V İ C D A N
İnsan beş duyusu aracılığı ile kendi dışındaki dünya hakkında bilgiler toplar. Acı, tatlı veya sert, yumuşak gibi. Bu bilgiler bir yandan da belleğe kaydedilir. Bizler bu bilgilere o kişinin kısa, orta ve uzun vadedeki çıkarlarına göre bir süzgeçten geçirildikten sonra bunlara iyi, kötü veya güzel, çirkin gibi adlar veririz.
Bu işleme algılama, işlem sonucunda çıkan şeye de algı diyebiliriz.
Bu algılar, belleğimizde biriktirdiğimiz duygulara, kendi dışımızdaki dünyada ve hatta evrendeki her şeye ve her olaya ilişkin olabilir. Usumuz bunları irdeleyerek, eytişerek kavramları oluşturur.
Koşullar değişince zaman içinde yukarıda sözünü ettiğimiz adlandırmalar, algılar ve kavramlar da elbette değişecektir. Ancak bu değişiklikler kişinin kendisinin, yakınlarının ya da değer verdiği yer ve toplulukların çıkarlarına aykırı olmaz, olamaz. Aykırı olanlar ayrı bir öbekte toplanırlar.
Bunlar günlük kullanımlar için bilinçte ve ileriki zamanlarda kullanılmak üzere bilinçaltında tutulurlar. Başka bir anlatımla bir bilgisayarın sık kullanılan uygulamalarının masaüstünde daha az kullanılan programlarının da hard diskin bir başka yerinde saklanmış olmaları gibi. Biz bunları farkına varmadığımız bir özenle saklarız.
Kavramların anlamlarını doğru öğrenmek ve yerinde kullanmak kuşkusuz gereklidir ve kişi ve kuruluşlar arası iletişimi kolaylaştırır.
Hard diskte kayıtlı bu bilgiler kolayca silinip gitmezler. Delete tuşuna basıldığında silineceğini düşündüğümüz, unutmak istediğimiz ve unuttuğumuzu sandığımız bilgilerin birer kopyaları bir yerlerde dipdiri dururlar öyle ki bu kopyalar derinlerde, giderek çok, çok daha derinlerde insanın genetik yapısının temel yapısını da oluştururlar.
Kişinin kendisi, yakınları veya ilintili olduğu yer ve topluluklarla, düşüncelerle ilgili bir karar vermek veya verilen bu kararı uygulamak gerektiğinde bilinçte ve bilinçaltında saklı bilgiler hemen işlem masamıza üşüşürler.
Bu doğal olan durumu psikologlar incelemişler. Freud’a göre insanı diğer canlılardan ayıran özelliği, onun kişiliği olup karmaşık ve birden fazla parçadan oluşmaktadır. Bizim bir insanda gördüğümüz ve o insanı iyi insan, eli açık veya cimri gibi sıfatlarla anlatmaya çalıştığımız özellikleri onun kişiliğinin görünen bir kısmıdır. Bu kısım bilinç olup aysbergin suyun üstünde kalan, görülen kısmıdır.
Freud’un psikanalizine göre kişiliğin 3 katmanı var. Bu katmanlar
( id),
(ego) ve
(süper-ego) dur. Bu katmanlar birlikte çalışarak insanın karmaşık davranışlarını belirler.
En dipte yer alan ID ‘tir. Doğumdan itibaren var olan tek katmandır.
Kişiliğin bu katmanı tümden bilinçaltıdır ve dürtüsel, ilkel, bazen mantıksız şeylerden ve hayallerden oluşur.
Freud’a göre:
İd, insanın psikolojik varlığının, yaşam enerjisinin kaynağıdır. İd, haz ilkesiyle yönetilir. Yazımızın başında sözünü ettiğimiz duyumlar ve canlıda bulunan üreme dürtüsü gibi.
Herhangi bir canlı kendi varlığına karşı tehlike oluşturan şeylerden kaçar, kendi gelişimine ve rahatına uygun olan şeylere karşı da adeta koşar. Örneğin bir canlı suya yakınlaşır ama ateşten uzaklaşır. Bunlara (naturelle tropisme) doğal yönelişler diyebiliriz. Hiçbir güç bu yönelimleri ortadan kaldıramaz. Bu yönelimler bir süre baskı altında tutulsalar bile bir an gelir mutlaka daha güçlü bir şekilde ortaya çıkarlar.
