TESTOSTERON EGEMENLİĞİ

 

TESTOSTERON EGEMENLİĞİ

(Domination de la Testostérone)

Toplumsal yaşamın her alanında, hem Batı ve hem de Doğu Kültürlerinde cinsler arasında erkek lehine bir ayrımcılık olduğu ve bu ayrımcılığın toplumu yöneten töre, gelenek, din ve hukuk kurallarıyla korunduğu, yaratılan algılarla bu durumun doğallaştırıldığı görülmektedir.

Ortadoğulu üç dinin yazılı verilerine baktığımızda tanrının, Allah’ın eril olduğunu, erkek şeklinde tanımlandığını görmekteyiz.

Ve O eril güç bir şekilde konuşmakta, insanlara bir söz söylemektedir. Seçilmiş kişilere kitaplar göndermektedir.
İncil “önce söz vardı” diye başlıyor.
Kuran da “ikra” sözü ile başlamaktadır. Okunması için bir sözün söylenmiş veya yazılmış olması gerektiğine göre İslam’ın da aynı şekilde söz ile başladığını söylememiz yanlış olmaz.

Latin dilinde testament(um) yani ahit sıradan değil tanrının verdiği sözdür, bir anlaşmadır, ahitleşmedir.
Nitekim İsrailoğullar’ının dininin kitabının adı “Vetus Testamentum” eski ahit ve İsa’nın peşinden giden Hıristiyanların kitabının adı da “Novum Testamentum” yeni ahittir.
Roma Kültüründe “pacta sunt servanda”- ahde vefa kuralı ile anlatılmak istenen sözün her şeyden önemli olduğudur. Herkes sözünün hizmetçisidir.

Aynı şekilde Roma Hukukunda vasiyet sözcüğünün karşılığı da “testamentum” dur. Yani bir kimse sahibi olduğu şeyler için ölüme bağlı bir tasarrufta bulunduğunda testamentum denilen belgeyi düzenlemesi veya düzenletmesi gerekmektedir.

Tanık ve tanıklık ya da şahit veya şahitliğin yani bir şey veya olay hakkında bilinenleri söylemenin Latince karşılığı da testament, Fransızca temoin, İtalyanca testimone ve İngilizce’ de de testimony’ dir.

Sözcük,

Latince ”testimōnium” kökünden geliyor. (testə + mōnē)
Latince ”testi(s)” + ”mōnium” kelimelerinin birleşiminden oluşan ”Testimōnium” kelimesi de ”testislerini tutan” anlamına geliyor.

Latinler mahkemede tanıklık yapmaya başlamadan önce neden ”testislerini tutan” sözcüğünü kullanmışlar?

Antik Roma’da, mahkemede tanıklık yapanlar yemin ederlerken kendi testislerini tutarlarmış. Bu ritüel “eğer yalan yere yemin edersem soyum kurusun” anlamına geliyormuş. Demek ki soyun devamını sağlayan testisler en önemli değer yargısı olarak kabul ediliyor.

Bu geleneğin Roma’ya Ortadoğu’dan geldiği söyleniyor. Ortadoğu coğrafyasında birbiriyle anlaşma yapanlar, anlaşmalarına bağlı kalacağını belirtmek için günümüzde, özellikle kurban alım satımında olduğu gibi el sallayıp sıkışmazlar, birbirlerinin testislerini tutarlarmış. Yani yeminin bu şekli “sözünü tutmazsan bu bana senin soyunu kurutma hakkını vermektedir” anlamını içermektedir.

Olympos mitolojisine göre gök tanrısı Uranos yer tanrıçası Gaia ile evlenir, bir dizi çocukları olur. Uranus bu çocukların bir gün gelip kendi egemenliğine son vereceği korkusuna kapılır ve doğan çocukları analarının karnına geri sokmaya yani toprağa gömmeye başlar. Hesiodos’un Thegonia’sında, bize anlattığına Anne Gaia bundan acı duyar, kabul etmez, oğulları Kronos’un eline bir tırpan tutuşturur, Kronos da bu tırpan ile babası Uranos’un testislerini keser, kopartır. Akan kanlardan öç alma tanrıçası Erinys ve Akdeniz’in sularına sıçrayan spermlerden de aşk ve güzellik tanrıçası Afrodite meydana gelir.

