YABANCI DİLLERDEN ALINAN KAVRAM VE TERİMLER SORUNU
Yabancı dillerden aldığımız sözcükler her zaman lengüistik sorunlara neden olmuştur. Benim kanımca, bunun en önemli nedeni, bizim dilimizin Ural-Altay dil ailesi içinde, sözcük alıp kullandığımız dillerin ise daha çok Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almış olmasıdır. Bu iki dil grubundan birinin diğerine üstün oluşu gibi bir düşünce herhalde söz konusu olamaz ancak bu iki dil grubu fonetiğinden, semantik ve morfolojik özelliklerine kadar birçok yönden çok farklıdırlar. Söz ve sözcük dizilişleri farklı, önek ve soneklerle sözcük türetmeleri farklıdır. Batı dilleri için yaşanan bu sorunlar, Sami dilleri için de geçerlidir. Ne yazık ki; anadilimiz dönemin yöneticilerince önemsenmemiş, tam tersine her zaman yabancı dillerden alıntılar yapılmıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 13 Mayıs 1277′ de, yani Osman beyin beyliğini ilan etmesinden 22 yıl önce, duyurduğu “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’ den başka dil konuşmayacak” şeklindeki buyruğu Türkçeyi devlet dili yapmaya yetmemiş, ondan sonra gelenler Arapça ve Farsçayı harmanlayarak Osmanlıca adıyla yeni, Esperanto bir dil (!) yaratmışlardır. Köksüz, temelsiz bu dil benzeri şey dar bir çevrede iletişim aracı olabilmiş ama toplumu ileri götürememiş, bilim ve sanat dünyasının seyircisi durumuna getirmiştir.
Kültürler arası ilişkiler hiç kuşkusuz diller arasında da sözcük alış verişlerine neden olurlar. Bilim ve teknolojinin, kültür ve sanat uğraşlarının gelişmesiyle yeni kavram ve terimlerin gündelik yaşantımızda yer alması doğaldır. Ancak bu yenilikler başka topluluklarca alındıklarında bunların kavram ve terimlerini de zorunlu olarak kabul edilirler. Bu sorunların üstesinden gelebilmek için öncelikle bu dilleri iyi bilmek ve doğru kullanmak gerekmektedir. Daha sonra bunların anadilde karşılığı varsa veya anadilde var olan sözcüklerle o anlam karşılanabiliyorsa o sözcük, kavram veya terimler kullanılmalıdır. Elbette karşılığı bulunmayan şey veya olaylarla ilgili bir zorlama yapılması gerekmemektedir. Bunlar çok zor şeyler değildir. Örneğin personel computer (PC) yerine pekâlâ bilgisayar kavramı önerilmiş, benimsenmiş ve kullanılmıştır. Bugün birçokları personel computer dendiğinde boş boş bakarken aynı kişiler bilgisayar dendiğinde ne denmek istendiğini hemen anlayabilmektedir. Hatta çocuklarımız, adlarından önce bilgisayar kavramını öğrenmektedirler. Aynı şekilde le centre commercial veya the mall veya shopping center demiyoruz AVM diyoruz ve geçiyoruz. Buna karşın yerleşmiş olan bakkal veya kahvehane kavramlarından Azrailden kaçar gibi kaçıyoruz. Anglo-Sakson hayranlığımız yüzünden anadilimizi unutuyoruz. Cumhuriyet öncesinde Tanzimat kafalı aydınlarımızın da Fransızca hayranlığı vardı.
Bunun nedenleri en başta o kişilerin söz konusu yabancı dili ve kendi anadillerini iyi bilmemesidir. İkincisi yabancı sözcük kullandıklarında kendilerine toplumda daha üstün bir yer açılacağına olan aşağılık duygusudur. Kendi hiçliklerini, zavallılıklarını yabancı sözcük kullanarak örtmek isteyişleridir. Bu ifadelerle amacın yabancı düşmanlığı veya yabancı dil düşmanlığı olmadığı açıktır. Aksine hem yabancı ve hem de anadilin çok iyi bilinmesine vurgu yapılmak istenmektedir.
1930’lu yıllarda başlatılan anadilin arındırılması ve öz Türkçeleştirilme çalışmaları sanıldığının aksine, onca suçlamalara karşın büyük ölçüde başarılı olmuştur. Dilimiz yabancı dillerin saldırısından bir ölçüde kurtarılabilmiş, korunabilmiştir. Halk kendi arasında bildiği şekilde konuşup anlaşabilirken devlet ile olan ilişkilerinde yazılanları da kendisine söylenenleri de hiç anlamıyordu.