Ego dediğimiz şeye gelirsek; Ego, insanın id olarak adlandırılan isteklerinin ve dürtülerinin gerçek ile yüzleşmiş halidir. Freud’a göre, ego id’den gelişir ve id’in dürtüleri gerçek dünyada kabul edilebilir duruma getirilir. Ego bilinçte, bilinç öncesinde hem de bilinçaltında çok önemli rol oynar. Çizimde bunların konumları gösterilmiştir.
Egoizm olarak adlandırılan kavram ile burada anlatılmak istenen ego farklıdır. Günlük kullanımda ego, egoizm veya bencillik başkalarına zarar verme veya başkalarının çıkarları karşısında duyarsız kalma ben-merkezcilik hali anlatılmak istenmektedir. O bu bağlamda yazımızın konusu dışında kalır.
Süper-ego ise;
Kişiliğin son katmanı süper-egodur.
Süper-ego, kişinin ailesinden ve toplumdan öğrendiği kural ve düşüncelerin içselleştirildiği kısmıdır.
İnsan kararlarını verirken ona süper-ego yol gösterir.
Süper-ego beş yaşlarında belirmeye başlar. Ateş çocuğun elini yakar, korunmak için ayrıca bir karar verilmesine gerek bulunmamaktadır. Ateşten çocuğun elini uzak tutması sadece bir reflekstir.
Süper-egoyu deyim yerindeyse canlıların damgalanması terimi olarak kullanıyorlar.
Örneğin futbol takımlarından birinin taraftarı olmak bu yaşlarda başlar. Çocuğun az ya da çok din ve milliyet hakkında fikir sahibi olmaya başladıkları dönem de bu yaşlardır. Çocukta aidiyet duygusu bu yaşlarda başlar. Çocuklar ayıp, günah, kutsal, kahramanlık, doğru, yanlış gibi kavramlarla bu yaşlarda tanışırlar. İktidarların kendi insan tipolojisi için eğitime bu yaşlarda başlama istekleri bu düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Süper-ego denilen şeyin de iki bölümü var.
Ego tarafından geliştirilen ideal ve vicdan
İdeal:
Egonun idealize ettiği bölüm iyi ve güzel davranışlar ve bunlar için gerekli kurallardır. Bu davranışlar aile, okul, arkadaş çevresi ve toplumda rol model olan kişi ve onların davranışlarıdır. İnsan bu davranış ve kurallara uymakla başkaları tarafından beğenileceğini, eylemlerinin onaylanacağını, bundan da memnuniyet ve gurur duyacağını, başarılı olacağını bu duyguların kendisinin ve başkalarının hoşuna gideceğini bilir veya öğrenir.
Vicdan:
Bireyin yaşadığı toplumda aile, okul ve arkadaşları tarafından onaylanmamış kural ve davranışlar olup genelde yanlış, ayıp, günah, ihanet ve suç gibi kavramlarla yasaklanıp sonuçları ceza çekilmesi veya pişmanlık gibi yahut dışlanma gibi duygular yaşanmasına neden olurlar.
Süper-ego duvar veya sıva ustasının elindeki mastara benzer. Nasıl usta bu mastar aracılığı ile yaptığı veya sıvadığı duvarın düzgün ve sağlam olup olmadığını kontrol ediyorsa insan da kafasında olmasını istediği ideal ile o şeyin önündeki engelleri, vicdanı arasında karşılaştırır, eylemlerini kontrol eder, bu şekilde yaşamında bir denge kurar.
Yine Freud’a göre süper-ego, davranışlarımızı en iyi şekle sokmaktadır. İd’ten gelen kabul edilemez, gerçekleşemez ve gerçekleşmesi halinde çok büyük sorunlar yaratacak olan dürtüleri bastırmaya ve egonun gerçeklik ilkesi yerine kişinin ideal ölçütlere göre hareket etmesini sağlar.
Bunun adına kültür, çağdaşlık veya uygarlık da diyebiliriz.