Yukarıda Roma mahkemelerinde tanıklık yapanların ant sırasında testislerini tutma şeklindeki uygulamanın Ortadoğu coğrafyasından alındığı söylense de Roma ve Olympos Panteon’una ait olan bu mitolojik öykü dolayısıyla bu uygulamanın yerli de olabileceğini göstermektedir.

Ortadoğu kültürlerinde dinsel kitapların adlarından insanlar arasındaki ilişkilere kadar her yerde ve her şeyde erkeklik hep ön planda tutulmuş, eril gücün simgesi olan testisler ve onun sözü kutsallaştırılmıştır. Bu durum, ekonomik gücün, mülkiyetin erkeğe ait olduğunun kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Şeyler ve köleler üzerinde tasarruf etme hakkı erkekte olduğu için örneğin vasiyet düzenlenmesinde de erkeğin sözü esas alınmıştır.

Bir mesleği öğrenen ve bunu icra edecek olanlar da mesleğe başlamadan önce yemin ederler. Örneğin avukatlar veya doktorlar daha önce şekli ve metni belirlenmiş olan sözleri tekrar ederler.
Yeterliği o mesleği yapmaya uygun bulunanlara bir “testimonial” belgesi, bir bonservis (=Fr. témoignage) verilmektedir. Anadolu’da bir dönem geçerli olan Ahilik sisteminde de bele kuşak bağlanması gibi benzer ritüeller uygulanmıştır. Bu belgeyi almış olan kişi mesleğini etik kurallar doğrultusunda icra edeceğine ilişkin ortak kutsal değerler üzerine, onur, şeref, tanrı gibi şeyler üzerine söz vermekte, ant içmektedir. Sözlerini tutmazsa gerekli cezayı şimdiden kabul etmiş sayılmaktadır. Ahi kurallarına göre meslekte kusur edenler için pabucun dama atılması bu anlayışın bir sonucudur.

Benzer şekilde kral kılıç kuşanıp taç giyerken veya milletvekilleri seçildikten sonra göreve başlamadan önce görevlerini tanrı, vatan ya da halk yararına yapacaklarına ilişkin onurları, şerefleri, namusları üzerine söz vermekte, ant içmektedir.

Mahkemelerdeki tanıklık sırasında yapılan andın, yeminin şekli zaman içinde birçok değişikliklere uğramıştır. Roma’da bir dönem uygulanmakta olan testis tutma ritüeli Roma’da ve Konstantinopolis’de, Hıristiyanlığın devletin resmi dini olarak kabul edilmesinden bir hayli zaman sonra yerini İncil üzerine el koymaya bırakmıştır. Bu İslam dünyasına Kuran’a el basma, elini Kuran kitabının üzerine koyarak söz verme, yemin etme biçimiyle yansımıştır.

Kıta Avrupası dışında Anglo-Sakson ve Anglo-Amerikan Hukukun benimsendiği ülkelerinden bazılarında örneğin Birleşik Devletlerde 1774 sonrasında sağ elin kalp üzerine konması veya parmaklar açık olacak şekilde yine sağ elin havaya kaldırılması şekline dönmüştür.

Bizim mahkemelerimizde tanığın ant içmesi yöntem olarak daha basit ve dinsel öğeler karıştırılmadığı sürece daha seküler niteliktedir.

Bizim sistemimizde tanığın andı sırasında mahkeme salonlarımızda, (5271 sayılı CMUK’ nun 55/2. fıkrasında ve HMUK’ nun 233/5. fıkrasında) herkes ayağa kalkar sözleri ile kurallaştırılmıştır.

Yargılama sonucu varılan hükmün açıklanması sırasında da benzer bir durum söz konusudur.
Ancak yargıcın veya yargıçların bu kuralın dışında tutulması anlaşılabilirse de savcının ayağa kalkmamış olmasının hiç bir haklı açıklaması yoktur. Çünkü savcı bir taraftır. Davalı, davacı ya da sanıktan, onların vekili olan avukattan hiç bir farkı bulunmamaktadır. Yapılacak ilk değişiklikte bu yargılama kusurunun giderilmesi gerekmektedir.

Tanık, mahkemede davanın konusu ne olursa olsun bir olay hakkında bildiği doğruyu yargıca söylemek zorundadır. Tanığın yemini ve yemin işlemi sırasında herkesin ayağa kalkması da toplum olarak birlikte yaşama irademizi doğrulamak anlamını taşımaktadır. Aynı şekilde taraflardan birinin veya vekillerinin iddialarını ileri sürerlerken veya savunmalarını yaparlarken ya da yargıcın yargılama sonucunda vardığı hükmünü açıklarken ayağa kalkılması aynı toplumsal sözleşmenin bir gereğidir. Daha açık söylemek gerekirse insanla insan arasında ve insanla toplum arasında verilmiş olan sözün birlikte yaşama iradesinin bir kez daha tekrar edilmesi anlamını taşımaktadır.