Örneğin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu veya Kanun-i Esasi dendiği anda Çince konuşuyormuş gibi şaşırmaktayken bunların yerine Anayasa sözü önerilince ve kullanılmaya başlanınca babadan, anadan miras kalmış bir şeye kavuşmuş gibi sevinmiş ve bu sözcüğe, bu kavrama sımsıkı sarılmıştır. Artık bu sözcüğü onun dilinden söküp almak tümüyle olanaksız hale gelmiştir.
Yine bir yargıç, karşısına çıkarılan bir sanığa hakkındaki suçlama konusunu anlatmış ama sanık hiçbir şey anlamamış, dışarı çıkınca hâkim sana ne dedi, suçun neymiş diye sorduklarında ben Anayasayı tangur tungur etmişim diye yanıt vermiş. Ne sanık ve ne de köydeki arkadaşları tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs sözlerinden zerrece bir şey anlamamışlardır. Şimdi de onca okumuş dokumuşlar bile bu üç sözcüğün anlamını doğru düzgün açıklayamazlar. Çünkü bu sözcükler Anadolu insanının anadilinde yoktur. Arapçadan Farsçadan getirilip bu halka zorla dayatılmıştır.
Son zamanlarda eskiye özentiden başka bir şey olmayan eskimiş, Arapça sözcükler yeniden dolaşıma sokulmak istenmektedir. Tevafuk, mutmain, istikşâfi ve benzeri sözcüklerin hangi gereksinime yaradığını anlamak zordur.
Türk Dil Kurumunun kurulması ve yaptığı işleri eleştirenlerin hostes sözcüğü iiçin önerilen “gök konuksal avrat” kavramı gibi bazı başarısız girişimleri dillerine dolayıp özünde gerekli ve zorunlu olan bu girişimi karalamaktaki amaçlarını anlamak da gerçekten zordur. Bir başka örnek verelim. Batıda da tarihsel geçmişi çok eski olmayan ekonomi sözcüğünü ele alalım. Arap ve Osmanlı dünyası bu sözcükten o tarihlerden tümüyle habersizdi. Osmanlı ekonomi sözcüğünü anlamlandırmak istemiş ve o günkü kültür birikimleri doğrultusunda buna karşılık olan bir sözcük üretmeye çalışmıştır. Arapça ḳṣd kökünden gelen, yazılı örneği bulunmayan *iḳtiṣād إقتصاد sözcüğünden esinlenilerek yoktan yaratılmıştır. Arapça ḳaṣd قصد “1. tam hedefe yönelme, 2. doğru yol, amaca uygun, mutedil” sözcüğünün iftiˁāl vezni mastarıdır. Yani eleştirilen Cumhuriyet dönemi dilcileri gibi daha öncesinin Osmanlı düşünürleri, okuryazarları da önlerine gelen bu soruna haklı olarak bir çözüm aramışlardır. Çözüm olarak da bu iktisat sözcüğünü üretmişler, imal etmişlerdir. Cumhuriyet dönemi dilcileri bu yapay durumdan rahatsız olmuşlar ve başka bir girişimde bulunmuşlardır. İktisatlı olmak, tutumlu olmak düşüncesinden hareket ederek ekonomi ve iktisat sözcükleri yerine “tutumbilim” sözcüğünü önermişlerdir. Ama tutumbilim toplumda beklenen karşılığı bulmamış, tutulmamış, tutunamamıştır, Sonra da unutulup gitmiştir. İktisat ve ekonomi kavramları şu anda yarışı at başı sürdürmektedirler.
Dil çalışmalarında her öneri yerini bulacak diye bir koşul bulunmamaktadır. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Şiir ve edebiyat alanında birçok yazarımız bilinçli olarak dil oyunlarına girmektedir. Bunların bir kısmı toplumca benimsenmekte ve çoğunluk tarafından kabul edilerek yaygınlaşmakta veya benimsenmeyerek kitabın o sayfası çevrildiğinde unutulup gitmektedir.