Süper-ego bilinçte, bilinç öncesinde ve bilinçaltında yer alır.
Toplumumuzda son dönemde en çok sözü edilen kavramlar akıl, mantık ve vicdandır. Eğer bu kavramların karşılıkları toplumda yeteri kadar bulunmuş olsalardı inanıyorum ki; bu kadar sıklıkla konuşulmayacak ve psikologların, yakın ilişkisi bulunan toplum bilimcilerin çalışma konularından bir tanesi olup kalacaktı.
Yakın uzak çevremizde, ülkemiz ve dünyamızda olup bitenlere uzaktan, kuş bakışı ile bakıp izlediğimizde insanların davranış biçimlerini belirleyen şeyleri mercek altına yatırmamızın yararlı olacağı kanısındayım.
Genel olarak başta şunu söyleyebiliriz;
İnsanın davranışlarını belirleyen koşulların başında, yaşadığı coğrafya, iklim gibi doğal ve yaşamakta olduğu zaman dilimi, kültür ve ekonomik ortamlar gelir. Örneğin sıcak iklim kuşağında yer alanların giyimi ile soğuk iklimlerde yaşayanların giyimleri farklıdır. Sıcak, ılıman iklimlerde yaşayan insanların dünyasını ince, ipekli şeyler süslerken soğuk iklimlerde yünlü, kürklü şeyler dolduracaktır.
Bu farklılıklar sonuçta insanın yarattığı uygarlık açısından bir zenginliği de beraberinde getirir ancak insanın davranışları doğanın işleyişi ile uyum içinde olmak zorundadır. İnsanın doğa karşısında yapacakları, kendi geleceği ve konforu için yapacakları birçok şey vardır. Tarih bu amaçla yapılmış şeylerin sıralamasından ibarettir. Ama bu yapacağı şeylerin bir sınırı da bulunmaktadır. Bu sınır doğanın işleyişine aykırı olan şeylerdir. Örneğin dere yatağına ev yapılması veya canlı türlerinin yok olması ile sonuçlanan girişimler gibi.
Toplumlar, bireylerin davranışlarını düzenlemek başka bir anlatımla süper-egonun işlevlerini yerine getirmesine yardımcı olmak için kurallar koymuşlar, uygulamışlar ve uyulmadığında da bu eylemleri yaptırımlara bağlamışlardır. Bu kurallar örf, töre, anane gibi toplumda geliştirilen yasaklar, adabı muaşeret, görgü kuralları, ayıplamalar, soyutlamalar, dinsel vaat ve korkutmalar yani cennette yaşanacak sonsuz mutluluk vadi ve cehennemde yanma korkusu, sevap ve günah şeklindeki ödül ve cezalar. Ama hepsinden daha önemlisi hukuk kurallarıdır. Hukuk kurallarına uyulmadığında uygulanan yaptırımlar bireyi sözü edilen hakları kullanma özgürlüğünden yoksun bırakmayı amaçlar. Parasal cezalar ve hapisler gibi…
Ancak bu yaptırımların hiç biri vicdan muhasebesinde verilen kararlar kadar etkili değildir. İnsanın içindeki dürtülerin gücü yaptırımlardan daha büyüktür. Yapılması gereken şey bu dürtülerin, egonun yine insanın iç benliği tarafından düzenlenmesidir. Yani bir tür katharsis, bir tür sublimation.
Bunlar da insanın davranışlarına yasaklar koyarak değil o davranışları bilim, sanat ve kültür aracılığı ile eğiterek sağlanabilmektedir.
Conflict of Interest (Çıkarların Çatışması) kavramı bize konuyu anlamada hayli değerli ipuçlarını da vermektedir. Yalnızca bir kamu veya özel kuruluşta çalışmakta olan bir kimse için değil yaşamın her alanında yaptığı iş ile düşündüğü yaşam tarzı arasında bir çelişki olması durumunda kişinin seçimini hangi yönde yapacağı onun iç dünyasına tutulmuş bir ayna gibidir.
