yararlanabilmek için pencerelerimizi büyük tutuyoruz, diyor. Ama diyorum gece ve perdeler yine açık. Devam ediyor.
Bu evde perde yok, ne görüyorsun? Hanım mutfakta yemek hazırlıyor, ötekinde evin beyi çocuğuna ders çalıştırıyor. Bir diğerinde de iki insan sevişiyor. Herkesin yaptığı birbirine çok yakın, çok benziyor. Kim ne yaparsa yapsın, kime ne, sana ne?

Bir kimseye zararı yoksa bırak dileyen dilediğini yapsın.
Doğru dedim, barış, huzur ve özgürlük bu. Unuttuğumuz şeyler… İçimde güzel duygular kıpır kıpır olmaya başladı. Yüzümün kaslarının gevşediğini hissettim.

İzlanda’da isimler ya “son” ile veya “dottir” ile bitiyor. Oğlan çocukları babalarının, isterlerse annelerinin isimlerinin sonuna bir “son”,  kız çocukları da bir “dottir” ekliyorlar, isim böylece oluşuyor. Yani Ahmet oğlu, Mehmet veya Ayşe kızı der gibi. Eskiden hep baba ismi esas alınırmış, şimdi dileyen annenin dileyen babanın ismini esas alıyormuş.
Bir başka gün, avukatlığımın verdiği bilgi avantajından hareketle bizim… dottir’i fena sıkıştırdım. Söyle bakayım sizin ülkenizde kaç tane hapishane var?
Kadıncağız üzüldü büzüldü, bizim ülkemizde sadece bir tane hapishane var, o da pek güzel değil dedi. Kaç hükümlü ve tutuklu var dedim. Elindeki broşürü karıştırdı, oradan okudu. 21 kişi varmış, dedi. Bunlardan 18 tanesi yabancı uyruklu, kalanı İzlanda vatandaşı…
Aldığım bu cevaplardan sonra sorduğuma, soracağıma pişman olduğumu tahmin etmişsinizdir.
İzlanda’ da nüfus az, yerleşimler seyrek. İnsanın aklına asayişin, güvenliğin nasıl sağlandığı geliyor. Karakol aramaya başladım. Yok… Yok gerçekten. Derken bir tane gördük, daha doğrusu bana Rahmi arkadaş gösterdi. Karakol dediğimiz de bir küçük kulübe. Kapısında paslı bir kilit, kilidin deliğinde bir ot filizlenmiş.
Şimdi, sırtımı arkadaşlara döndüm, ellerimi cebime sokup gözümü erken kararan gökyüzünün derinliklerine çevirdim. Düşündüm, düşündüm.

Daha eski yıllarda bir uzak doğu seyahatimizde arkadaşlarla konuşmamız sırasında bu kısa notu anlattığımı anımsıyorum. İsviçre’den kalkmış bir gurup ekonomist Bhutan’a gelmişler. Asya’nın bu fakir ülkesini merak etmişler. Gerekli yerlerde incelemelerini yapmışlar. O zamanki kral tarafından da kabul edilmişler. Bizim çok akıllı ekonomistler oksidantal alaycı bir bakış açısıyla krala bir soru sormuşlar. Söyle bakalım sizin ülkenizin GSYİMH’ sı kaç dolardır?

Kral anladım der, önce siz bana kendi ülkenizin GSYİ Milli Mutluluk Hasılasını söyleyin…
Elbette bizim kafadar ekonomi uzmanı olan profesörler kralın karşısında sus pus.

Bu ilginç ziyaretin olumlu yanı kapitalist ekonomik sistemin rakamlarla ifade edilmeye çalışılan kalkınmışlık tanımlarının gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu ve kalkınmışlık tanımının daha geniş çevrelerde tartışılır hale gelmesi, doğru tanımlama için başka ölçütlere gereksinim olduğu düşüncelerine ulaşılmasıdır.