Ancak ara kararı okunurken tarafların veya vekillerinin ayağa kalkmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Ara kararı duruşmanın o günkü oturumu sonunda bir sonraki oturuma kadar yapılması gereken işleri gösterir bir kararıdır. Örneğin dosyada, yapılamayan tebligatın bildirilen adreste yapılması, dosyanın bilirkişiye sevki, bilirkişi ve sair masraflarını taraflardan birisi tarafından yatırılması hakkında verilmiş olan bir kararın yukarıda anlatmaya çalıştığımız “söz”ün anlam ve önemi ile hiç bir ilgisi ve bağının olmadığı açıktır. Bu uygulamanın da gerek hukuk ve gerekse ceza yargılama usul yasamıza uygun olarak sona erdirilmesi, bu konuda son zamanlarda ortaya çıkan gereksiz tartışmalara bir son verilmesi beklenir.

Anadolu’da Ma ya da Marienna, Hitit dünyasında Kupapa veya Hepa, Suriye’den Arabistan yarımadasına kadar yayılan bölgede Lat, Girit’te Rhea, Phrygia’da Kybele, Lykia’da Leto olarak yaşayan ana tanrıçalar Efes’te karşımıza Artemis olarak çıkmaktadır. Çok göğüslü (polymastos) olarak yontulmuş olan bu çok güzel heykel tanrıçanın doğaya egemenliğin ve bereketin simgesidir. Ne var ki; Anadolu’nun bu anaerkil yapısı uzun sürmemiş, pagan dönemden başlayarak erkek egemenliği öne çıkmıştır. Hıristiyanlık bu coğrafyaya egemen olduktan sonra bu durum erkek lehine kalıcılaşmıştır. Erkek, üretim araçlarına ve kölelere sahip olduğu gibi kadının yaşamında da söz hakkı elde etmiştir.
Efes ‘li Herakleitos’a yaşamın süreğenliği ve döngüsü düşüncesini kazandırmış olan Artemis’in genç kızlığı, kadınlığı ve anneliği simgeleyen üçlü yapısı Aziz Paulus’tan sonra parçalanmış genç kızlıktaki bakireliği kutsanmış, çokça öne çıkartılmış, kadınlığı ise göz ardı edilmiş ve sonuçta bir kereye özgü bir çocuk doğurma işlevi ile donatılmış olan Artemis doğallığından kopartılmış, örtülere sarılmış ve iyi, güzel bütün özellikleri tek tek çıkarılıp Meryem ana ikonuna taşınmıştır.

Benzer transformasyonlar değişik şekillerde İslam’da da söz konusudur.

Tarihsel ve mitolojik arka planını açıklamaya çalıştığımız gibi eril güç, erkek egemenliğinin etkinliği sürekli vurgulanmak istenmektedir. Bunun yine tarihsel ve antropolojik nedenleri konunun uzmanlarınca irdelenmiş, anlatılmıştır. Biyolojik ve fizyolojik nedenlerine gelince: Erkeğe eril gücü sağlayan kafatası içinde yer alan cella Turcica içindeki hipofiz bezidir. Talamus bezinin hemen altında bulunan bu bez insan bedeninde bir maestro görevi yapmaktadır. Bilinen yedi tür hormon salgılar bu hormonlarla bir denge kurmaya çalışır. Bu hormonlar arasında Gonadotrop hormonlar folikül uyarıcı hormon (FSH) ve Luteinize edici hormon (LH) ile kadınlarda yumurtalıkları etkileyerek yumurtlama ve östrojen salınımını denetler Erkeklerde de testislerden testosteron salgılanması ve sperm yapımını düzenlerler.
Eğer hipofiz bezi bu görevini yapamaz ise veya görevini yapamaz hale getirilirse düzensiz testosteron artışı saldırganlık yaptırırmış.