Ethos, bireylerin geçmişe ait olan ve onların dünya görüşünü belirleyen yaşamsal alışkanlıklar diye tanımlanabilir. Felsefe’nin bir dalı olan etik, ethosu inceler, nedenlerini araştırır. Ethos, yalnızca bireylerin davranışını değil, aynı zamanda içinde yaşadığı sosyal kurumun ahlaki davranışlarının yapısını nesnel anlamda bir gelenek, öznel anlamda da bir karakter olarak temsil eder. Ethos, belirli bir sosyal topluluğun birliğini inşa eder, onun sınırlarını netleştirerek diğer topluluklardan ayırır.
Örnek vermek gerekirse; karar vermek durumunda olan bir yargıç ailesinden birinin davasına bakamaz, bakmaması gerekir. Ya da bir avukat davacı ve davalının çıkarları çakıştığını bildiği halde ikisinin de savunmasını üstlenemez. Bu sonucu veren eylem ve işlemleri yapamaz. Kamu ya da özel bir kuruluşta ihaleyi açan bir müdür o ihaleye katılamaz, yakınlarının katılmasını sağlayamaz. Sağlamaması gerekir.
Bir başka örnek: Bir hekim düşünelim, bu hekimin savaşta yaralanan bir askeri iyileştirmesi, onu ölümlerden kurtarıp yaşatması üzerine ant içtiği mesleğin bir etik kuralıdır. Ama hekimin bağlı olduğu askeri komutanlığın ödevi de daha çok düşman askerinin savaş dışı bırakılması, daha açık söylemek gerekir ise öldürülmesidir.
İşte bu noktada hekimimiz bir seçim yapmak, bir karar vermek zorundadır. Hekim tam da bu noktada vicdanı ile baş başadır. Bir hekimin vicdanında olması gereken şey günübirlik kabuller değil başta yaşamın ve yaşatmanın tek gerçek seçenek olmasıdır.
Bir başka örnek, insan kendi cinsel gereksinimlerini giderecek şeyler yaparsa hiç kuşkusuz bir doyum sağlar ve bunun sonucunda mutlu olur. Ama kendisi ile birlikte bu eylemleri yapmak istemeyen bir kimseye isteği dışında bunları yapması, yaptırması o kişinin özgürlüğünü yok eder. Cinsellik ne kadar doğal bir durum ise karşı tarafın özgürlüğüne saygı duymak da o kadar normal olmalı.
Bunlardan birisi canlı olmaktan diğeri topluluk halinde yaşamaktan kaynaklanan iki değerli olgudur. Bu anlamda vicdan denen şeyi insanın kendi dışındaki şeylere ve kişilere karşı duyduğu saygı olarak tanımlayabiliriz.
Dünyamızda ve ülkemizde başat üretim biçimi kapitalist sistem tarafından belirlenmektedir. Kapitalizm, 21. Yüzyılda dünyaya dayattığı üretim ve tüketim biçimiyle insanların ihtiyaçlarından ve doğanın kendisini yenileme gerekliliğinden çok bu sistemin iplerini ellerinde tutanların varsıllıklarının büyümesine hizmet etmektedir. İşçisinden memuruna, emeklisine, işsiz gezeninden öğrencisine, esnafından tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylüsüne kadar toplumun her kesimi bilerek veya bilmeyerek bu işleyişin bir parçası olmaktadır.
Bu ekonomik istem insanları, amaçlarını ve hedeflerini düşünmeye bile fırsat bırakmadan sürekli üretmeye koşullandırdıktan başka bu insanları tüketmeye, tüketemediğini israf etmeye zorlamaktadır. Bu sistemin sorgulanması ve değiştirilmesi zamanı gelmiştir.
Sistem insanı öylesine koşullandırmaktadır ki; tüketmediği veya belirlenen kalıplara göre hareket etmediği zaman onların toplumda yaşama, barınma ve varlıklarını sürdürme olanağını ellerinden alınmaktadır. Bir örnek vermek gerekir ise kız ya da oğlan bir genç sistemin öngördüğü tarzda giyinmediği takdirde arkadaşları tarafından alaya alınmakta ve o genç kendisine o topluluktan arkadaşlar edinememektedir veya yaptığı arkadaşlıklarının her birinde sorunlar yaşanmaktadır.