Bu noktada Prof. Dr. Doğan Aksan hocamızın “Her Yönüyle – Dil – Ana Çizgileriyle Dilbilim adını taşıyan TDK 2003 yayını bir yapıtın 3. Cilt 56. Sayfasından şu sayısal verileri burada anımsatmak istiyorum. 1965 yılında bir araştırma yapılmış, bu araştırmada o yıllarda yayınlanan gazetelerdeki haber nitelikli yazılardan 200 sözcüklü parçalar içinde yerli ve yabancı ögelerin saptanması yapılmış. Bu karşılaştırmadan 1931-1946-1965 yıllarını aradan çekerek aşağıya çıkardım. Aşağıda yıllara göre bu araştırmanın konusu, yapılan metinlerdeki Türkçe, Arapça ve Farsça sözcüklerin oranları görülmektedir.
1931: Türkçe % 35-Arapça % 51-Farsça % 2
1946: Türkçe % 57-Arapça % 28-Farsça % 3
1965: Türkçe % 60-Arapça% 26-Farsça % 1
Bu veriler TDK ‘nın o tarihlerde yaptığı çalışmaların başarıya ulaştığının kanıtıdır. Eğer o çalışmalar yapılmamış olsaydı bugün dilimiz ve iletişimimiz nasıl olurdu onun değerlendirmesini okurlara bırakmak isterim.
Dil üzerine yapılan çalışmalar bir kurumun tekelinde olmadığı gibi o kurumun çalışmaları ile de sınırlı değildir. Bugün eline kalemi alan veya toplumda tekli veya çoklu ortamlarda düşüncelerini dile döken herkes eğrisiyle doğrusuyla bu dilin gelişimi veya körelmesi için bir şeyler yapmaktadır. Örneğin bir şairimiz çıkıyor yazdığı şiirde belli bir zamanı ifade etmek için “temmuzlayın” kavramını kullanmaktadır. Bu öğleyin sözcüğüne bir yollama olarak düşünülebilir ama şiirsel anlatım içinde insanın duygularında temmuz ayının sıcaklığını yaşatan çok güzel bir kavram icadıdır. Kimileri varsın uydurukça desin. Su kendi yolunu kendisi bulmaktadır.
Ne var ki; bu iyi niyetli uğraşların sonuçları sınırlı kalmaktadır. Bugün neo liberal ekonomi sistemlerinin benimsenip uygulanmasıyla dil de bu sistemin kontrolüne girmiş durumdadır. Günümüzde en ünlü şairin, en ünlü tiyatro, roman, öykü yazarının en güzel önermeleri bile okuyucusu veya seyircisiyle sınırlı kalmaktadır. Bu sayılar da her geçen gün acıklı bir şekilde azalmaktadır. Dün Namık Kemal’in Vatan adıyla sahneye konmuş tiyatrosu halkı heyecanlandırması üzerine Abdülhamid iktidarının sansürüne uğramıştır. Nice sonra Vatan Yahut Silistre adıyla sahnelenebilmiştir. Bugün William Shakespeare’ in Macbeth adlı ünlü yapıtını da sahneleseniz bu toplumu oluşturan insanları 10 saniye süreli herhangi bir reklam filmi kadar etkileme şansınız bulunmamaktadır. Bu elbette bir sonuçtur. Bu sonuca nasıl ulaşıldığını iyi düşünmek ve bundan dersler çıkartmak zorundayız.
Eğer dil konusunda bir iyileştirme düşünülüyorsa bu olanakları, bu yöntemleri onlar kadar ustalıkla kullanmak zorundayız.
Yazının baş kısmında konuşulan yerli veya yabancı dilin iyi bilinmesinden ve doğru kullanılmasından söz etmiştim. 1940’lar Türkiye’sinde, halkımızın yüzlerce yıldır tanıma ve öğrenme olanağı bırakılmayan dünya klasiklerinin Türkçeye kazandırılması için olağanüstü güzel bir girişimde bulunulmuştur. O tarihlerde Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol gibi insanlarımız bir araya getirilerek bir “Tercüme Bürosu” oluşturulmuştu. O insanların özverili çalışmaları sonucu insanımız oturduğu köhne evinden batıya geniş bir pencere açmıştır. O insanlarımız o günün koşulları içinde benzersiz çalışmalar yapmışlar ve her çevirileri bugün bile yerli ve yabancı araştırmacıların yollama yaptıkları kaynak gösterdikleri çeviriler olma başarısını göstermiştir.