Aradan yıllar geçti, biraz önce BBC ‘nin internet sayfasından bir haber gözüme ilişti. Katrin Jakobsdottir, biz diyor, büyümeyi değil insana öncelik tanıyan mutluluk ekonomisine geçiyoruz diyor. Ve devam ediyor. Yaşam kalitesini, yalnızca ekonomik veriler üzerinden değil, mutluluk perspektifinden değerlendirmeliyiz. Yarın bize çocuklarımız, ‘Gezegeni niye kurtarmadınız?’ diye sorduğunda, kapitalizmi ayakta tutmaya çalışıyorduk’ demek istemiyorum, diyor…
Katrin 43 yaşında İzlanda başbakanı… Bu sözleri Londra’daki Chatham House da söylemiş.
Sevgili başbakan bana söyleyecek bir şey bırakmamış. Ben yalnızca şunu ekleyeceğim. İzlanda dünyanın şu anda en mutlu dört ülkesinden biri…

İzlanda halkı senin dinin mezhebin nedir, ne değildir diye hiç ilgilenmiyorlar. Çoğu ya ateist veya bu konulara hepten duyarsızlar. Papaz kilisede ne derse desin cemaat yine bildiğini okuyor. Biz ziyarete gittiğimizde üç çocuk en tiz sesten ağlama şarkılarına devam ediyordu. Ardından ellerinde müzik aletleri rock’cu bir grup hücum etti. Bize de aman sessiz olun uyarısı yapıyorlar. İzlanda’da az sayıdaki kiliselerden en büyüğü ve en önemlisi Hallgrimskirkja, Lüteryen bir anlayışla ve ekspresyonist bir tarzla inşa edilmiş. Karşıdan bakıldığında Reynisfjara kaya sütunlarını kopyalamış gibi en yükseği 75 metre, ortada yüzlerce beton sütun yan yana getirilmiş gibi. Sadelik ön planda ancak içerdeki org anılmaya değer. Unutulacak gibi değil. 15 metreye yayılmış tam 15.275 borudan oluşuyormuş. 25 ton ağırlığında imiş. Kilise, şair ve rahip Hallgrimur adına yaptırılmış. Bu kadar anlattım ama bu orgda bir eser dinleyemedik. Bize rastlamadı. Kilisenin önünde bir heykel var. İzlandalı kâşif Leif Eriksson’un heykeli. Leif Kızıl Erik’in babası, Amerika kıtasına ilk ayak basan Avrupalı. Bu yüzden önemli bir isim.

Jónsson, 1901 yılında Kopenhag’daki Charlottenborg sanat fuarında Outlaws sergisi ile bir heykeltıraş olarak rolünü belirledi. Bir kez daha, konu eski haydutların eski İzlanda halklarını çağırıyor. Sergi kataloğunda hikâyenin bir suçtan mahkûm olan ve karısı ve çocuğuyla birlikte İzlanda yaylalarına kaçan bir adam olduğu belirtiliyor.

Eser, insanı karanlıkta bir mezarlığa giden yolda gösteriyor. Karısının cansız bedenini sırtında, çocuklarını kollarında taşıyor. Yorgun ayak seslerine ve kederli ifadesine vurgu yapılır. İşe doğalcı yaklaşım, her detayın net bir şekilde görünmesini sağlar. Genel olarak, Outlaws izleyiciden duygusal bir tepki gerektirir ve mahkûm edilen kişinin hissettiği yalıtımı ve yabancılaşmayı aktardığı şeklinde yorumlanabilir.

Jónsson, ülkedeki vatandaşlarından, özellikle konu seçiminde, Outlaws için çok övgü aldı. Sanatçılar, İzlanda halkının esere sahip olmasını diliyordu ve 1904’te eserler Ditlev Thomsen adlı işadamı tarafından satın alındı ​​ve İzlanda milletine sunuldu. 1920’de Einar Jónsson Sanat Müzesi’ndeki ana galeride durduğu yere yerleştirildi

Gezi ve yazı devam edecek

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.