Kapitalist sistem önceki ekonomik sistemlerden miras yoluyla devraldığı din ve etnisite gibi kavramları daha da geliştirerek kendi sınıf çıkarları için kullanmakta ve sık sık savaşlar da çıkartmaktadır. Bu sistemle yönetilen devletlerde yurttaşlar toplumun bir bireyi gibi değil bu şirketlerinin müşterileri gibi düşünülmektedir.
Oysa insanların bundan daha çoğuna, insan olmanın haklı sevinçlerini yaşamaya hakları vardır.
İnsanın, özellikle gençlerin yaşadıkları ve yaşayacakları zaman dilimi açısından gerçekleştirmek istedikleri dünya ile kendilerini çevreleyen koşullar arasında bu isteklerinin gerçekleşmesi için bir dizi seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar. Gençler bizim onlara vermeye çalıştığımız etik değerler ile bedensel veya sosyokültürel gereksinimleri arasında vicdanları ile baş başa kalmaktadırlar. Ya bizim koyduğumuz kurallara uyacak, çalmayacak, yalan söylemeyecek, başkasının haklarına el uzatmayacak veya bunların hiçbirine aldırmayacak. Birincisini yerine getirdiğinde örneğin yeterince beslenemeyecek, yırtık ayakkabı ile dolaşıp arkadaşları tarafından itilip kakılacak ve o çevreden soyutlanacak veya bu sistemin gereklerini yerine getirecek ve sistemin bir insanı olup çıkacaktır.
Vicdan insanın tutum ve davranışlarının kurallara göre ayarlamasını sağlar ama vicdan denen teraziye aşırı yüklenmenin sonucu da o terazinin bozulması, doğruyu yanlışı tartamaz hale gelmesidir. Yani toplumda kişiler arasında fırsat eşitliğini ve adaleti toplumun kurulu muazzam gücüyle yerine getirmeyerek huzur ve refahın, güvenlik ve esenliğin sağlanmasını tek tek kişilerin vicdanlarına havale edersek bir sonuç alamayız. İnsanların bu dünyadaki gereksinimlerini ne cennet cehennem korkusu ve ne de başkaca cezai yaptırımlar durduramaz.
Var olan uygarlığımızın vicdana kaldırabileceğinden çok yükler yüklemesi, din, ahlak, hukuk vb. kural ve yasak koyması öngörülemez sonuçlar doğurmaktadır.
Duyumlarımızın algılanmasında, algıların oluşturulmasında reklam ve propagandaların çok büyük bir rolü vardır. İnsan ihtiyaçlarına konan yasaklar kadar bu ihtiyaçların fazlaca öne çıkarılması, aşırı projekte edilmesi de aynı şekilde tehlikelidir. Her ikisi de insanın değerler sistemini bozar. Ortaya patolojik bir durum çıkar. Bu patoloji karşımıza bazen bir kin, nefret, kıskançlık, intikam bazen içe kapanma melankoli ve bazen da intihardır. Bu hastalıklı durumların iyileştirilmesi çok zordur ve bazen de olanaksızdır.
Yazının başında duyu organlarımızdan merkezi sinir sistemimize ulaşan duyulardan sonra bunlara verdiğimiz adlandırmalardan, algı ve kavrayışlarımızdan söz etmiştik. Biz hangi davranış biçimlerini iyi, doğru veya güzel diye adlandırıyoruz. Örneğin kıskanmak sahip olma duygusunun egemen olduğu topluluklarda çok doğal karşılanırken sahip olmanın ikinci plana düştüğü toplumlarda ayıplanmaktadır.
Yasaklanmış veya abartılmış ihtiyaçlar dilimize de yansımaktadır. İletişim çok çeşitli şekillerde yapabilmektedir. En gelişkin iletişim aracı dildir. Dil bir kültürdür. Eğer bizim kültürümüzde dış dünyadan gelen verilere verilecek ad, bu verileri işleyip belleğimizin bir yerlerine yerleştirecek doğru kavramlar yoksa yani dilimizi iyi bilmiyor ya da iyi kullanmıyorsak işimiz zordur. Daha sonraki aşamalarda bu kavramları kullanarak belirli tutum ve davranışları iyi kötü, güzel veya çirkin şeklinde tanımlamayız. Bize öngörülen kalıplar içinde o şeyin veya olayın iyi, doğru ve güzel olduğunu tekrarlar dururuz. Bu verili davranışı bir de özgürlük olarak tanımlar, kendimizin özgür bir birey olduğunu sanırız.