Ne var ki; 1950’li yıllarla başlayan dönemde bu girişim sona erdirilmiş ve adeta bu insanların yaptıklarının tersi yapılırsa iyi olacak der gibi bir yola girilmiştir. Türkçenin iyi bilinip doğru kullanılması alaya alınmıştır. Cumhuriyet öncesinde Fransız hayranlığının yerini bu kez Anglo-Amerikan hayranlığı almıştır. Dilimizin en güzel lehçesi olarak kabul edilen İstanbul ağzı yok sayılmıştır. Kıyı köşede “varoş” kültürü ve dili topluma dayatılmıştır. Şarkıcısı, türkücüsü, sinemada konuşanı dili bozma yarışına girmişlerdir. Olacak yerine olcak veya olucak yahut yapacağız yerine yapcaz demek, üç yaşında bir çocuğun dil acemiliğiyle konuşmak ve yazmak hüner sayılmış, düzgün konuşanlarla monşer ağzı diye alay edilmiştir. Kabalık, şiddet, görgüsüzlük, açıkgözlük ve bilgisizlik hoş karşılanmış ince, zarif, çalışkan, hoşgörülü olan insanlar aşağılanmıştır.
İletişim araçları arasına televizyonların ve daha sonra da sosyal medyaların girmesiyle işin rengi daha da değişmiştir. Televizyonları ayakta tutan onlara verilen ilanlar ve reklamlarıdır. Reklamları veren üretici veya tedarikçi firmalardır. Bu firmaların biricik amacı en fazla kârı kasalarına koymaktır. Reklamın amacı ürünü tanıtmak değil ürünü yarım yamalak gösterip insanlara ne pahasına olursa olsun onu satmaktır. Reklamlarda izlenen yöntem insanların dillerini doğru, düzgün kullanmak değil onların insani duygularını kullanarak insanları kandırmak, o ürünü almaya ikna etmektir. Bu amaca ulaşmak için her yol onlar için uygun, onlar için mubahtır. Onlar için dilin konuşulması dilin incelikleri içinde dünyanın güzelliklerinin farkına ve tadına varılması değildir. Onlar için dil duygu işareti, emojiler gibi, görülünce veya duyulunca işte bu denecek simgeler aktarımından ibarettir.
Yukarıda önemine değindiğim çeviriler televizyon programlarında daha da öne çıkmaktadır. Yıllar öncesinde Digitürk abonesi olduğumda yabancı kanallardan seyrettiğimiz belgeseller çok ilgimizi çekiyordu. Ancak seslendirmeler olağanüstü kötü idi. Örneğin sağ tarafımızda uzanan muhteşem buğday tarlaları diye söze başladığında dikkatimizi çeken şey sağ tarafımızın göl ile çevrili oluşu sol tarafımızda ise sıradan bir mısır tarlası olduğu idi. Bu ve benzer saçmalıklara dayanamadığımız için aboneliğimizi sona erdirmek zorunda kaldık. Yine bu televizyon filmlerinde ve hatta sinema salonlarında gösterilen filmlerde o kadar belden aşağı, o kadar argo konuşmalar oluyor ki; bizler şaşırıp kalıyoruz. Ben hala bu filmlerin senaryolarının gerçekten böyle mi olduğu veya bizimkiler mi bu kadar küfür doldurduğunu merak ediyorum. Dolayısıyla seyredemiyoruz. Biz seyredemiyoruz ama toplumun büyük çoğunluğu seyrediyor veya seyretmek zorunda kalıyor. Sonra da en azından her bir seyirci karşımıza küfürbaz olarak çıkıyor. Yabancı dillerde belki bir anlamı olan ama Türkçemizde bir anlam ifade etmeyen birçok sözü dinlemek zorunda kalıyoruz. Örneğin 115 dakikalık bir filmde oyuncular kaç kez “lanet olsun” diye bağırır. Geçenlerde bir televizyon kanalında pazarlama-belgesel türü bir program seyrettim. 30 dakika içinde 25 kez (aman tanrım), 20 kez (vay canına), 15 kez (harika) 13 kez (bayıldım), 10 kez (inanılmaz) ifadelerini saydım. Sonuçta ben pes ettim, program devam ediyordu. Bir de seslendiren kişilerin sesleri benim yaşımdaki bir kişi 10 yaşındaki bir çocuk sesi ile konuşursa ne yaparsınız? Sanırım siz de benim gibi seyretmeme hakkınızı kullanırsınız. Haber programları da ayrı bir sorun. Eskiden spiker belli saatlerde haber bültenini okur biz de dinler, televizyonda ise seyrederdik. Şimdi spiker değil haber yorumcuları var. Sanki haberi bana okuyunca ben anlayamayacakmışım gibi bana o haberi yorumluyorlar. Hele de o el, kol hareketleri ve yüzündeki mimikler. Dolayısıyla televizyonu da kapatıyoruz. Biz kapatıyoruz ama herkes seyretmeye, dinlemeye devam ediyor. Sonra ne oluyor, haberi değil haber yorumunu öğreniyor. Bunu öğrenirken de çoğu kez zorlanıyorlar. Televizyonlarda dinlediklerimiz konuştukları sözcüklerin yarısını da yanlış telaffuz ediyorlar. Birçok sözcüğü belki de ilk kez duyuyorlar ve söylemekte zorlanıyorlar. Hele yabancı sözcükleri söylerken yarım yamalak bildikleri İngiliz aksanına benzetmeye çalışmaları var ya, o zaman basıyorum kahkahayı. Bu insanlar, oraya çıkmadan önce makyaj odasına girmesini biliyorlar ama ellerine alıp haberin yazılı olduğu kâğıda bir kez bile bakmıyorlar.