Bazılarının ısrarla ve inatla iddia ettiği gibi dünya bir östrojen testosteron savaşı değildir.
Doğu kültürünün en önemli göstergelerinden birinin yin ve yang olduğu, yaşamın düalizmi, karşıtların birliği ve bu birlikten yaşamın varlık kazandığı gerçeği unutulmamalıdır.
Kadın ile erkeğin doğalarının farklı olduğu tartışmasızdır ama doğada diğer canlılarda olduğu gibi insanların da bu farklılıklarıyla birlikte bir arada yaşamaları ve yaşamı yeniden daha güzel örnekleriyle yaratmaları mümkündür.

Ne yazıktır ki; insan topluluklarında neolitik dönemden başlayarak mülkiyet duygusuna paralel olarak gelişen erkek egemenliği toplumda bilerek ve isteyerek sürekli kışkırtılmaktadır. Yanlış algılar oluşturulmakta bu algılar, töre, ahlak, namus kavramlarıyla, din ve hukuk kurallarıyla desteklenmektedir. Son çözüm toplumda mülkiyet kavramının yeniden tanımlanmasıdır.

Kışkırtma konusu biyolojik ve sosyolojik yönleriyle daha derinden incelenmelidir. İnsanın algı dünyasını etkileyen toplumun kültürel yapısı mutlaka irdelenmelidir. Clericalist söylemlerin ve kapitalizmin dizgin tutmaz kâr hırsının kurbanları olmadan, o tuzaklara düşmeden televizyonlardaki bir dondurma külahını yalayan reklamlara kadar hepsinin mercek altına alınması gerekmektedir. Toplumda çocuğa ve kadına yönelik şiddetin kökenlerinde eril gücün yüceltilmesi, dişil gücün bastırılması acı gerçeği yatmaktadır. Toplumun tüm kesimlerinde ağır bir eğitim, tedip-terbiye yanlışı vardır.
Doğadaki tüm canlıların erkek ve dişisi bir arada birlikte doğanın düzeni ve barışı içinde yaşamaktadır. İnsanlar arasındaki ilişkileri anlayabilmek için insan dışında kalan canlıların yaşantılarına bakmakta büyük yararlar vardır. Örneğin, doğada hiçbir aslanın, hiçbir kuşun yetişkinliğe erişmemiş yavrusu ile cinsellik yaşadığına tanık olmuyoruz. Ama insan soyunda böyle durumlara hiç de azımsanamayacak sıklıklarla karşılaşıyoruz. Bu duruma verilecek tepki bağırmak, kızmak ya da toplumun yargı sistemi içinde biraz daha ağır cezalar önermek değildir. Doğanın işleyişinden doğru dersler çıkarmalıyız. Yukarıda da değinmeye çalıştığım gibi diğer canlılardan aklı ile ayrılan insan niçin bu hale geldi, bu sorunun yanıtını bulmamız gerekmektedir. Şekli ve ağırlığı artan beynimizin frontal bölgesinde korteksde yer alan ve bizim rasyonel kararlar vermemizi sağlayan lobumuz paryetal bölgelerin saldırısı altındadır. İnsanoğlunun bu saldırının mağduru olmaktan kurtarılması gerekiyor.

Özellikle yaşadığımız yüzyılda tırmanmakta olan ve eril şiddet içeren olaylarda “kışkırtma” olgusunun yalnızca sonuçlarını değil Dr. Erdal Atabek’in “Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık” adlı yapıtında gösterdiği gibi bu nedenleri daha derinden incelemeliyiz.

Bin yıllardan beri yalnız ülkemizi değil dünyamızı da kapsayan bu yanlış yönelimlerin giderilmesi elbette zaman alacaktır. Ancak kültürel yapımız öncelikli olmak üzere bir yerlerden başlanması gerekmektedir.

Zorunlu hallerde bu eylemlerde bulunan kişiyi cezalandırmaktan önce farmakolojik yöntemlerle thalamus, hipothalamus ve hipofiz bezinin çalışması kontrol altına alınabileceği gibi insan bedeninin eğitimle, spor ve sanatsal eylemlerle bir katharsise tabi tutulması da düşünülebilir.

Biçim ve içerik tartışmasına girerek yeni bir polemik yaratılmasının bir anlamı yoktur. Ama bilinen diyalektik bir gerçek de bu iki öğenin birbiri ile etkileşim içinde olduğudur. Toplum bilimciler ve hukukçular bu gerçeğe uygun olarak üzerlerine düşen ödevleri yerine getirmelidirler.

Saygılarımla…
Av. Ali Can Polat
21.01.2020

 

Yorum bırakın:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.