Vicdan sözcüğü ile ahlak sözcüğü çok kez birlikte kullanılmaktadır. Örneğin “sende hiç ahlak, vicdan yok mu” gibi.
Ahlak ya da sağtöre sözcükleri ile anlatılmak istenen şey en basit anlamıyla, nelerin doğru nelerin yanlış sayıldığıdır. Bu terim genellikle kültürel, dinsel açılardan insanların çeşitli tutum ve davranışlarını yanlış veya doğru sayan bir yargı ve ilkeler sistemi veya inancı için kullanılmaktadır. Örneğin bir kimsenin bir başkasının özel yaşantısına saygı duyması ahlaklı bir davranış olarak kabul edilirken o kimselerin özel yaşantılarına burnunu sokması ahlaksızlık olarak değerlendirilmektedir.
Hiç duraksamadan ve çekinmeden ifade edelim ki; canlı dürtülerinin başında cinsellik, erotizm geliyor. Öte yandan yaşamsal faaliyetlerimizin önemli bir bölümünü bilinçaltımızda yatan ve adına psikologların “id” dedikleri dürtüler oluşturmaktadır. Hepimiz, kendimizin veya yaşadığımız toplumun çıkarlarıyla örtüşmeyen hayallerimizle birlikte yaşarız.
Ne yazıktır ki; içinde yaşadığımız sistemde insanların cinselliği, erotizmi sistem tarafından çok büyük bir kazanç kapısı olarak görüldüklerinden sürekli ısıtılmakta, sıcak tutulmaktadır. Bundan en çok nasibini alan toplum kesimi de erkeklerdir. Erkekler ellerinde bulunan fiziki üstünlüğü de kullanarak bu dürtüleri, taciz, tecavüz ve cinayetlere kadar taşımaktadırlar.
Kadınların da erkeklerden aşağı kalan tarafı yoktur. Onlar erkekler gibi taciz, tecavüz ve cinayet gibi şeyleri gerçekleştiremeseler de günümüzü, gecemizi doldurup taşıran dizi filmlerde ve başka şekillerde anlatıldığı gibi çok önemli görevler üstlenmektedirler. Çünkü kadınların beyni ile erkeklerin beyinlerinin işlemesi arasında bilinen hiç bir fark yoktur. Kadınımız da erkeğimiz de her türlü yanlış algılarla, ön yargılarla donatılıyoruz.
Sistem içinde farklı inanç ve etnisite grupları, aynı topluluk içinde de kadın ve erkek cinsi kutuplaştırılmaktadır. Ayrı kutuplarda yer alanlar birbirleri ile düşmanlaştırılmakta, insanlar birbirlerinin dostu, arkadaşı gibi değil birbirlerinin düşmanı imiş gibi hareket eder hale getirilmektedir. İmece, yardımlaşma ve dayanışmanın yerini eşitsiz koşullarda anlamsız bir yarış almıştır.
Günümüz insanı neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin vicdanlı neyin vicdansız olduğunu ayırt edemez hele getirilmiştir.
Bu üretim ve tüketim tarzının, bu tüketim ve israf kültürünün mutlaka değiştirilmesi zorunlu hale gelmiştir.
Günümüz insanının egosu geliştirilmiş, kışkırtılmış süper-egosu ve vicdanı törpülenmiştir. İnsanlarımız ellerine geçirdikleri fiziki ve ekonomik güçlerine güvenerek veya dürtüleriyle hareket ederek dur durak bilmemekte, yasakları dinlememekte veya yasakları delmenin bir yolunu arayıp bulmaktadır. Sistem ve toplumun liderleri de aynı şekilde mevcut sistemin varlığını sürdürebilmesi için bu kişilerle birlikte hareket etmektedir. Bal tutan parmağını yalar gibi söylemlerle en azından onlara yol açmakta, onları özendirmektedir.