Toplum ile ilişki içinde bulunan kişiler dile daha çok özen göstermek zorundalar ama bunun tersini görüyoruz. Bir tur şirketi ile Fransız Rivyerasında gezi yapıyoruz. Nice’e geldik. Rehber müşterilerine kent hakkında bilgiler vermeye çalışıyor. Bu karşınızda gördüğünüz heykel Nays heykeli diye başlıyor. Siz o tur müşterileri içinde olsaydınız ne yapardınız?
Öte yandan yabancı dillerden dilimize kazandırılan yapıtların çevirileri de üzerinde durulması gereken çok önemli bir konudur. Sansür değil ama bir çevirinin aslına uygunluğu kadar çeviri yapılan dilde de kolay okunup, doğru anlaşılması çok önemlidir. Belki bir kurul denetimi bile düşünülebilir.
Radyo ve televizyonlardaki yayınları denetlemekle ödevli bir kamu kuruluşumuz (RTÜK) var ama bu kurum Türkçenin doğru kullanılması ile hiç ilgilenmiyor. O kurumun amacı çok daha farklı, adeta bir sansür kurulu gibi çalışıyor.
Yabancı dillerde bir anlamı olan ve konuşulduğunda yerini bulan ifadelerin bizdeki anlamları tümüyle farklı olabilir. Bunlar iki dil arasındaki farklar kadar çoğu kez çeviricilerin bu iki dili de, iyi bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Eğer o sözcüğün, o kavramın veya terimin anlam ve kökenini bilmiş olsa çeviriyi doğru yapabilir böyle bir sorun da yaşanmaz.
Örnek
1) Prends-tu le petit-déjeuner/ Kahvaltı ettin mi? prendrez-vous le petit déjeuner. Kahvaltı yapacak mısınız?
2) Prendre une douche / prendre un bain—je veux prendre une douche
Duş almak-yapmak / Banyo almak-yapmak
3) Voulez-vous un thé / je veux boire un café
I want to drink a coffee
Ya da
4) -Bu akşam ne yaptın? –Evde televizyon izledim, hafta sonunda da konser izleyeceğim.
Türkiye’de veya yurt dışında bizi kim zorluyor, çay istiyorum yerine çay alacağım demeye?
İzlemek nedir, izinden gitmek, öyle değil mi? Televizyon olduğu yerde duruyor, onu izlemek, izini sürmek nasıl oluyor? Maç izlenir mi?
Televizyon da maç da, konser de seyredilir. Aynen tiyatroyu seyrederken sesini duyduğumuz gibi.
Görüntü seyretmek eylemi içinde sesleri duymak da vardır. Doğada dolaşırken manzarayı da seyrediyoruz, derenin çağıltısını da, kuşların seslerini de duyuyoruz. Öyle ise televizyonu seyrederken sesi de görüntüyü de aynı kavram içinde algılayabiliriz. Bütün bunlar hurdahaş kültür ortamında zihnimize yapışmış keneler gibi, söküp at atabilirsen! Ama zor da olsa bunu başaracağız.
Nereden gelirlerse gelsin dilimizi yabancı dillerin saldırısından da yanlış kullanmalardan da arındıracağız.
Ali Can Polat
20.04.2022