Bu ortamlarda liyakat ve fırsat eşitliği yerine kayırmacılık, biat ve sadakat kültürü oluşmaktadır.
İnsanların topluca yaşamalarını sağlayan en önemli bağ eşitlik ve adalet duyguları olduğu halde bunlar sürekli aşındırılmaktadır.
Vicdan sahibi olmayı, onurlu ve erdemli bir birey olmayı oluşturan her şey küçümsenmektedir. Öyle ki; televizyonlarda gösterilen diziler başta olmak üzere birçok eğitsel ve kültürel programlarda bin yıllarca öne çıkarılan iyi insan tipi yerini pragmatizme, istediği amaçlara ulaşmak için yalanı, şiddeti ve sömürüyü öne çıkaran anlatımlar almakta, İyi insan tipi “enayi” damgası ile aşağılanmaktadır.
Erdem ve ahlak konusunda antik çağlar düşünürlerinden, stoacılardan, başlayarak günümüze kadar ulaşan görüş ve düşünceleri, anlayışları ayrıntılarıyla anlatmak mümkündür. Ancak bu inceleme yazının boyutlarını hayli aşacaktır.
Böyle bir ortamda toplumu oluşturan insanlarda kendisi, yakınları ve ülkesi için derin bir gelecek korkusu oluşmaktadır. Belirsizlik, güvensizliği, güvensizlik de huzursuzluğu beraberinde getirmektedir.
Kurtuluşun ve insana, doğaya uygun yeni bir yaşamın kuruluşunun yolu akıl ve bilimin doğrultusunda yürümekle mümkündür. Bilimin ve insan aklının dışındaki şeylerin, hurafelerin tarihte olduğu gibi bu gün de insana ve doğaya büyük zararlar getirdiği asla unutulmamalıdır.
Aklın, bilimin ve vicdanın önündeki engeller bir bir ayıklanıp insanlık tarihinin ayıplar çöplüğüne atılmalıdır. Bu günün insanının bu cesareti gösterecek yapısı, potansiyeli bulunmaktadır.
Yine şunu da belirtmek gerekir: İnsanları burgacında sıkan ve yaşayamaz hale getiren bu sistemi ters yüz etmeden insanları tek tek iyi olmaya, onları iyilik yapmaya yönlendirmenin bir anlamı yoktur. Sadaka ve rahmet insanları iyilik yapan ve iyiliği kabul eden olarak iki sınıfa ayırmaktır. Sadaka vereni rahatlatır gibi görünür ama sadakayı kabul edenin belleğinde paslı bir hançer gibi saplanır kalır. Asıl olan kötülüğü ortadan kaldırmaktır. Asıl olan iyilik yapılmasına, kabul edilmesine olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktır. Toplumda kimse kimseye iyilik yapmamalı, insanlar toplumda üzerine düşen ödevlerini dayanışmayla eksiksiz bir şekilde yerine getirmelidir.
Bütün bunlardan, bu akla, mantığa ve vicdana aykırı yaşama zorunluluğundan sıyrılabilmek için insanların tek tek itiraz etmeleri, karşılarında yer alan muazzam düzen güçleri dikkate alındığında olanaksızdır.
Bu muazzam güç karşısında biricik çıkar yol insanların beyinlerinin sistem tarafından istila ve işgal edilmemiş yanlarını kullanarak cesaretle ve başarmak azmiyle örgütlenmeleri gerekmektedir. Örgütlülüğün şekillerini ve eylem planlarını akıllarını kullanarak geliştirmeleri gerekmektedir.
İnsanlar güçlerini birleştirebilirlerse, doğru eylem planlarıyla bu gücü yenebilirler aksi halde bu düzen sonuçta kendisini de yiyip bitirecek ve dünyamızın tamamı bir kaosa sürüklenecektir.
SONUÇ: Kişinin ve toplumun esenliği ve güvenliği için vicdan denen şey, eğer doğru ile yanlışı tartan bir terazi olarak kabul edilecekse bu teraziye fazla yüklenmek, yasakları çoğaltmak yerine doğanın sesine kulak vermek teraziye konacak şeyleri azaltmak, teraziyi akıllıca kullanmak gerekmektedir.
aCp
14.01.2022